17 -
VEHHÂBÎLİK NEDİR?
...
Osmânlılar
devrinde, vehhâbîlik ingiliz câsûsları ve paraları vâsıtası ile, Hindistâna ve
Afrikaya yayıldı. Bağdâdda, şî’îlik yerleşdiği gibi, Mısr din adamları da
vehhâbîliğe kaymağa başladı. Çok okumuş, çok kitâblar yazmış olan Mısrlı
Muhammed Abduh, masonların, islâmiyyeti yok etmek için girişdikleri savaşda, en
te’sîrli silâhları olan (İslâm memleketlerine asrîlik, modern ismi altında,
dinsizlik sokmak) propagandalarına aldanarak, Ehl-i sünnet vel-cemâ’ati temâmen
bırakdı. Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi aklı ile, garblılaşmağa
uyacak ma’nâlar vererek, Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldı. Kitâblarının bir
kısmı, o yolda olanlar tarafından türkçeye çevrilmiş, büyük islâm âlimi(!)
Abdühün eserleri diye, gençliğin önüne sürülmüşdür. Abdühün ve Cemâleddîn-i
Efgânînin mason oldukları, kitâbımızın sonundaki, Abdüh kelimesinde yazılıdır.
Muhammed Arabînin Mekkede basılan (İfâdet-ül-ahyâr) kitâbında ve şeyh-ul-islâm
Mustafâ Sabri efendinin (Mevkıf-ül-akl vel-ilm vel-âlem) kitâbında ve
Câmi’ul-ezher medresesi yüksek ilm kurulu üyesi Yûsüf-i Decvînin [1966] da
Mısrda çıkan (Câmi’ul-ezher Mecellesi)ndeki yazılarında, bunların
islâmiyyete uymıyan fikrleri, kuvvetli delîllerle red edilmekdedir. Vaktiyle
ibni Teymiyye de, ilminin çokluğuna aldanarak, dalâlete düşmüşdü. Fekat bu kadar
taşkınlık yapmamışdı.
Hakîkî din
adamının, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve mezheb imâmlarımızın verdikleri ma’nâları
ve çıkardıkları hükmleri yazması ve onları değişdirmeden söylemesi, milletin ve
gençliğin kafasında, Ehl-i sünnet âlimlerinin ismlerini ve büyüklüklerini
yerleşdirmesi lâzımdır. Seyyid Kutb denilen kimse de, eğer islâm âlimlerinin
tefsîrlerini, meselâ, tefsîrde ve fıkhda ihtisâs kazanmış ve tesavvufda (Ma’rifet-ullah)
ile şereflenmiş olan, Ehl-i sünnetin gözbebeği Senâullah-i Dehlevî
hazretlerinin (Tefsîr-i Mazherî)sini okumuş olsaydı, islâm âlimlerinin
yüceliğini anlar, haddini bilerek, derme çatma yazılarını tefsîr diye ortaya
koymağa belki sıkılırdı. (Berîka)da, dil âfetlerinin ellincisinde,
(Tefsîr yazanın onbeş ilmde mâhir olması lâzımdır) diyor. Bunları bilmiyenlerin
hadîs ve tefsîr okumağa kalkışması, mi’de hastasının, kuvvetlenmek için,
baklava, börek yimesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhîz yapması,
sonra, kuvvetli yimeğe başlaması lâzımdır. İşte, bizim gibi, ana ilmleri
okumayanlar, din öğrenmek için, Kur’ân tercemesi, tefsîr, hadîs okumağa
kalkışırsak, bunları kavrayamayız. Yanlış anlıyarak, dînimizi, îmânımızı da gayb
ederiz. Ana yuvasından almış olduğu ve senelerce, titizlikle sakladığı kıymetli
îmânını gayb eden birkaç ilerici kimse ile karşılaşdım. Bunların irtidâdına
sebeb olan, zihnlerindeki şübhenin nasıl meydâna geldiğini sordum. Elmalı
tefsîrini okuyunca, böyle olduğunu anladım dediler. Mazher-i Cân-ı Cânân
“kuddise sirruh”, (Makâmât)ın yüzüncü sahîfesinde, bir halîfesinin tefsîr
yazmasına mâni’ olduğunu yazmakdadır. Görülüyor ki, uydurma, anlamadan yazılan
tefsîrleri ve tercemeleri bir yana bırakalım, meşhûr tefsîrler bile, ehlinden
başkasına zararlı oluyor. Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini anlıyabilmek için, seksen
din bilgisini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu ilmleri bilmeden tefsîr, hadîs okumağa
kalkışan, îmânını gayb edebilir. (Berîka) kitâbının
binikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde, (Tefsîr kitâblarına tâbi’ olmamız emr
olunmadı. Fıkh âlimlerine tâbi’ olmamız emr olundu) buyurmakdadır. İkinci kısmda,
46. cı ve üçüncü kısmda, 22. ci maddelere bakınız! (Birgivî vasıyyetnâmesi)
şerhinde diyor ki, (Kelâm ve fıkh âlimlerimiz, tefsîrden, hadîsden
anladıklarını, bizim gibi din câhillerine, açık, kolay öğretmek için, binlerce
(Fıkh) ve (İlm-i hâl) kitâbı yazmışlardır. İslâmiyyeti doğru
öğrenmek için, o fıkh ve ilm-i hâl kitâblarını okumakdan başka çâre yokdur).
Dört mezhebin
inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliy-yi-kâmil, seyyid Abdülhakîm efendi
“kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hanefî mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkh
kitâbı, İbni Âbidînin (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesi)dir. Şâfi’îde (Tuhfet-ül-muhtâc)
kitâbıdır. En mükemmel, en kıymetli tesavvuf kitâbı, İmâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ı
ve en kıymetli ilmihâl de, Kâdî-zâdenin (Birgivî va#sıyyetnâmesi)
şerhidir. (Dürr-ül-muhtâr) kitâbı, Şemsüddîn Timûrtâşînin (Tenvîr-ül-ebsâr)
kitâbının şerhidir.)
Pâkistândaki
vehhâbîlerden bir kısmı, müslimânları aldatmak için (Biz Ehl-i sünnetiz. Hanbelî
mezhebindeniz) diyorlar. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından
işlerine gelenleri alıyorlar, işlerine gelmiyenleri, inanışlarına uymıyanları
örtbas ediyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin âyet-i kerîmelere vermiş oldukları
doğru ma’nâları değişdiriyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerîmelere, kendi
anlayışlarına, düşünüşlerine göre ma’nâ vermedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi
ve sellem” âyetlerden anlayıp bildirdiklerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Bu
öğrendikleri ma’nâları kitâblarına yazdılar. Bunlar ise, Resûlullahdan gelen bu
ma’nâları beğenmiyorlar. Kendi kafaları ile, âyet-i kerîmelere ma’nâlar
veriyorlar. Bu yazılarını, Ehl-i sünnet bilgisi olarak tanıtıyorlar. Din
bilgilerinden, fen ve ahlâk bilgilerinden ve mantık kurallarından haberleri
olmadığı için, Kur’ân-ı kerîmin ulvî ve kudsî inceliklerini anlıyamıyorlar.
Bunları anlayıp haber veren hadîs-i şerîflere, mevdû’dur, uydurmadır diyorlar.
Hadîs-i şerîfleri, kendi anladıklarından üstün tutan Ehl-i sünnet âlimlerini
beğenmiyor, müslimânları bunlardan uzaklaşdırıp, dinde reform dedikleri, uydurma
yola sokmağa uğraşıyorlar. İslâm âlimleri, vehhâbî imâmların arkasında nemâz
kılınmıyacağını bildiren fetvâlar verdiler. Bu fetvâlardan biri, (Hulâsat-ül-kelâm)
kitâbının sonunda mevcûddur.
Muhammed Zihnî
efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Ni’met-i islâm) kitâbı, nikâh kısmı,
otuzdokuzuncu sahîfesinde diyor ki: (Nikâh ile alması harâm olan yirmibeş
kadından birisi de (Veseniyye), ya’nî puta tapan kadınlardır. Güneşe ve
yıldızlara ve resmlere, heykellere tapınanlar ve (Mu’attala) ve (Bâtıniyye)
ve (İbâhiyye)den olanlar ve (Zındık)lar, ya’nî koyu müslimân
görünüp, küfre sebeb olan şeyleri îmânın şartı diyenler, hep puta tapanlardandır
(Fetâvâ-i Hindiyye). Bâtıniyye ki, bunlara (İsmâ’îliyye) ve (İbâhiyye)
de denir. Bunlar, son zemânlarda, (Vehhâbî) ismini almışlardır ve din
ismi altında müslimânlara hıyânet, düşmanlık eden dinsizlerdir). (Vesen),
kendisinde (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanılan, bunun için ta’zîm
edilen resm veyâ heykeldir. Bu yazı, vehhâbîler arasına zındıkların karışmış
olduğunu, bunların ise kâfir olduklarını gösteriyor.
Memleketimizde
din bilgisi az olan kimseler, İbni Teymiyyenin, Mehmed Abdühün, Mevdûdînin,
Seyyid Kutbun, Nobel mükâfâtı almış olan Abdüsselâmın, Ahmed Didadın ve
Hamîdullahın kitâblarından yapılan tercemeleri okuyarak zehrleniyorlar. Ehl-i
sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlıyamadıklarını
sanıyorlar. Bu kitâblardaki yaldızlı, nefs-i emmâreyi harekete getiren taşkın
yazıların sâhiblerini, Ehl-i sünnet âlimlerinden, hattâ Eshâb-ı kirâmdan
“aleyhimürrıdvân” dahâ yüksek görüyorlar. İslâmiyyetde, bu büyük yarayı açan,
bilhâssa İbni Hazm, İbni Kayyım-i Cevziyye ve felesof İbnür-Rüşddür. Her üçü de,
İbni Teymiyye gibi âlimdir ve yüzlerle kitâbları vardır. Ehl-i sünnet âlimleri,
bunlara değerli cevâblar yazmış, yanlışlarını ortaya koymuşlardır. Fekat ilmi az
olanlar ve Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış olanlar, onların
kitâblarına aldanmakda, doğru yoldan çıkmakdadır.
Bunlara
aldananlar, kendilerini haklı göstermek ve başkalarını da aldatabilmek için,
(Osmânlı âlimleri, siyâsî düşmanlığı, dinde ayrılığa çevirdiler) diyorlar. Bu
sözleri iki yönden bozukdur: Adı geçen mezhebsizler vehhâbî değildir. Vehhâbîlik
ortaya çıkar çıkmaz, Ehl-i sünnet âlimleri, emr-i ma’rûfa başladı. Bunların
yanlış yolda olduğunu yazdılar. Doğru yola çağırdılar. Bunların yaldızlı
kitâblarına aldanan câhiller barbarlığa başladı. İslâm şehrlerine saldırdı.
Osmânlı devleti, bundan sonra işe karışdı. Ehl-i sünnet âlimleri, kitâblarını
yazarken vehhâbîlik yokdu ki, âlimler için, dîni siyâsete karışdırdılar
denilebilsin. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîlik ortaya çıkmasından yüzlerce sene
önce, müslimânlar arasında bir fitne zuhûr edeceğini firâset ile anlamış gibi,
sapık fikrleri yazmışlar ve âyet-i kerîmelerle çürütmüşlerdi. Sayıları pekçok
olan bu kıymetli kitâblardan, büyük âlim Celâleddîn-i Süyûtînin (Tenvîr-ül-halek
fî imkân-ı rü’yetin-Nebî cihâren vel-melek) ve (Tenbîh-ul-gabî bitebriet-i
İbni-il-Arabî) kitâbları ile Abdülganî Nablüsînin (Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr)
kitâbları meşhûrdur. Bu üç arabî kitâb, (El-minha-tül-vehbiyye) kitâbının
ikinci baskısına eklenerek İhlâs Vakfı tarafından neşr edilmişdir. Bunları
okuyanlar, sapıkların, islâmiyyeti yıkmak yolunda olduklarını iyi anlarlar. (Redd-ül-muhtâr),
üçüncü cild, ikiyüzdoksanaltıncı ve üçyüzdokuzuncu sahîfelerinde diyor ki, (Ma’nâları
açık ve kat’î olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, te’vîl etse dahî,
yanlış ma’nâ vererek ve ma’nâları şübheli olanlara te’vîl etmeden yanlış ma’nâ
vererek dinden çıkana, ya’nî îmânı bozuk olana (Mülhid) denir. Mülhid,
kendini müslimân sanır. Hiçbir dinde olmayıp da, dinsiz düşüncelerini
müslimânlık imiş gibi, fâsid, bozuk delîller ile isbâta kalkışarak,
müslimânların îmânlarını bozmak istiyene (Zındık) denir). Mülhid ve
zındık, müslimân görünerek, islâmiyyeti yıkmağa çalışmakdadır. Vehhâbîler gibi,
şübheli delîlleri te’vîl ederek Ehl-i sünnetden ayrılan da, mülhid veyâ bid’at
sâhibi olur.
Ehl-i
sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” için, devlet düşmanlığını
din düşmanlığı şekline sokdular demek, islâm âlimlerini tanımamak, hattâ
müslimânlığı lekelemek olur. Dîni dünyâya âlet etmek, islâmiyyetin en çok
kötülediği bir suçdur. Her memleketdeki islâm âlimlerini böyle ağır suçlamak,
islâmiyyeti kötülemeğe, yıkmağa kalkışmak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, hiçbir
zemân siyâsete karışmamış, hiçbir müslimânı kötülememişdir.
Mülhidlere,
zındıklara aldananlardan, Anadoluda hatîb hoca denilen biri, kitâbında, (Kur’ân-ı
kerîm ile hadîs-i şerîfler sayılıdır. İnsanların önüne çıkan hâdiseler ise
sonsuzdur denilerek, kıyâs ile birçok şey ilâve edilmişdir. Bu yanlışdır. Kıyâs
ve ictihâd yokdur) diyor. Böylece, yüzbinlerle Ehl-i sünnet âlimine iftirâ
ediyor. Çünki, kıyâs ve ictihâd, bu hocanın sandığı gibi, kitâba, hadîs-i
şerîflere birşey eklemek değil, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin, derin
örtülü ma’nâlarını meydâna çıkarmakdır. Eshâb-ı kirâmın da kıyâs yapdıkları,
onların da ayrı mezhebleri bulunduğu aşağıda bildirilmekdedir. (Beydâvî)
tefsîrinde kıyâs ve icmâ’ın, İmrân sûresinin 108. ci âyetinde emr edildiği
yazılıdır.
Başka bir
sahîfede, (Dinde gizli birşey yokdur, herşey söylenmişdir) diyor. Bir sahîfe
sonra da (Kitâb ile sünnetin bildirmediği herşey mubâhdır) diyerek herşeyin
bildirilmediğini söylüyor. Yazıları birbirini tutmuyor. Diğer bir sahîfede,
(Kıyâs ile, din artdırılıyor, şiddetlendiriliyor. Birçok mubâhlar harâm
ediliyor) diyerek iftirâ ediyor. Bunun cevâbı, birinci kısm, yirmialtıncı
maddede yazılıdır.
Bu din adamı,
yine, (Kıyâs yüzünden, islâm dîninde hiçbir mes’elede ittifâk kalmamış,
ihtilâflar çoğalmış) diyor. Hâlbuki, zarûrî olarak ve icmâ’ ile bilinen
inanılacak şeylerde, i’tikâd mes’elelerinde kıyâs yokdur. Böyle bilgilerde
ictihâd edip yanılan kâfir olur. Zarûrî olarak ve icmâ’ ile bildirilmemiş olan
îmân bilgilerinde ictihâd edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid’at sâhibi
olur. Sapık müslimân olur. Yapılacak işlerin, Kitâb ve sünnetde açık
bildirilenlerinde de kıyâs olmaz. Buralarda ayrılık yapan, bu hoca gibi Ehl-i
sünnetden ayrılanlardır.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında insanlar üçe ayrıldı: İnanmayıp
Resûlullaha karşı gelenler (Kâfir) oldu. İnanmayıp inanmış gibi
görünenlere (Münâfık) denildi. İnananlara (Eshâb) denildi. Eshâb-ı
kirâmın inanışları hep aynı idi. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca
bildirilmiş işleri yapmakda da, birbirlerine uygun idiler. Kur’ân-ı kerîmde ve
hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş birşeye inanmağı dînimiz emr etmemişdir.
Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkca
emr veyâ yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp
yapmamakda, açıkca bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere
emr etmekdedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere (Müctehid)
denir. Bu benzetmek işine, (İctihâd) denir. Bir müctehidin ictihâd ederek
elde etdiği bilgilerin hepsine, o müctehidin (Mezheb)i denir. Eshâb-ı
kirâmın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyyet bilgilerinde,
siyâset, idârecilik ve zemânlarının fen bilgilerinde ve tesavvuf ma’rifetlerinde
birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” mubârek cemâlini görmekle ve kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini
işitmekle, az zemânda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veyâ
çok farklı idi. Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin arasında da müctehidler vardı. Bu
müctehidlerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitâblara geçip,
dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin
îmânları, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ortak olan îmânıdır.
Bunun için, dördüne de (Ehl-i sünnet) denir. Îmânları arasında esasda
ayrılık yokdur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler.
Birbirlerine uymıyan işlerini de, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek
yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemişdir. Bu
ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından müslimânlara rahmet olduğunu, Peygamberimiz
haber vermişdir. Çünki, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar,
müslimânların işlerini kolaylaşdırmakdadır. Her müslimân, vücûd yapısına,
yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayâtına göre, kendisine dahâ kolay gelen
mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.
Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkca
bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyânın her
yerinde, her müslimânın tek bir nizâm, tek bir emr altında yaşamaları lâzım
olurdu. Müslimânların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.
Eshâb-ı
kirâmın hepsi öldükden sonra, yeni müslimân olanlardan bir kısmının îmânları
bozuldu. Eshâb-ı kirâmın doğru îmânından ayrıldılar. (Dalâlet fırkaları)
meydâna geldi. Bu bozuk fırkalara, (Bid’at fırkaları) veyâ (Mezhebsiz)
denir. Bunlar, şübheli olan nassları te’vîl ederek yanıldıkları için kâfir
değildirler. Fekat, islâmiyyete zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu.
Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekişdiler. Harb etdiler. Çok müslimân kanı
döküldü. Müslimânların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar. Mezhebsiz
bid’at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karışdırmamalıdır.
Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda olduklarını söyler ve birbirlerini
severler. Mezhebsiz fırkalar ise, müslimânları parçalamakdadırlar. Bugün, dört
mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur. Bu dört mezhebin birleşdirilemiyeceğini,
bir mezheb hâline getirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile
bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleşdirilmesini değil, ayrı
olmalarını istiyor. Böylece, islâm dînini kolaylaşdırıyor. Âl-i İmrân sûresinde,
yüzüncü âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Allahın dînine sarılınız.
Birbirinizden ayrılmayınız!) buyurulmuşdur. Tefsîr sâhibleri, meselâ
Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, burada, (Ehl-i kitâbın yapdıkları
gibi, parçalanıp doğru îmândan ayrılmayın! Câhiliyye zemânında birbirleriniz ile
döğüşdüğünüz gibi bölünmeyiniz!) dediler. Doğru îmânda birleşmemiz, fırkalara
bölünmememiz emr olundu. Doğru yolun, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin
bildirdiği îmân olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. O hâlde, bütün
müslimânların, ehl-i sünnet olmaları, ehl-i sünnet mezhebinde birleşerek, kardeş
olmaları, sevişmeleri lâzımdır. Müslimânların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i
kerîmeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, kardeşler olduğumuzu bilip sevişirsek,
dünyânın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyâda râhata, huzûra, âhıretde de
sonsuz se’âdete kavuşuruz. Düşmanlarımızın ve câhillerin ve sömürücülerin, kendi
alçak çıkarları için söyledikleri yalanlara aldanıp, bölünmemeğe çok dikkat
etmeliyiz! Bu husûsda fazla bilgi almak için fârisî (Redd-i vehhâbî)
kitâbını okuyunuz.
Bir
sahîfesinde, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidâyet
bulursunuz!) sözü hadîs değildir, sakat bir sözdür diyor. Hâlbuki, imâm-ı
Münâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Künuz-üd-dekâık) kitâbı ve İmdâdın
(Tahtâvî) hâşiyesi, otuzaltıncı sahîfesinde bu hadîs-i şerîfi de yazmakda ve
imâm-ı Beyhekî rivâyeti olduğunu bildirmekdedirler. Bunun sahîh olduğunu ve
Dârimî, İbni Adî ve başkalarının haber verdiklerini (Savâ’ık-ul-muhrika)
da bildiriyor. Üç sahîfe sonra da, bu konuda bilgi verilmişdir. Bu adam, Eshâb-ı
kirâmın büyüklüğünü anlıyamadığından, bu hadîs-i şerîfe, uydurmadır diyor.
(Ümmetimin
ihtilâfı rahmetdir)
sözü de hadîs değildir diyor. Hâlbuki, imâm-ı
Münâvî bu hadîs-i şerîfi de yazıyor ve İbni Nasr ve Deylemî rivâyeti olduğunu
bildiriyor. İbni Âbidîn önsözde buyuruyor ki: (Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir)
hadîsi meşhûrdur. Bunu, Beyhekînin rivâyet etdiği (Mekâsıd-ı hasene)de
yazılıdır. İbni Hâcib de (Muhtasar)da sahîh olduğunu yazmakdadır. Nasr-ul-mukaddesinin
(Hucce) kitâbında ve Beyhekînin (Risâlet-ül-eş’ariyye)sinde sahîh
hadîs olarak bildirildiğini, imâm-ı Süyûtî yazmakdadır. Halîmî ve kâdî Hüseyn ve
İmâm-ül-Haremeyn de sahîh olarak bildirmişlerdir “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”. (Mevâhib-i ledünniyye) birinci cild, dördüncü kısmda da uzun
yazılıdır. Halîfe Ömer bin Abdül’Azîz, (Eshâb-ı kirâm ihtilâf etmeselerdi, dinde
ruhsat, kolaylık olmazdı) buyurdu. Halîfe Hârûn-ür-Reşîd, İmâm-ı Mâlike, (Senin
kitâblarını çoğaltıp, her yere göndereceğim ve herkesin bunlara uymasını emr
edeceğim) deyince: (Yâ Halîfe! Böyle yapma! Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın
rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Her müslimân, dilediği âlime uyar) buyurdu.
(Berîka) yüzonuncu sahîfede, bu hadîsin (Câmi’us-sagîr)de
bulunduğunu bildirmekdedir. (Hadîka) birinci cild, ikiyüzkırkdördüncü
[244] ve ikinci cild, yüzdördüncü [104] sahîfelerinde, bu hadîs-i şerîfi
açıklamakda ve Nasr-ul-mukaddesî ve Halîmî ve Beyhekî ve İmâm-ül-Haremeynin
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdiklerini bildirmekdedir.
(Mîzân)ın 45. ci sahîfesinde de yazılıdır. Zevallı hoca, îmân için olan
hadîs-i şerîfleri, mezhebler için zan etmiş.
(Fetâvâ-i
Hindiyye)de
diyor ki: (Nevâzil) kitâbında, (Yalnız hadîs-i şerîf okuyup, fıkh
öğrenmiyen kimse, dinde müfsiddir) buyuruldu. Ebû Âsım “rahmetullahi aleyh” de,
böyle buyurmuşdur. (Tâtârhâniyye) fetvâsında da yazılıdır.
Kitâbın bir
yerinde, (Eshâb-ı kirâmın, Kitâb ve sünnete uymıyan sözleri alınmaz, red olunur)
diyor. Eshâb-ı kirâmı, Kitâb ve sünnete uymıyan şeyler söyliyecek sanıyor. O din
büyüklerini, kendi gibi zan ediyor. Bilmiyor ki, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”, Kitâb ve sünnete uymıyan birşey söylememişdir. Zâten,
Kitâbı ve sünneti, ya’nî Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri toplıyan, sonra
gelenlere ulaşdıran, Eshâb-ı kirâmdır. Üsûl âlimlerinden, ya’nî en büyük islâm
âlimlerinden ba’zısı buyuruyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
Peygamber olduğunu isbât edecek hiçbir şâhidi bulunmasaydı, yalnız Eshâbını
görmek, Peygamber olduğunu bildirmeğe yetişirdi. Çünki, Eshâbının herbiri, her
ilmde, islâmiyyet bilgilerinde, siyâsî, aklî ilmlerde [ya’nî, lise ve
üniversitelerde okutulan bilgilerde], zâhirî ve bâtınî ilmlerin hepsinde birer
deryâ idi. Hâlbuki, hiçbiri bir kitâb okumamış, bir mu’allim görmemişdi. Bütün
bu bilgileri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile birkaç def’a berâber
bulunmakla şereflenerek edinmişlerdi). Onların birbirine uymıyan sözleri, Kitâb
ve sünnetde açıkca bildirilmiyen işlerdedir.
Bir sahîfede (Müctehidlerin
ve kıyâscıların, sahîh hadîslerin hepsine vukûfsuzluk yüzünden, yapdıkları
ictihâd ve kıyâs...) diyerek büsbütün câhil olduğunu ortaya koyuyor. Müctehidin
ne demek olduğunu bilmediği, buradan da anlaşılıyor.
Bir sahîfede (Müctehidlerin,
kitâb ve sünnete muhâlif ictihâdlarına uyulmaz) diyerek, Kitâb ve sünnete
muhâlif ictihâd var sanıyor. Bu yalan sözlerle, kendinin Ehl-i sünnet âlimlerini
beğenmediğini, mezhebsiz olduğunu i’lân ediyor. Hindistânda, vehhâbîlere
satılmış olanlardan, Ebülkâsım Benârisî, dahâ çok para almak için (Eccerhualâ
Ebî Hanîfe) kitâbını yazarak, bu yüce imâma saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimleri,
buna cevâblar yazarak rezîl ediyorlar. Bu alçak iftirâ ve hücûmlardan ba’zısı ve
verilen cevâblar, (Üsûlül-erbe’a) yüzonüçüncü sahîfesinde yazılıdır.
Kitâbının bir
yerinde, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ı Mâlikin “radıyallahü anhümâ”
sözlerini de yanlış yazıyor. Bu iki din imâmına iftirâ ediyor. Bunların, hadîs-i
şerîflere uymıyan söz söylemiyeceklerini bilmiyor. Derin din âlimi, yüzlerce
Evliyâ yetişdiren, büyük tesavvuf rehberi, Abdüllah-i Dehlevî “kuddise sirruh”
yazmış olduğu (Makâmat-ı Mazheriyye) risâlesinde tesavvuf yolunu
anlatdıkdan sonra, üstâdı olan Mazher-i Cân-ı Cânânın “kuddise sirruh”
hayâtından, kerâmetlerinden ve mektûblarından ba’zılarını bildirmekdedir. Fârisî
olup, İstanbulda da basılmışdır. Onsekiz fasldır. Onsekizinci faslda, yirmiüç
mektûb vardır. Onaltıncı mektûbda, Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”
buyuruyor ki:
Yavrum! Hadîs-i
şerîflere nasıl uyulur? Bunu bildirmek için, Muhammed Hayât “rahmetullahi aleyh”
bir kitâb yazmışdır. Bu kitâbda diyor ki: Hüseyn bin Yahyâ Buhârî Zendevistî,
(Ravdat-ül-ulemâ) kitâbında buyuruyor ki, İmâm-ı a’zam, talebesine (Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîfini ve Eshâb-ı kirâmın sözünü
görünce, benim ictihâdımı bırakınız, onlara uyunuz!) buyurdu. Bir kerre de
(Sahîh hadîsler benim mezhebimdir) buyurdu. Hadîs ilminde âlim, mütehassıs olan,
nâsih ve mensûh hadîsleri ayırabilen, kuvvetli ve za’îf hadîsleri anlayabilen
bir kimse, sahîh hadîslere uyarsa, Hanefî mezhebinden çıkmaz. Mezheb reîsinin
sözünü yapmış olur. Hattâ, böyle bir âlim, sahîh hadîslere uymazsa, İmâm-ı
a’zamın sözünü dinlememiş olur. Herkes bilir ki, hadîs-i şerîflerin hepsini
birlikde bilen, işiten, hiçbir âlim yokdur. Nitekim, İmâm-ı a’zam (Hadîs-i
şerîfi görünce, benim sözümü bırakınız!) buyurdu. Hattâ, bu ümmetin en âlimleri
olan ve ömrlerini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetinde
geçirmiş olan Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” hiçbiri de, bütün hadîs-i
şerîfleri işitmiş değildi. Hadîs-i şerîfe uymak, her mü’mine vâcibdir. Mezheb
imâmlarından, belirli birine uymak vâcib değildir. Her müslimân, [dört mezhebden]
dilediği mezhebe uymakda serbestdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, mezheb
imâmlarımızın bildirdiği hadîs-i şerîflere ve bunlardan anladıkları ma’nâlara
uymamız lâzımdır. (Fetâvâ-yı Hindiyye), beşinci cild, 377. ci sahîfede
diyor ki, (Fıkh öğrenmeyip, hadîs öğrenen, dinde iflâs eder [ya’nî dîni gider].
İlmi, emîn olan, sâlih kimselerden öğrenmelidir). Bunların kitâblarını
okumalıdır.
Bu mezhebsiz
din adamı, kitâbının bir sahîfesinde, (Cenâb-ı Hak ve Resûlü, hiç kimseye,
ümmetden birinin mezhebi ile mezheblenmeği ve dinde onu taklîd etmeği emr
etmemişdir) diyerek, Kur’ân-ı kerîme de iftirâ ediyor. Çünki, Mâide sûresi,
otuzsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya yaklaşmak için, vesîle
arayınız!) buyuruldu. Enbiyâ sûresinde, (Bilmediklerinizi, bilenlerden
sorup öğreniniz!) meâlinde âyet-i kerîme vardır. Dört mezheb imâmları
hakkındaki hadîs-i şerîfler, (Eshâb-ı kirâm) adındaki kitâbımızda uzun
bildirilmişdir. Mezheb imâmlarımız “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, en
büyük din âlimleridir. (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i
şerîfi, (Buhârî)de yazılıdır. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” yolu, akl ile, hayâl ile, rü’yâ ile anlaşılmaz. Din âlimlerinden
öğrenilir. Din imâmlarından herhangi birine uymak, Peygamberimize uymak olur.
Ehî Çelebî (Hediyye) kitâbında diyor ki, (Ebû Hanîfenin kıyâsı doğru
değildir diyen kâfir olur). Bu kitâbı, (Hakîkat Kitâbevi) basdırmışdır.
İbni
Teymiyye ile İbni Kayyımı çok öven Âlûsî bile, (Gâliyye) kitâbında
bakınız ne diyor: (İlm öğrenmek ve öğretmek, ibâdetlerin en üstünlerindendir.
Abdüllah ibni Abbâs; âlimlerin, âlim olmıyan mü’minlerden yediyüz derece dahâ
üstün olduğunu bildirdi. Hadîs-i şerîfde, (Âlimler, Peygamberlerin
vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlik rütbesinin üstünde hiçbir rütbe
olmadığına göre, bu rütbeye vâris olmanın şerefinden dahâ üstün bir şeref
olamaz. İslâm âlimlerinin çoğu, bu yüksek rütbeye kavuşdu. Fıkh ve hadîs
âlimleri ve en başda müctehidlerin dört imâmı, bunların en üstünleridir. Bunlar,
ahkâm-ı islâmiyyenin kapalı emrlerini, yasaklarını açığa çıkardı. İlmin temelini
kurdular. Din bilgilerini, kısmlara, sınıflara ayırdılar. Onların yüce
kıymetlerinden birkaçını bilmekle şerefleniyoruz. Bunların en önde olanı, büyük
imâm, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir. Onun yüksekliğini bildiren hadîs-i
şerîfler elimizde mevcûddur. Buhârî ve Müslimde yazılıdır. Kırkbeş sene, beş
vakt nemâzı bir abdestle kıldığını, Abdüllah ibni Mubârek “rahmetullahi teâlâ
aleyh” bildirmekdedir. Hasen bin Ammâre, yüce İmâmı gasl ederken: (Otuz sene hep
oruc tutdun. Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!) demişdir. İlmi ile tam amel
eden, onun gibi bir âlim görülmedi. Ondan dahâ üstün âlim bulunmadı. Allahü
teâlâ, bizleri, bu yüce âlimlere uymakla şereflendirsin! Resûlullahın sözlerini
bizlere ulaşdıran, bu müctehidlerdir. Bugün de, Onların dört mezhebinden birine
muhtâc olmıyan, onlardan birine uymakdan kurtulabilecek kimse yokdur. İbni
Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak,
bunlardan yalnız biri Cennete gidecekdir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda
olanlardır) buyuruldu. Bu ayrılık, üsûlde, îmânda olan ayrılıkdır. Dört
mezhebin ayrılığı değildir. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin ayrılması
rahmetdir) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Kitâb-ullahda ve benim
sünnetimde bulamadıklarınızı, Eshâbımın sözlerinden alınız! Eshâbım, gökdeki
yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz. Eshâbımın
birbirlerinden ayrılıkları rahmetdir) buyuruldu).
Şâh Veliyyullah-i
Dehlevînin (El-insâf) ve (İkd-ül-ceyyid) kitâbları, 1327
senesinde, Mısrda ve sonra (Hakîkat Kitâbevi) tarafından İstanbulda
basdırılmışdır. İstanbulda Süleymâniyye kütübhânesinde, İzmirli kısmında
mevcûddurlar. Birincisinde diyor ki, (Eshâb-ı kirâm zemânında da mezhebler
vardı. Herbirinin mezhebi başka idi. Tâbi’în, Eshâb-ı kirâmın mezheblerini
aldılar. Hârûn-ür-Reşîd, imâm-ı Mâlike dedi ki, (Senin (Muvattâ) kitâbını
Kâ’beye asacağım. Bütün müslimânların bu kitâba uymalarını emr edeceğim. Her
yerde tek bir mezheb olsun). İmâm-ı Mâlik de, (Böyle yapma! Eshâb-ı kirâm, fıkh
bilgilerinde mezheblere ayrıldılar) dedi. Bunu, imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir).
İkinci kitâbında diyor ki, (Dört mezhebden birine uymakda büyük fâideler vardır.
Bunlardan ayrılmanın zararları çokdur. Bunu çeşidli yollarla isbât ederim. Bugün
dört mezhebden başka doğru mezheb yokdur. İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları bid’at
üzeredirler. Dört mezhebden ayrılmak, Sivâd-i a’zamdan ayrılmakdır. İbni Hazmın,
taklîd harâmdır, Resûlullahdan başkasına uymak halâl değildir sözü,
müctehidlerin birbirlerine uymamaları içindir. Hadîs-i şerîfleri ayıramıyanların,
bunları mezheb imâmlarından sorup, onlara uymaları lâzımdır. Resûlullahın
zemânından beri, bilmiyenler, hep bilenlere sormuşlardır).
Başka bir
sahîfede, büsbütün sapıtarak (Mezheb imâmlarına uymak, onu Peygamber menziline
çıkarmak olur. Bu ise küfrdür) diyor. Bütün mü’minleri ve hocalarına uyanları
kâfir yapıyor. (Mezhebler, ikinci asr sonlarında meydâna çıkdı. Eshâb ve Tâbi’în
hangi mezhebde idiler?) diyor. Fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbında ve arabî
(Hadîka) kitâbı altıyüzdoksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Dört
mezhebden başkasına uymak câiz değildir. Bu sözümüz, Eshâb-ı kirâmın ve
Tâbi’înin mezheblerini küçümsemek değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın ve
başkalarının mezheblerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik,
onlara uymamız da câiz olurdu. Çünki, hepsinin mezhebleri doğru idi. Dört mezheb,
tam bilindiği ve kitâbları her yere yayılmış olduğu için, her müslimânın yalnız
bunlardan birine uyması lâzımdır. Dört mezhebin kolaylıklarını araşdırıp,
bunları bir araya toplayarak, yeni bir kolaylıklar mezhebi uydurmağa (Telfîk-ı
mezâhib) denir. Câiz değildir).
Mezheb
imâmı demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîmden
çıkardığı ma’nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplayan, kitâba
geçiren büyük âlim demekdir. Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına
tefsîr etdiğini, (Hadîka), dil âfetlerini anlatırken yazmakdadır.
Resûlullahın Kur’ân-ı kerîme verdiği ma’nâları, açıklamalarını anlamak istiyen,
bir mezheb imâmının kitâblarını okur, bunlara uyar. Bu kitâbları okuyup, bunlara
uyan kimse, o mezhebden olur. Bu ise, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”
ve Kur’ân-ı kerîme uymak demekdir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”,
Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdiklerine uyardı. Kendi
talebelerinden birine uymağa, ya’nî dört mezhebden birinde olmalarına lüzûm
yokdu. Onların herbiri bütün bilgileri asl kaynağından alıyordu. Birbirlerine
sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından dahâ çok âlim ve dahâ
yüksek müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler.
Bir sahîfede, (İctihâdlar
fikr ve kanâ’atdır. Elimizdeki kitâblar, mezheb kitâblarıdır, din kitâbı
değildir. Türkiyede, türkce din kitâbı olmadığından, bu kitâbı yazdım) diyor.
Kendini müctehid sanıyor. Ömer Rıza Doğrulun, bu kitâba bir önsöz yazarak,
ballandıra ballandıra medh etdiğini gördük. Bu önsözde diyor ki: (Asrın
ihtiyâclarını, kıyâs yolu ile dinden değil, medeniyyetin terakkî hamlelerinden
beklemek gerekdir. Kıyâs, Kitâb ve sünnet ile alâkası olmıyan, dînin asl
kaynaklarına dayanmıyan, fekat herşeyi dîne dayamak istiyen müctehidlerin
îcâdıdır...) Bu sözleri, kendisinin de, ehl-i sünnet olmadığını, dîni, kıyâsı ve
ictihâdı anlamamış olduğunu göstermekdedir. Din âlimlerine dil uzatanlar,
bunların bilgilerine erişemiyenlerdir. (Redd-ül-muhtâr) birinci cild,
üçyüzdoksanaltıncı sahîfede (Dörtyüz [400] hicrî senesinden sonra kıyâs yapacak
âlim yetişmedi) diyor. (Mîzân-ül-kübrâ)nın birinci cüz’, kırkikinci
sahîfesinde, (Dört mezheb imâmından sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu
söylemedi. Mezhebde müctehidler yetişdi. Evet, Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler,
hükmler sonsuzdur. Fekat, kıyâmete kadar, bütün insanlara lâzım olacak ahkâmı,
dört imâm anlamış, kitâblara yazılmışdır. Şimdi, bir kimse, Kitâbdan ve
sünnetden ahkâm çıkarabilirim derse, dört mezhebden birinde bulunmıyan yeni bir
hükm çıkarmasını isteriz. Bunu yapamaz!) diyor.
Bunlar (El-Besâir
li-münkir-it-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) ve (Et Tevessül-ü bin-Nebî ve
bis-Sâlihîn) ve (Üsûl-ül-erbe’a) kitâblarında dahâ uzun yazılıdır. Bu
üç kitâbı, (Hakîkat Kitâbevi) ofset yolu ile basdırmışdır. Birinci
kitâbda, Muhammed bin Abdülvehhâbın (Keşf-üş-şübühât) kitâbından parçalar
yazılarak, hepsine cevâblar verilmişdir. Bu kitâb arabîdir. (Et-Tevessül-ü
bin Nebî) kitâbı, Ebû Hâmid bin Merzûkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” Şâmda
basılmış olan (Berâet-ül-eş’ariyyîn) kitâbının kısaltılmışıdır.
Seyyid
Ahmed Tahtâvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinin
Zebâyıh kısmında diyor ki, (Bugün her müslimânın dört mezhebden birinde
bulunması vâcibdir. Dört mezhebden birinde bulunmıyan kimse, (Ehl-i sünnet)den
ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmıyan da sapık veyâ kâfir olur). Vehhâbîliği
temelinden çürüten (El-Besâir) ve (El-müstened) ve (Seyfül-ebrâr)
kitâbları da böyle yazıyor ve bunu (İhyâ-ül-ulûm)dan aldıklarını
bildiriyor. Son iki kitâb da, Hindistânda yazılmış, (Hakîkat Kitâbevi)
tarafından ikinci baskıları yapılmışdır.
Biz, Kur’ân-ı
kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlayacak kadar bilgili değiliz. Biz, Kur’ân-ı
kerîmi, anlamak ve anladığımıza göre amel etmek için değil, kelâm-ı ilâhîden
bereketlenmek, fâidelenmek için okuyoruz. Biz mukallidler, tefsîr ilmini
bilmediğimiz için, ahkâm-ı islâmiyyeyi, din imâmlarımızın kitâblarından
öğreniyoruz. Mezheb imâmlarımız, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, Tâbi’înden ve Eshâb-ı
kirâmdan öğrenerek, bizim kolay anlıyabileceğimiz şeklde, kitâblarına
yazmışlardır. (Nahl) ve (Enbiyâ) sûrelerinde, meâl-i şerîfleri,
(Âlimlerden sorup öğreniniz!) olan âyet-i kerîmeler vardır. Hadîs-i şerîfde,
(Her asr, önceki asrdan dahâ bozuk olur. Böylece kıyâmete kadar hep bozulur)
buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Hadîka)da, dil âfetlerinde yazılıdır.
İnsanların en iyilerinin yazdıkları kitâbları beğenmeyip, bozuk asrların bozuk
adamlarına aldanmakdan Allahü teâlâya sığınırız!
Yûsüf-i
Nebhânî, hicrî ondördüncü asrın büyük âlimlerindendir. Uzun seneler Medînede
kalıp vehhâbîliği yakından incelemek imkânını buldu. Topladığı bilgileri yaymak
için, çok kıymetli kırkyedi kitâb yazdı. (El-Feth-ul-kebîr) kitâbında
ondörtbindörtyüzelli hadîs harf sırasına göre dizilmişdir. Üç cild hâlinde
basılmışdır. (Câmi’u kerâmât-il-Evliyâ) kitâbı iki cild olup, kerâmetin
hak olduğunu isbât etmekdedir. 1329 [m. 1911] de Mısrda basılmışdır. Kırkyedi
kitâbının hepsi basılmışdır. Çok mühim olan (Şevâhid-ül-hak) kitâbı
Mısrda üçüncü def’a olarak, binüçyüzseksenbeş [1385] hicrî ve [1965] mîlâdî
senesinde basılmışdır. Kitâb beşyüzyetmiş sahîfe olup, dörtyüzelli sahîfesi İbni
Teymiyyeyi red etmekde, geri kalan yüzyirmi sahîfesi de, Eshâb-ı kirâmın
üstünlüklerini, hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhüm”ın
yüksekliklerini ve islâmiyyete hizmetlerini bildirmekdedir.
(Câmi’ulezher)
profesörlerinden, allâme şeyh Alî Muhammed Beblâvî Mâlikî ve allâme şeyh
Abdürrahmân Şerbînî ve şeyh Ahmed Hüseyn Şâfi’î ve şeyh Ahmed Besyânî Hanbelî ve
ârif allâme Süleymân Şübrâvî Şâfi’î ve şeyh Abdülkerîm Râfi’î ve ayrıca Mısr
Başmüftîsi allâme Bekrî Muhammed Sadefî Hanefî ve müderris allâme Muhammed
Abdülhayy Ketânî İdrîsî Fâsî ve allâme seyyid Ahmed beğ Şâfi’î ve fâdıl allâme
şeyh Sa’îd-i Mûcî Şâfi’î ve allâme şeyh Muhammed Halebî Şâfi’î ve dahâ birçok
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Şevâhid-ül-hak)
kitâbını beğenmişler, uzun yazıları ile övmüşlerdir.
|