17 -
VEHHÂBÎLİK NEDİR?
Süâl:
O zemân, Muhammed “aleyhisselâm” dünyâda yokdu. Üçyüzonüç bin sene sonra dünyâyı
teşrîf edecekdi. Âdem “aleyhisselâm”, Onu nereden bildi?
Cevâb:
Âdem “aleyhisselâm”, Cennetde iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde (Lâ
ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın en
sevgili kulu olduğunu, bundan anlamışdı. Bunlar, oralarda islâm harfleri ile
yazılı idi. Demek ki, o harfler, insan yapısı değildir. Dünyâ ve Âdem yokken, o
harfler vardı. Bütün kitâblar ve sahîfeler, islâm harfleri ile gönderilmişdir.
Bu düâlar
gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdikleri ile tevessül etmek, ya’nî onları araya
koyarak, onların hâtırı ve hurmeti ile Ondan istemek câizdir.
İbni
Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, beşinci cild, beşyüzyirmidördüncü sahîfede
buyuruyor ki, (Resûlullahı vesîle kılarak Allahü teâlâya düâ etmek güzel olur.
Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karşı birşey demedi. Yalnız İbni
Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin söylemediğini söyliyerek ortaya bir
bid’at çıkarmış oldu. Böyle olduğunu, İmâm-ı Sübkî güzel açıklamakdadır).
Ahmed
bin Seyyid Zeynî Dahlân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mekkenin müftîsi ve reîs-ül-ulemâsı
ve Şâfi’î şeyh-ul-hutebâsı idi. Birçok eserleri olup, (Hülâsat-ül-kelâm fî
beyân-i umerâ-il beled-il-harâm), (Firredd-i alel-vehhâbiyyet-i-etbâ-ı mezheb-i
İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitâblarında bunların
içyüzlerini açıklamakda, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet-i kerîme ve
hadîs-i şerîflerle göstermekdedir. (Hülâsat-ül-kelâm)da, şöyle demekdedir:
Resûlullahı
hayâtda iken de, vefâtından sonra da, vesîle ederek düâ etmek sahîhdir ve
câizdir. Bunun gibi, Evliyâyı ve Sâlihleri vesîle ederek düâ etmek câiz olduğunu
hadîs-i şerîfler göstermekdedir. [(Feth-ul-mecîd) kitâbının 167, 170,
191, 208, 248, 353, 414, 416, 482, 486 ve 504. cü sahîfelerindeki yazılar
müslimânlara iftirâdır.] Hazret-i Ömerin yağmur düâsına çıkarken hazret-i Abbâsı
götürmesi, Resûlullahdan başkası ile de tevessül olunabileceğini göstermek için
idi. [Yağmur düâsının nasıl yapılacağı (İslâm ahlâkı) kitâbımızda
yazılıdır.] Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki: Te’sîri veren, yaratan, îcâd
eden, fâide ve zarâr veren, yok eden ancak Allahü teâlâdır. Onun şerîki yokdur.
Peygamberler ve bütün diriler ve ölüler, te’sîr, fâide ve zarâr yaratamazlar.
Hiçbir şeye te’sîr yapamazlar. Yalnız, Allahü teâlânın sevgili kulları oldukları
için, onlarla bereketleniriz. Onlar da, dirilerin te’sîr etdiğine, ölülerin
te’sîr etmediğine inanıyorlar. [(Feth-ul-mecîd) kitâbının 70, 77, 98,
104, 239, 248, 323, 503 ve 504. cü sahîfelerinde, (Meyyitden ve gâib olan
diriden birşey istiyen müşrik olur. İnsandan kudreti yetişen şeyler istenir.
Yalnız Allahın kudretinde olan şeyleri insandan istemek câiz değildir) diyor.
Yetmişinci [70] sahîfesinde, (Diri, kendinden istenilen şey için düâ eder. Allah
da kabûl edip, o şeyi yaratır. Ölüden ve gâib olandan istemek, kudreti içinde
olmıyanı istemekdir. Bu ise, şirk olur) diyor. Yüzotuzaltıncı [136] sahîfesinde
(Sâlih kimselerin kabrleri ile teberrük etmek, Lât, Menât putlarına tapınmak
gibi şirkdir) diyor. İkiyüzsekizinci [208] sahîfede (İhtiyâcını ölüden istemek,
ölüden istigâse etmek şirkdir. Ölüden kendisine şefâ’at etmesini istemek
câhillikdir. O, Allahın izni olmadan kimseye şefâ’at edemez. Ondan istigâse
etmek, şefâ’at etmesini istemek, şefâ’at etmesine izn verilmesi için sebeb
yapılmamışdır. Şefâ’ate sebeb îmândır. İstigâse eden ise müşrikdir. İzn
verilmesine mâni’ olmakdadır) diyor. Hâlbuki bu kitâb, kendi kendini
yalanlamakdadır. Çünki, ikiyüzüncü [200] sahîfesinde, (Gökler Allahdan korkar,
Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’ânda, yerlerin ve göklerin tesbîh
etdikleri bildirildi. Resûlullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbîh
etdiklerini ve mesciddeki Hannâne denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbîh
etdiğini Eshâb işitdiler) diyor. [Dağlarda, taşlarda, direkde his ve idrak
olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyâda his olmaz demeleri, şaşılacak
şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri
müşrik oluyorlar. Çünki bu söz, diriler duyar ve te’sîr eder, ölüler duymaz ve
te’sîr etmez demekdir. Allahdan başkasının te’sîr etdiğine inanmak olur. Böyle
inananlara kendileri müşrik diyor. Hâlbuki, ölü de, diri de birer sebebdir.
Te’sîr eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.] (Âlûsî tefsîri)nde yazılı
olan, İmâm-ı a’zamın, Resûlullahı vesîle yaparak düâ etmeği yasak etdiği doğru
değildir. Çünki, İmâm-ı a’zamdan böyle bir haberi hiçbir âlim bildirmemişdir.
Vesîle edileceğini bildirmişlerdir. Tevessül, teşeffü’, istigâse ve teveccüh,
hep aynı şey demekdir. Hepsi câizdir. (Buhârî) hadîsinde, (Kıyâmet
günü insanlar, önce Âdem aleyhisselâma istigâse edeceklerdir) buyuruldu.
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Bilâl bin Hâris “radıyallahü anh” Resûlullahın
kabri yanına gelip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin için yağmur düâsı yap) dedi. Yağmur
yağdı. Putlar, bize şefâ’at edecekdir diyen kâfirler, putlara tapınıyorlardı.
Şefâ’at istiyen mü’minler ise, Peygamberlere ve Evliyâya tapınmaz. (Feth-ul-mecîd)
kitâbının ikiyüzdokuzuncu [209] sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmde,
(Ancak Onun izn vermesi ile şefâ’at olunur) ve (Ancak râzı olunan
kimselere şefâ’at olunur) buyuruldu. Şefâ’at istiyen kimse, kendine şefâ’at
etmesi için Peygambere izn verileceğini nereden biliyor? Sonra râzı
olunmuşlardan olduğunu nerden anlıyor da şefâ’at istiyor?). Bu sözleri, hem
hadîs-i şerîflere uygun değildir. Hem de kendisini yalanlamakdadır. Çünki, aynı
kitâbın ikiyüzsekizinci sahîfesinde, (Şefâ’at olunmağa sebeb îmândır)
demekdedir. Ezândan sonra okunması emr olunan düâda, Allahü teâlânın, Peygamber
efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” fazîle ve vesîle derecelerini va’d
etdiği bildirilmekdedir. Bu düâyı okuyanlara ve salevât getirenlere ve kabrini
ziyâret edenlere şefâ’at edeceğini bildirdi. Bunlar gibi, dahâ nice hadîs-i
şerîfler, dilediğine şefâ’at etmek için kendisine izn verilmiş olduğunu
göstermekdedir. (Büyük günâhı olanlara şefâ’at edeceğim) hadîs-i şerîfi,
îmânı olan herkese şefâ’at etmesine izn verileceğini bildiriyor. (Şevâhid-ül-hak)
yüzotuzuncu [130] sahîfesindeki kırk hadîsden onüçüncüsünde, (Kıyâmet günü
şefâ’at edeceğim. Yâ Rabbî! Kalbinde hardal zerresi kadar îmân olanları Cennete
koy diyeceğim. Bunlar Cennete girecekler. Sonra, kalbinde az birşey olanlara,
Cennete giriniz diyeceğim) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi (Buhârî)
bildiriyor. (İstigâse) tevessül demekdir. Ya’nî vesîle etmek, yardımını,
düâsını istemek demekdir. Ondan şefâ’at istemek, Onu vesîle ederek, Allahü
teâlâdan son nefesde îmânla gitmeği düâ etmek demekdir. (Feth-ul-mecîd)
kitâbının birçok yerinde, meselâ üçyüzyirmiüçüncü [323] sahîfesinde, (Gâib
kimseden ve ölülerden istigâse etmek, fâide istemek şirkdir. Allah, müşriklerle
harb etmeği emr ediyor) diyor. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Yâ Muhammed, seni vesîle ederek Rabbine teveccüh ediyorum) derdi.
Vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu düâyı
okurlardı. Taberânînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Çölde yalnız kalan kimse,
birşey gayb ederse, ey Allahın kulları, bana yardım ediniz desin! Çünki, Allahü
teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır) buyuruldu. İbni Hacer-i Mekkî,
(Îzâh-ul-menâsik) hâşiyesinde, bu düâ çok tecribe edilmişdir buyurdu. Ebû
Dâvüdün ve başkalarının bildirdikleri hadîs-i şerîfde, Resûlullah, seferde iken
akşam olunca, (Ey Rabbimin yeri! Senin şerrinden Allaha sığınırım)
buyurdu.
İhvân-ül-müslimîn
denilen mezhebsizlerin reîslerinden Seyyid Kutb da, Zümer sûresinin üçüncü
âyetini tefsîr ederken, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan başka kimseden birşey
istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. İnsanlar, islâmiyyetin bildirdiği
tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün memleketlerde Evliyâya ibâdet ediliyor.
İslâmiyyetden evvelki arabların meleklere, heykellere tapındıkları gibi,
onlardan şefâ’at istiyorlar. Allahın bildirdiği tevhîdde, ihlâsda, Allah ile kul
arasında vâsıta ve şefâ’at etmek yokdur) diyor. Bu yazıları ile vehhâbî olduğunu
i’lân ediyor.
[Allahü teâlâya
mahsûs olan sıfatlara, (Sıfât-i zâtiyye)ye ve (Sıfât-i sübûtiyye)ye
(Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bir mahlûka ibâdet etmek, taş, ağaç, güneş,
yıldız, inek, insan, heykel, resm gibi bir mahlûkda, (Ülûhiyyet sıfatı)
bulunduğuna inanarak, ona itâ’at etmek, yalvarmak demekdir. Böyle inanmağa
(Şirk) ve inanan kimseye (Müşrik) denir. Bu şeylere (Şerîk), (Ma’bûd),
(Put) denir. Şimdi hıristiyânların çoğu, Budistler, Berehmenler ve mecûsîler
müşrîkdir. Müslimânlar hiçbir Velîde ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmaz.
Peygamberlerin, Velîlerin, Allahın sevgili kulları olduklarını bilirler. Ziyâret
edenleri, düâ istiyenleri, Allahü teâlânın, kendilerine haber verdiğine
inanırlar. Şefâ’at etmeleri için, bunlara yalvarırlar.]
3 - Mezârlar
üzerine türbe yapmak ve türbelerde nemâz kılmak ve orada hizmet ve ibâdet
edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhlarına sadaka adamak, câiz değil imiş!...
Haremeyn ehâlîsi şimdiye kadar kubbelere, dıvarlara tapınıyor imiş. (Ehl-i
sünnet) olan ve (Şî’î) olan müslimânlar bunun için müşrik oluyormuş.
Bunları öldürmek, mallarını yağma etmek halâl imiş. Kesdikleri leş olurmuş.
Türbelerde
nemâz kılmanın câiz olduğu, (Kıyâmet ve âhıret) kitâbımızın üçüncü kısmı
olan (Müslimâna nasîhat)ın ondördüncü maddesinde uzun yazılıdır. Türbe,
oda demekdir. Türbe yasak olsaydı, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în”, Resûlullah efendimizi ve hazret-i Ebû Bekri ve hazret-i Ömeri oda
içine defn etmezlerdi. Türbe, ölüye tapınmak için yapılmaz. Ona sevgi ve saygı
göstermek ve okumağa, düâ etmeğe gelenleri yağmurdan, güneşden korumak için
yapılmakdadır. (Mecma’ul-enhür), ikinci cildin beşyüzelliikinci
sahîfesinde diyor ki, (Muhammed bin Hanefiyye, Abdüllah bin Abbâsı defn edince,
kabri üzerine çadır kurdu. Ziyâretciler, üç gün bu çadırda okudular). Eshâb-ı
kirâmın yolunda olan, türbe yıkmaz, türbe yapar.
(Keşf-ün-nûr)da
diyor ki, (Âlimlerin, Velîlerin kabrleri üzerine türbe yapmak, onları câhillerin
hakâretlerinden korumak içindir. (Câmi’ul-fetâvâ)da ve (Tenvîr)de,
kabr üzerine kubbe yapmak mekrûh değildir diyor. Câhillerin Evliyâyı yaratıcı
sanmalarından korkduğumuz için, türbeleri yıkıyoruz sözü küfrdür. Fir’avn da
böyle söylemişdi. Fesâd çıkarıyor diyerek, Mûsâ aleyhisselâmı öldürmeğe
kalkmışdı. Allahü teâlâ Evliyâsını seviyor. Onların istediklerini yaratıyor.
Onlar ise, Allahü teâlâya ve Evliyâ ve bütün müslimânlara sû’i zan ediyorlar.
Müslimânlara sû’i zan etmek harâmdır. Velî, diri iken de, ölü iken de birşey
yaratmaz. Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olur. Evliyânın rûhları, kabrdeki
bedenleri ile alâkalıdır. (Künûz)da yazılı, Deylemînin bildirdiği hadîs-i
şerîfde, (Öldükden sonra da, hayâtda olduğum gibi bilirim), anlarım
buyuruldu). Diri veyâ ölü olan bir Velîden feyz almak, fâidelenmek için, onu
sevmek ve hurmet etmek lâzımdır. Câhil halk, ölüyü toprak altında, hareketsiz
görünce, onu kendinden aşağı sanır. Türbeyi, Sandukayı da herkesin saygı ile
ziyâret etdiğini görünce, o da saygılı olur. Ya’nî türbe ölü için değil,
dirilerin, saygılı olup, Velîden istifâde edebilmeleri için yapılmakdadır. Ehl-i
sünnet âlimleri buyuruyor ki, kabr üzerine, süs için, övünmek için türbe yapmak
harâmdır. Unutulmamak için olursa mekrûhdur. Meyyiti hırsızdan, hayvandan
korumak için ise, mekrûh olmaz. Önceden yapılmış türbeye defn etmek câizdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” oğlu İbrâhîmin kabrini bir karış yüksek
yapdı ve sıvatdı. Bir gün İbrâhîmin kabri yanından geçerken, bir yerini açılmış
görünce, burasını kapatdığı (Hülâsa)da yazılıdır. İslâm âlimlerinin
hiçbiri, türbeleri puta benzetmemiş, en aşırı yazanı, harâm olacağını
bildirmişdir. Türbe ziyâret ederek, Evliyâya tevessül eden müslimânlara, hiçbir
âlim sû’î zan etmemiş, kötülememişdir. (Feth-ul-mecîd) kitâbının
ikiyüzkırkikinci sahîfesinde, (İbni Hacer-i Mekkî, (Zevâcir) kitâbında,
kabrler üzerine kubbeler yapmak büyük günâhdır. Müslimân meliklerinin,
vâlîlerinin, bu kubbeleri yıkmaları vâcibdir. Önce imâm-ı Şâfi’înin kubbesini
yıkmalıdır diyor) yazmakdadır. Hâlbuki, İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh”
(Zevâcir) kitâbında, (Kabrler üzerine kubbe yapmak büyük günâhdır)
demiyor. (Umûmî, ya’nî herkesin gömüldüğü ve vakf kabristânlardaki türbeleri
yıkmalıdır. Çünki, yer kaplıyarak, müslimânların gömülmelerine mâni’ olurlar)
buyuruyor. Yoksa, türbe yapmağa, türbe ziyâretine harâmdır, küfrdür demiyor.
Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını değişdirmekden hayâ
etmiyenlerin, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
kitâblarındaki bilgileri de, değişdirerek, yazarak müslimânları aldatmağa
kalkışdıklarının açık bir vesîkası da, İbni Hacer-i Mekkî hazretlerine
yapdıkları bu iftirâdır.
İbni
Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” hazretleri (Fetâvâ-i fıkhiyye)nin
yüzyirmibeşinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Peygamberlerin türbelerinde nemâz
kılmak sahîhdir. Mekrûh dahî değildir. Peygamberler, mezârlarında diridirler.
Fekat, onların hayâtları, her bakımdan bizim hayâtımız gibi değildir. Yimeleri,
içmeleri, ibâdet yapmaları lâzım değildir. Meleklerin hayâtına benzer. Lezzet
almak için ibâdet yaparlar. Çünki, kabr hayâtında cenâb-ı Hakkı müşâhedeleri,
dünyâdakinden dahâ mükemmeldir). Birinci kısmda, yetmişinci maddeye bakınız!
Sudândaki islâm
âlimlerinden Tâhir Muhammed Süleymân Mâlikî (Zahîretül-fıkhil-kübrâ)
kitâbında diyor ki, (Şeyh Advî, kabrler üzerine türbe yapmak, dört şart ile câiz
olur dedi. Kabr yeri, meyyitin mülkü olmalıdır. Türbede fesâd, bid’at
yapılmamalıdır. Türbeler, zevk ve tefâhur vâsıtası olmamalıdır. Kabrdeki Velîye
alâmet niyyeti ile yapılmalıdır. İbni Teymiyyenin sapık sözlerinin kıymeti
yokdur.).
|