| 
 
16 -  
FIKH, MEZHEB, İMÂM-I A’ZAM 
(Mecmû’a-i 
Zühdiyye) 
kitâbının başında diyor ki: 
Fıkh 
kelimesi, arabcada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, ya’nî dördüncü bâbdan 
olunca, bilmek, anlamak demekdir. Beşinci bâbdan olunca, ahkâm-ı islâmiyyeyi 
bilmek, anlamak demekdir. (Ahkâm-ı islâmiyye)yi bildiren ilme (Fıkh 
ilmi) adı verildi. Fıkh bilgilerini bilen kimseye (Fakîh) denir. Fıkh 
ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkh 
bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ’-ı ümmetden ve kıyâsdan 
meydâna gelmekdedir. Fıkh bilgisinin bu dört kaynağına (Edille-i şer’ıyye) 
denir. Müctehidler, bu dört kaynakdan ahkâm çıkarırlarken dört (Mezheb)e 
ayrılmışlardır. Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve bunlardan 
sonraki asrda gelen müctehidlere (Selef-i sâlihîn) denildiğini, ikinci 
kısmın dördüncü maddesinde, îmânı anlatırken bildirmişdim. Selef-i sâlihînin söz 
birliğine (İcmâ’-ı ümmet) denir. Kur’ân-ı kerîmden veyâ hadîs-i 
şerîflerden veyâ icmâ’-ı ümmetden çıkarılan ahkâm-ı islâmiyyeye (Kıyâs-ı 
fükahâ) denir. Bir işin, halâl veyâ harâm olduğunu (Kıyâs) yolu ile 
anlamak için, halâl veyâ harâm olduğu bilinen başka bir işe benzetilir. Bunun 
için, o işi halâl veyâ harâm yapan sebebin, birinci işde de bulunması lâzımdır. 
Fıkh 
ilmini kuran, ilk yapan, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. 
Fıkh 
ilmi, ya’nî (Ahkâm-ı islâmiyye), dört büyük kısma ayrılır: 
1 - (İbâdât) 
olup beşe ayrılır: Nemâz, oruc, zekât, hac, cihâd. Herbirinin dalları çokdur. 
(Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd, insanları 
islâm dînine çağırmak, kabûl etmiyenlerle [Bu çağırıyı işitmelerine, işitenlerin 
îmân etmelerine mâni’ olan zâlimlerin orduları ile] kıtâl, ya’nî harb etmekdir. 
[Harbi devlet yapar. Devletin ordusu yapar.] Harb edenlere [ya’nî hükûmete, 
orduya] mal ile, fikr [söz ve yazı] ile ve sayılarını artdırmak ile ve 
tedâvîleri ile [ve düâ ederek] yardım etmek de cihâddır. Hadîs-i şerîfde, 
(Kâfirlere karşı malınızla, cânınızla ve dilinizle cihâd ediniz!) buyuruldu. 
[Birinci kısmda, onsekizinci maddeyi okuyunuz!]. Sulh zemânında hudûd başında 
beklemek, harb vâsıtalarını kullanmasını ve bunun için lâzım olan fen 
bilgilerini öğrenmek de cihâddır. Müslimânların böyle cihâd etmeleri farz-ı 
kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın, çocuk herkese, ya’nî yakın 
olanlara, eğer bunların da gücü yetişmezse, uzakda ve dahâ uzaklarda olanlara da
(Farz-ı ayn) olur. [(İbn-i Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh” 
beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede diyor ki, (Kadınlar cihâda mestûre 
olarak ve zevci veyâ mahremi ile gider).] [Cihâd yapan hükûmete] yardım 
etmiyenler günâha girer. Hücûm edince öldürüleceğini, hücûm etmezse esîr 
olacağını anlıyan, harb etmez. Fekat, düşmanlara zarar, müslimânlara fâide 
mevcûd olunca, [fedâi olarak çıkıp] hücûm etmesi iyi olur. Fâsık müslimânlara 
(Nehy-i anilmünker) yapmak [zararlarına mâni’ olmak] böyle değildir. Nasîhat 
ile ve zor ile mâni’ olmaları vâcib olanların, [din adamlarının ve diğer 
vazîfelilerin] fâidesi olmasa da, öldürüleceğini bilse de, mâni’ olmaları câiz 
olur. Fitneye sebeb olunca câiz olmaz. Kumandan kâfir şehrini muhâsara edince, 
önce islâma da’vet olunur. Kabûl ederlerse, bizimle kardeş olurlar. Kabûl 
etmezlerse, cizye denilen vergiyi verip (Zimmî) olmaları istenir. Cizye, 
cezâ, karşılık demekdir. Ölümden kurtulma ve mallarını, canlarını, her dürlü 
haklarını koruma karşılığında, kâfirlerin hükûmete verecekleri paradır. İki 
dürlü cizye vardır: Birincisi, kâfirlerle sulh yaparken, karârlaşdırılan 
mikdârdır. Bu mikdâr, sonradan hiç değişdirilemez. Cizyenin ikincisi, her ay 
sonunda, fakîrlerden bir dirhem gümüş alınır [ki, yarım gram altın 
değerindedir]. Orta hâllilerden iki dirhem, zenginlerden dört dirhem alınır. 
Çalışamıyandan ve senenin yarısından fazla hasta olandan birşey alınmaz. Senede 
onbin dirhemden fazla geliri olana zengin denir. İkiyüz dirhemden fazla kazanan 
orta hâllidir. Çocukdan, kadından, çok ihtiyârdan ve din adamlarından ve 
müslimândan cizye alınmaz. Zekât, uşr, cizye ve harâcdan başka hiç kimseden 
zorla vergi alınmaz. Alınırsa zulm olur. Sâhiblerine geri vermek lâzım olur. 
[Hükûmet, 
millete hizmet için yapacağı bütün masrafları, beyt-ül-mâldan karşılar. Beyt-ül-mâlın 
gelirleri yok ise veyâ az olup, ihtiyâcı karşılayamıyor ise, hükûmet yapacağı 
hizmetlerin karşılığını milletden vergi olarak ister. Milletin bu vergi 
borçlarını devlete tam vaktinde ödemesi lâzımdır. Ödemiyenlerden zor ile alınır. 
Üçüncü kısm, 21. ci maddeye bakınız!] 
Kâfir ordusunun 
kumandanı veyâ hükûmetleri, cizye vermeği de kabûl etmezse, [İslâm askeri] hücûm 
eder. Cizyeyi kabûl ederlerse, vatandaş olur, islâmın adâleti altında hür olarak 
yaşarlar. İbâdetlerini yapmaları, birbirlerine hınzır ve alkollü içki satmaları 
sahîh olur. Birbirleri arasında ve müslimânlarla onlar arasında, müslimânlar 
arasındaki haklar ve cezâlar ve ticârî mu’âmeleler yapılır. Onlara içki haddi 
cezâsı yapılmaz. Fâizden başka âdetleri suç sayılmaz. [Çünki fâiz, onların 
dîninde de harâmdır.] Düşman ordusu kuvvetli ise, mal vererek bile, sulh yapmak 
câiz olur. Mürtedler kuvvetli olup şehrleri alırlar, oraları (Dâr-ül-harb) 
olursa, hükûmetin zarûret hâlinde, onlarla da, sulh yapması câiz olur. 
İslâmın 
beş şartından sonra, ibâdetlerin en üstünü cihâddır. Şehîdin, kul haklarından 
başka bütün günâhları afv olur. Kul haklarını da, Allahü teâlâ Kıyâmetde 
halâllaşdıracakdır. Cihâdda ve hac yolunda ve hudûd boyunda nöbetde ölenlere, 
Kıyâmete kadar, bu ibâdetlerin sevâbı devâmlı verilir. Bedenleri çürümez. 
Herbiri Kıyâmetde yetmiş kişiye şefâ’at eder). Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi 
teâlâ aleyh” (Hadîka)da, ikinci cild, altıyüzotuzsekizinci sahîfede diyor 
ki, (Suda boğularak şehîd olana, karada şehîd olanın iki misli sevâb verilir). 
Hadîs-i şerîfde,
(Ok atmasını ve ata binmesini öğreniniz!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde,
(Ok atmasını öğrenip, sonra unutan bizden değildir), başka bir hadîs-i 
şerîfde, (Oyunun fâidesi olmaz. Yalnız, ok atmağı öğrenmek ve atını terbiye 
etmek ve âilesi ile oynamak hakdır) buyuruldu. Ya’nî fâideli ve lüzûmludur. 
Bu hadîs-i şerîfler, bütün harb vâsıtalarının hâzırlanmasını ve 
kullanılmalarının sulh zemânında öğrenilmesini emr ve teşvîk buyurmakdadır. 
Görülüyor ki, cihâda hâzırlanmak ibâdetdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve 
sellem”, din düşmanları ile cihâdın üç dürlü olduğunu bildiriyor: Fi’l ile, kavl 
ile, düâ etmek ile. Fi’l ile cihâda hâzırlanmak, yeni silâhları yapmasını ve 
kullanmasını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Zemânımızda ikinci savaş, ya’nî, 
dinsizlerin yazı ile, film ile, radyo ile, her çeşid propaganda ile saldırması 
aldı, yürüdü. Buna da karşı koymak cihâddır. [Bu kavlî cihâdın dahâ mühim ve çok 
sevâb olduğu, İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının 65. ci ve 193. cü 
mektûblarında uzun yazılıdır. Bu iki cihâd, hükûmetin emri ve izni ile yapılır. 
Hükûmete ısyân etmemek, kanûnlara karşı gelmemek vâcibdir.] 
2 - Fıkh 
ilminin ikinci kısmı (Münâkehât) olup, evlenme, boşanma, nafaka ve dahâ 
nice dalları vardır. 
3 - Fıkhın 
üçüncü kısmı (Mu’âmelât) olup, alışveriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs... 
gibi birçok bölümleri vardır. 
4 - (Ukûbât) 
ya’nî (Had) denilen cezâlar olup, başlıca altı kısma ayrılmakdadır: 
Kısâs, serhoşluk, sirkat, zinâ, kazf, riddet, ya’nî mürted olmak cezâlarıdır. 
Cezâlar günâhı ta’kîb etdiği için (Ukûbât) denir. 
Fıkhın ibâdât 
kısmını kısaca öğrenmek her müslimâna farzdır. Münâkehât ve mu’âmelât kısmlarını 
öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. [Her 
müslimânın, fıkhın dört kısmını, Dâr-ül-harbde de ahkâm-ı islâmiyyeye uygun 
yapması, uşr vermesi lâzımdır. Meselâ, kâfir ve mürted kadınların avret 
yerlerine, başlarına, kollarına, bacaklarına bakmak, Dâr-ül-harbde de harâmdır. 
Yalnız, Dâr-ül-harbde, kâfirler ile yapılan mu’âmelâtın ahkâm-ı islâmiyyeye 
uygun olmaması câizdir. Sigorta bahsine bakınız!] Mu’âmelât ve ukûbât kısmlarını, 
zimmîlerin de, ya’nî gayr-ı müslim vatandaşların da öğrenmeleri lâzımdır. Çünki, 
zimmînin de mu’âmelâta ve ukûbâta uymasını islâmiyyet emr etmekdedir. Dâr-ül-islâmda 
bulunan kâfir müste’minin yalnız mu’âmelâta uyması lâzımdır. 
Tefsîr, hadîs 
ve kelâm ilmlerinden sonra, en şerefli ilm fıkh ilmidir. Fıkh bilgisi okumak, 
geceleri nâfile nemâz kılmakdan dahâ sevâbdır. Âlimlerden “rahmetullahi teâlâ 
aleyhim ecma’în” okumak da, yalnız okumakdan dahâ sevâbdır. Aşağıdaki altı 
hadîs-i şerîf, fıkhın şerefini göstermeğe kâfîdir. 
Allahü 
teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar. 
Bir kimse 
fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden 
gönderir. 
Allahü 
teâlânın en üstün dediği kimse, dinde fakîh olan kimsedir. 
İmâm-ı a’zamın 
üstünlüğünü göstermeğe, yalnız bu hadîs-i şerîf yetişir. 
Şeytâna 
karşı bir fakîh, bin âbidden 
[ibâdet çok 
yapandan] dahâ kuvvetlidir. 
Herşeyin 
dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkh bilgisidir. 
İbâdetlerin 
efdali, en kıymetlisi, fıkh öğrenmek ve öğretmekdir. 
Hanefî 
mezhebindeki ahkâm-ı islâmiyye, Eshâb-ı kirâmdan Abdüllah ibni Mes’ûddan 
“radıyallahü anh” başlıyan yol ile meydâna çıkarılmışdır. Ya’nî, mezhebin reîsi 
olan imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, fıkh ilmini, Hammâddan, Hammâd da, İbrâhîm-i 
Nehâ’îden, bu da Alkamadan, Alkama da, Abdüllah bin Mes’ûddan, bu da Resûl-i 
ekremden “sallallahü aleyhi ve sellem” almışdır. 
Ebû 
Yûsüf, Muhammed, Züfer bin Hüzeyl ve Hasen bin Ziyâd, hep, İmâm-ı a’zamın 
talebesidir “rahimehümullah”. Bunlardan, imâm-ı Muhammed, din bilgilerinde, bin 
kadar kitâb yazmışdır. Talebesinden olan imâm-ı Şâfi’înin annesini nikâh etdiği 
için, ölünce, kitâbları, imâm-ı Şâfi’îye mîrâs kalarak, imâm-ı Şâfi’înin 
bilgisinin artmasına hizmet etmişdir. Bunun için imâm-ı Şâfi’î (Yemîn ederim ki, 
fıkh bilgim, imâm-ı Muhammedin kitâblarını okumakla artdı. Fıkh bilgisini 
derinleşdirmek istiyen, Ebû Hanîfenin talebesi ile beraber bulunsun) dedi. Bir 
kerre de (Bütün müslimânlar, İmâm-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir) 
buyurdu. Ya’nî, bir adam, çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı 
a’zam da, insanların, işlerinde muhtâc oldukları din bilgilerini meydâna 
çıkarmağı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmışdır. İmâm-ı 
Şâfi’înin ayrı bir mezheb kurması, İmâm-ı a’zamı beğenmemesi, ondan ayrılması 
demek değildir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” da ayrı 
mezhebleri vardı. Bununla berâber birbirlerini çok severler ve hurmet ederlerdi. 
Feth sûresinin son âyeti buna şâhiddir. 
İmâm-ı a’zam 
Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, fıkh bilgilerini toplayarak, kısmlara, kollara 
ayırdığı ve üsûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve 
sellem” ve Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiği 
i’tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. 
Talebesinden (İlm-i kelâm) ya’nî îmân bilgileri mütehassısları yetişdi. 
Bunlardan imâm-ı Muhammed Şeybânînin yetişdirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve 
bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de, Ebû 
Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Mâtürîdîyi yetişdirdi. Ebû Mensûr, 
İmâm-ı a’zamdan gelen kelâm bilgilerini, kitâblara yazdı. Yoldan sapmış 
olanlarla çarpışarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı. 
İmâm-ı a’zam 
Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, hergün sabâh nemâzını câmi’de kılıp, öğleye 
kadar tâliblere cevâb verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde (Kaylûle) 
yapardı. Güneş zevâle yaklaşınca kaylûle yapmak, ya’nî biraz uyumak sünnet 
olduğunu, İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bey’-ı fâsid bâbında 
bildirmekdedir. (Mevâhib-i ledünniyye)nin rü’yâ ta’bîri faslında ve (Şir’at-ül-islâm)da 
yazılıdır. Kaylûlenin öğleden sonra da yapılabileceği, (Mîzân)da 
yazılıdır. 
Öğle nemâzından 
sonra, yatsıya kadar, talebeye ilm öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz 
dinlenir, sonra câmi’e gider, sabâh nemâzına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, 
Selef-i sâlihînden, Mis’ar bin Kedâm-ı Kûfî ve başka kıymetli kimseler haber 
vermişdir. 
Ticâret ederek 
halâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin 
ihtiyâclarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc etdiği kadar da, 
fakîrlere sadaka verirdi. Her Cum’a günü, anasının, babasının rûhu için, 
fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Hocası Hammâdın “rahmetullahi teâlâ 
aleyh” evi tarafına ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak uzaklık 
vardı. Ortaklarından birinin, çok mikdârda bir malı, islâmiyyete uygun olmıyarak 
satdığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksanbin akçanın hepsini fakîrlere 
dağıtıp, hiç kabûl etmedi. Kûfe şehrinin köylerini haydûdlar basıp, koyunları 
kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehrde kesilip, halka satılabilir düşüncesi 
ile, o günden beri, yedi sene, Kûfede koyun eti alıp yimedi. Çünki, bir koyunun, 
en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişdi. Harâmdan bu derece korkar, her 
hareketinde islâmiyyeti gözetirdi. 
İmâm-ı a’zam 
“rahmetullahi aleyh”, kırk sene, yatsı nemâzının abdesti ile sabâh nemâzı kıldı 
[ya’nî yatsıdan sonra uyumadı]. Böyle olduğu (Mevdû’ât-ül-ulûm) ve (Dürr-ül-muhtâr)da 
ve (İbni Âbidîn) önsözünde ve (Mîzân-ül-kübrâ)da senedleri ile 
yazılıdır. [Bu büyüklerin zevceleri de, kendileri gibi, Allahü teâlâya ibâdet 
etmeği, Onun dînine hizmet etmeği zevk edinmişler, kendi haklarını ve 
zevklerini, Allah yolunda fedâ etmişlerdi. Eshâb-ı kirâmın hepsi de, 
zevcelerinin arzûları ve iznleri ile, Allahın dînini yaymak için uzak yerlere 
cihâda gitmişler, çoğu şehîd olup geri dönmemişlerdi. Zevceleri de, bu sevâblara 
ortak oldukları için sevinmişlerdi.] Ellibeş def’a hac yapdı. Son haccında, 
Kâ’be-i mu’azzama içine girip, burada iki rek’at nemâz kıldı. Nemâzda, bütün 
Kurân-ı kerîmi okudu. Sonra, ağlayarak (Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. 
Fekat, senin akl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu 
anlayışıma bağışla!) diyerek düâ etdi. O ânda bir ses işitildi ki, (Ey Ebû 
Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet etdin. Seni ve kıyâmete kadar, 
senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri afv ve magfiret etdim) buyuruldu. 
Hergün bir ve her gece bir kerre Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi. Bunlar (Dürr-ül-muhtâr)da 
ve (İbni Âbidîn)in önsözünde ve (Hayrât-ül-hisân)da ve (Mir’ât-i 
kâinât)da yazılıdır. (Mir’ât)da, (Hazânet-ül-müftîn) sonunda 
yazılı olduğu da bildirilmekdedir. Bir rek’at nemâzda Kur’ân-ı kerîmin hepsini 
hatm etmek, yalnız, Osmân bin Affân ve Temîm-i Dârî ve Sa’îd bin Cübeyr ve 
imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye nasîb olmuşdur. (Şir’at-ül-islâm)da diyor ki, (Kur’ân-ı 
kerîmi kırk günde hatm etmek müstehabdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve 
sellem” senede bir kerre hatm ederdi. Çünki, Onun mubârek kalbinde yerleşmişdi. 
Kur’ân-ı kerîmi okurken, ma’nâsını düşünmek ve kalbine yerleşdirmek lâzımdır. 
Bunun için, üç günden önce hatm etmeği yasak etmişdir. Osmân bin Affân, Zeyd bin 
Sâbit, Abdüllah ibni Mes’ûd, Übeyy-übnül Kâ’b-il-Hazrecî ve birçok sahâbîler 
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, haftada bir kerre hatm ederlerdi. Âbidler, 
haftada iki kerre, ilm neşr edenler, haftada bir kerre hatm okumalıdır). Hadîs-i 
şerîfde, (Kur’ân-ı kerîmi üç günden önce hatm eden, ma’nâsını anlayamaz) 
buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bir nemâzı hatm ile kılmağı yasaklamamakdadır. 
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” süâl edenlerin, hâline ve işine uygun 
bir zemânda hatm etmesini emr buyururdu. 
Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem”, İmâm-ı a’zamın geleceğini haber verdi. (Diyâ-i 
ma’nevî)de ve (Mevdû’ât-ül-ulûm)da ve (Hayrât-ül-hisân)da ve
(Mir’ât-i kâinât)da ve (Dürr-ül-muhtâr)da yazılı olan ve (İbni 
Âbidîn)de sahîh olduğu bildirilen hadîs-i şerîfde, (Âdem ve bütün 
Peygamberler “aleyhimüsselâm”, benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim 
içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nu’mân olan bir kimse ile öğünürüm ki, 
ümmetimin ışığı olacakdır. Onları, yoldan çıkmakdan, cehâlet karanlığına 
düşmekden koruyacakdır) buyurdu. (Yüzelli senesinde dünyânın zîneti 
gider) hadîs-i şerîfinin, İmâm-ı a’zam için olduğunu, büyük âlim İbni Hacer-i 
Mekkî bildiriyor. Çünki, İmâm-ı a’zam, [150] senesinde, yetmiş yaşında iken 
vefât etdi. Şemseddîn Sâmî beğ, (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki: 
(İmâm-ı a’zam 
Ebû Hanîfenin adı Nu’mandır. Babasının adı Sâbitdir. Ehl-i sünnetin dört büyük 
imâmının birincisidir. Muhammed aleyhisselâmın parlak olan dîninin büyük bir 
direğidir. Acemistânın ileri gelenlerinden birinin soyundandır. Dedesi, islâm 
dînini kabûl etmişdi. [80] yılında, Kûfe şehrinde doğdu. Eshâb-ı kirâmdan 
“aleyhimürrıdvân” Enes bin Mâlik ve Abdüllah bin Ebî Evfâ ve Sehl bin Sa’d-i 
Sâ’idî ve Ebüttüfeyl Âmir bin Vâsile zemânlarına yetişmişdir. Fıkh ilmini, 
Hammâd bin Ebî Süleymândan öğrendi. Tâbi’înden birçok büyük zâtlarla ve imâm-ı 
Ca’fer Sâdıkla sohbet etdi. Çok hadîs-i şerîf ezberledi. Mezheb imâmı olmasaydı, 
büyük bir hakîm, fikr adamı olacak şeklde yetişdi. Üstün bir akl ve herkesi 
şaşırtan zekâsı vardı. Fıkh ilminde, az zemânda, eşi, benzeri olmıyan bir 
dereceye yükseldi. Mervân bin Muhammedin Irâk vâlîsi Yezîd bin Amr, kendisine, 
Kûfe mahkemesi hâkimliğini teklîf etdi ise de, zühd ve takvâsı ve vera’ı da ilmi 
ve zekâsı gibi son derece çok olduğundan, kabûl etmedi. İnsanlık dolayısı ile 
kulların hakkını gözetmekde kusûr etmesinden korkdu. Yezîdin emri ile başına 
yüzon kamçı vurulduğu hâlde, yine kabûl etmedi. İkinci Abbâsî halîfesi Ebû 
Ca’fer Mensûr tarafından Bağdâd şehrine çağrıldı. Hâkim olması emr edildi ise 
de, yine kabûl etmedi. 
Fıkh 
ilmini ilk olarak kollara ayırmış, her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış ve
(Ferâiz) ve (Şurût) kitâblarını yazmışdır. Fıkhdaki çok geniş 
bilgisini ve hele kıyâsdaki hârik-ul’âde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm 
ve salâhdaki, akllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitâblar, sayılamıyacak 
kadar çokdur. Talebesi pekçok olup, içlerinden büyük müctehidler yetişmişdir. 
[150] yılında, yetmiş yaşında vefât etdi. Ebû Ca’fer Mensûrun emr etdiği temyîz 
başkanlığını kabûl etmediği için, zindâna atıldı. Kamçı ile döğüldü. Hergün on 
kamçı artdırılarak döğüldü. Kamçı sayısı yüz olduğu gün şehîd oldu. Selçûkî 
pâdişâhlarından sultân Melikşâhın vezîrlerinden Ebû Sa’îd-i Hârezmî, Ebû Hanîfe 
hazretlerinin mezârı üzerine mükemmel bir türbe yapdı. Sonra, Osmânlı 
pâdişâhları “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmâ’în”, bu türbeyi çok def’a ta’mîr ve 
tezyîn eyledi. 
Hanefî mezhebi, 
Osmânlı devleti zemânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. 
Bugün, dünyâ yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin 
pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedir). 
(Mir’ât-ül 
kâinât) 
kitâbında diyor ki: 
(İmâm-ı a’zamın 
babası Sâbit, Kûfede, imâm-ı Alî ile “radıyallahü anh” buluşup, İmâm hazretleri, 
buna ve evlâdına düâ buyurmuşdu. [Bunu (Dürr-ül-muhtâr) ve (Mevdû’ât-ül-ulûm) 
ve (Gâliyye) kitâbları yazmakda, (İbni Âbidîn) vesîkasını da 
bildirmekdedir.] Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâliki ve dahâ üç veyâ yedisini 
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gördü. Bunlardan hadîs-i şerîfler öğrendi. 
Hadîs-i şerîfde,
(Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin 
ışığı olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Nu’mân bin Sâbit adında 
ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim sünnetimi 
canlandıracakdır) buyuruldu. (Ebû Hanîfe adında biri gelir. O, bu ümmetin 
en hayrlısıdır), (Ümmetimden biri, sünnetimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. 
Adı, Nu’mân bin Sâbitdir), (Her asrda, ümmetimden, yükselenler olacakdır. Ebû 
Hanîfe, zemânının en yükseğidir), (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. 
İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır) 
hadîs-i şerîfleri meşhûrdur. Âlimlerden biri, rü’yâda, Resûlullaha “sallallahü 
aleyhi ve sellem”, (Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?) dedi. Cevâbında,
(Onun ilmi herkese lâzımdır) buyurdu. Başka bir âlim, rü’yâsında, (Yâ 
Resûlallah! Kûfe şehrindeki Nu’mân bin Sâbitin bilgileri için ne buyurursunuz?) 
dedi. (Ondan öğren ve onun öğretdiği ile amel et. O, çok iyi kimsedir) 
buyurdu. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” (Size, bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû 
Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilm ile, hikmet ile dolu 
olacakdır. Âhır zemânda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacakdır. 
Nitekim, şî’îler de, Ebû Bekr ve Ömer için helâk olacaklardır) dedi. İmâm-ı 
Muhammed Bâkır “rahmetullahi aleyh”, Ebû Hanîfeye “rahmetullahi teâlâ aleyh” 
bakıp (Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zemân, sen onu canlandıracaksın. Sen 
korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola 
çevireceksin! Allahü teâlâ yardımcın olacak!) buyurdu. 
Yukarıdaki 
hadîs-i şerîflerden birinci, ikinci ve beşincileri, (Hayrât-ül-hisân)da 
ve allâme Taşköprülünün (Mevdû’ât-ül’ulûm) kitâbında da yazılıdır. 
Kıymetli fıkh kitâbı (Dürr-ül-muhtâr)ın müellifi, önsözünde, (Âdem 
“aleyhisselâm” benimle öğündüğü gibi, ben de ümmetimden bir kimse ile 
öğünürüm. İsmi Nu’mân, soyadı, Ebû Hanîfedir. Ümmetimin ışığıdır) ve 
(Peygamberler benimle öğündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu 
seven, beni sevmiş olur. Onu sevmiyen, beni sevmemiş olur) hadîs-i 
şerîflerini yazıyor ve İbni Cevzînin buna mevdû’ demesi te’assubundandır, ya’nî 
inâdındandır. Çünki, çeşidli yollardan bildirilmişdir diyor. İbni Âbidîn, bu 
hadîslerin sahîh olduğunu bildiriyor ve bu satırları açıklarken buyuruyor ki, (İbni 
Hacer-i Mekkînin, (Hayrât-ül-hisân) kitâbında bildirdiği gibi, (Buhârî) 
ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, (Îmân süreyyâ yıldızına çıksa, Fâris 
oğullarından biri, elbette alıp getirir) buyuruldu. Fâris demek, Îrânın Fers 
denilen memleketindeki insanlar demekdir. İmâm-ı a’zamın dedesi buradandır. Bu 
hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a’zamı “rahmetullahi teâlâ aleyh” gösterdiği açıkdır. 
Bunda hiç şübhe yokdur.) 
Süyûtî, 
Zehebî ve Askalânî gibi hadîs âlimleri, birkaç hadîs-i şerîfe mevdû’ demişler 
ise de, bu sözleri, (Benim mezhebimdeki sahîh olmak şartları yokdur) demekdir. 
Uydurma hadîsdir demek istememişlerdir. İbni Teymiyye, İbni Cevzî ve Aliyyülkârî 
gibi kimselerin te’assub ile, hased ile yazdıklarına aldanarak, kıymetli 
kitâblarda bulunan bu hadîs-i şerîflere uydurma dememelidir. İkinci kısmda, 
beşinci maddeyi okuyunuz! (Berîka) kitâbının üçyüzonuncu sahîfesinde 
diyor ki, (Buhârî)de ve (Müslim)deki hadîs-i şerîfde, 
(İnsanların en hayrlısı, benim asrımda bulunan müslimânlardır. Ya’nî Eshâb-ı 
kirâmdır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Ya’nî 
Tâbi’îndir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. 
Onlardan sonra gelenlerde, yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine 
inanmayınız!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, vehhâbîlerin (Feth-ul-mecîd) 
kitâbında da yazılıdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, onlardan sonraki asrlarda 
gelenlerin ise çoğu, hadîs-i şerîfde bildirildiği gibidirler. İmâm-ı a’zam, bu 
hadîs-i şerîfde müjdelenen Tâbi’înden biridir. Hattâ, Tâbi’înin en üstünlerinden 
olduğunu, bütün müslimânlar, hattâ dinli dinsiz her ilm adamı bilmekdedir. 
İmâm-ı a’zam “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu hadîsle müjdelenenlerin en 
üstünlerinden biri olduğundan, onun şânını, yüksekliğini anlatmak için, başka 
hadîs-i şerîf aramağa lüzûm yokdur. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin büyüklüğünü 
bildiren âlimlerden birisi Muhammed bin Mahmûd Hârezmîdir. İmâmın Müsnedini şerh 
etmiş ve başında fazîletlerini bildirmişdir. Bu yazısı (Üsûlül-erbe’a) 
sonunda mevcûddur. 
Peygamberimiz 
“sallallahü aleyhi ve sellem”, yukarıdaki hadîs-i şerîfde, mezheb imâmlarını 
överken, vehhâbîler için bakınız ne buyuruyor: (Tenbîh)de ve 
(Muhtasar-ı tezkire)de yazılı iki hadîs-i şerîfde, (Kıyâmete yakın ilm 
azalır, cehâlet artar) ve (İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. 
Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. 
İnsanları doğru yoldan sapdırırlar) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, son 
zemânlarda, câhil, fâsık ve sapık din adamlarının çoğalacaklarını, müslimânları 
aldatacaklarını haber vermekdedir). 
Gençliğinde 
kelâm ilmine ve ma’rifete çalışıp, pek mâhir oldu. Sonra, imâm-ı Hammâda 
yirmisekiz yıl hizmet edip yetişdi. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid 
ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. İlmi, fazîleti, zekâsı, 
anlayışı, zühd ve takvâsı, emâneti, çabuk cevâblı olması, dîne bağlılığı, 
doğruluğu ve bütün insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zemânında 
bulunan ve sonra gelen bütün  müctehidler ve başka âlimler, üstün kimseler, 
hattâ hıristiyanlar, kendisini hep medh etmiş, övmüşdür. İmâm-ı Şâfi’înin (Fıkh 
bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) buyurduğu (Hayrât-ül-hisân) 
ve (Mîzân-ül kübrâ) ve (Mir’ât-i kâinât) ve (Mevdû’ât-ül-ulûm)da 
yazılıdır. Hâfız Zehebî, (Es-sahîfe fî menâkıb-i Ebî Hanîfe)de ve İbni 
Hacer-i Mekkî, (Kalâid-ül-ukbân fî-menâkıb-in Nu’mân)da ve Hamevî, (Eşbâh) 
şerhinin başında ve Muhammed bin Yûsüf, (Sîret-i Şâmî)de ve müftî Mahmûd 
Pişâvürî, fârisî (Huccet-ül-islâm) kitâbında, imâmı Şâfi’înin (Fıkh âlimi 
olmak istiyen, Ebû Hanîfenin kitâblarını okusun!) dediği ve bunu imâm-ı 
Müzenînin haber verdiğini yazmakdadırlar. Bir kerre de (Ebû Hanîfe ile teberrük 
ediyorum. Hergün, mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, Onun 
kabrine gidip, iki rek’at nemâz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi 
verir) buyurduğunu, yine bu kitâblar yazmakda ve (İbni Âbidîn) önsözünde 
ve (Şevâhid-ül-hak) yüzaltmışaltıncı sahîfede bunu îzâh etmekdedir. (Gâliyye)de 
diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, Ebû Hanîfenin kabri yanında sabâh nemâzını kılar, Ona 
hurmeten, kunût okumazdı. Yeryüzünde Ebû Hanîfeden üstün âlim yokdu). İmâm-ı 
Şâfi’î, İmâm-ı a’zamın ikinci talebesi olan imâm-ı Muhammedin talebesi idi. (Allahü 
teâlâ, bana ilmi iki kimseden ihsân etdi. Hadîsi, Süfyân bin Uyeyneden, fıkhı, 
Muhammed Şeybânîden öğrendim) buyurdu. Bir kerre de (Din bilgilerinde ve dünyâ 
işlerinde, kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da, imâm-ı Muhammeddir) 
buyurdu. Yine imâm-ı Şâfi’î buyurdu ki, (İmâm-ı Muhammedden öğrendiklerimle, bir 
hayvan yükü kitâb yazdım. O olmasaydı, ilmden birşey edinemiyecekdim. İlmde, 
herkes, Irâk âlimlerinin çocuklarıdır. Irâk âlimleri de, Kûfe âlimlerinin 
talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfenin talebesidir). İmâm-ı a’zam, 
dörtbin kimseden ilm aldı. Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din mes’elesi çözülmüş, 
hepsi cevâblandırılmışdır. 
İmâm-ı a’zamın 
takvâsı çok fazla idi. Halâl yimek için, ticâret yapardı. Ortakları vardı. 
Şübheli sandığı binlerle lira kazancı, fakîrlere ve din adamlarına dağıtırdı. 
Yüzlerce talebesini kendi kazancından besler, ihtiyâclarını giderirdi. Otuz yıl, 
hergün oruc tutdu. [Yalnız bayramlarda beş gün tutmazdı.] Geceleri nemâz kıldı. 
Günün çok sâatini, mescidde ders vermekle, halkın sorularını cevâblandırmakla 
geçirirdi. Geceleri, mescidde ve evinde, sâhibine ibâdet ederdi. Kırk yıl, 
yatsının abdesti ile sabâh nemâzını kıldı. Çok kerre, bir rek’atda veyâ iki 
rek’atda bütün Kur’ân-ı kerîmi okurdu. Ba’zan da, yalnız bir azâb veyâ rahmet 
âyetini nemâzda veyâ nemâz dışında tekrâr tekrâr okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, 
sızlardı. İşitenler, hâline acırdı. Fakîrler gibi giyinirdi. Ba’zan da, Allahü 
teâlânın ni’metlerini göstermek için çok kıymetli elbise giyerdi. Ellibeş kerre 
hac yapdı. Yalnız rûhu kabz olunduğu yerde, yedibin kerre hatm-i Kur’ân okumuşdu. 
(Ömrümde bir kerre güldüm. Ona da pişmânım) demişdir. Az söyler, çok düşünürdü. 
Ba’zı din konularında, talebesi ile münâzara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı 
nemâzını cemâ’at ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı dahâ 
mescidde iken, bir konu üzerinde, talebesi Züfer ile sabâh ezânına kadar 
konuşup, ikinci ayağını dışarı çıkarmadan, sabâh nemâzını kılmak için, yine 
mescide girmişdir. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” (Dörtbin dirheme kadar nafaka 
câizdir) buyurdu diyerek, kazancının dörtbin dirheminden fazlasını fakîrlere 
dağıtırdı. Yezîd bin Amr, Kûfe şehrine vâlî ve hâkim yapmak istedi. Kabûl 
buyurmadı. Habs edip döğdürdü. Mubârek başı, yüzü şişdi. Ertesi gün, İmâmı 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” çıkarıp tekrâr teklîf ve sıkışdırdıkda (Danışayım) 
buyurup izn aldı. Mekke-i mükerremeye gidip, beş altı yıl orada kaldı. 
Halîfe Mensûr, 
İmâma çok hurmet ederdi. Onbin akça ile bir câriye hediyye etmişdi. İmâm, kabûl 
etmedi. Bir akça, bir dirhem gümüş idi. Mensûr zâlim idi. [145] senesinde, 
İbrâhîm bin Abdüllah bin hazret-i Hasen, Medîne-i münevverede halîfeliğini i’lân 
eden kardeşi Muhammede yardım için asker topluyordu. Kûfeye gelmişdi. Ebû Hanîfe 
buna yardım ediyor diye yayıldı. Mensûr işitip, İmâmı, Kûfeden Bağdâda getirtdi. 
Mensûr, haklı olarak halîfedir diye herkese bildir dedi. Buna karşılık temyîz 
reîsliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı a’zam, çok takvâ sâhibi olup dünyâ 
makâmlarına kıymet vermediğinden, kabûl buyurmadı. Mensûr, incinip habs etdi. 
Otuz değnek vurdurup, mubârek ayağından kan akdı. Mensûr pişmân olup, otuzbin 
akça gönderdi ise de, kabûl buyurmadı. Tekrâr habs edip, hergün on değnek fazla 
vurdurdu. Onbirinci günü, halkın hücûmundan korkulup, zorla sırt üstü yatırıldı. 
Ağzına zehrli şerbet döküldü. [150] senesinde vefât ederken secde etdi. Nemâzını 
ellibin kadar kimse kıldı. Çok kalabalık olduğundan, güçlükle, ikindiye kadar 
kılındı. Yirmi gün nice kimseler gelip, kabri üzerinde nemâzını kıldı). 
Yediyüzotuz 
talebesi vardı. Oğlu Hammâd, talebesinin ileri gelenlerinden idi. 
İmâm-ı a’zam 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” ile talebesi arasında, ba’zı mes’elelerde ayrılık 
olmuşdur. (Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık, rahmetdir) hadîs-i 
şerîfi, bu ayrılığın fâideli olduğunu haber vermekdedir. 
Allahü 
teâlâdan çok korkardı. Her işinde Kur’ân-ı kerîme uymağa çok dikkat ederdi. 
Talebesine (Bir iş için, sözüme uymıyan bir sened elinize geçerse, benim sözümü 
bırakınız. O senede uyunuz!) buyururdu. Çünki, talebesi de, kendisi gibi 
müctehid idiler. Bütün talebesi yemîn ediyor ki, (Ona uymıyan sözlerimizi de, 
elbette ondan işitdiğimiz bir delîle, senede dayanarak söyledik). 
Müftîler, 
İmâm-ı a’zamın sözü ile hareket etmelidir. Onun sözü bulunmazsa, imâm-ı Ebû 
Yûsüfe uymalıdır. Bundan sonra, İmâm-ı Muhammedin sözü ile amel olunur. İmâm-ı 
Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin sözü bir tarafda, İmâm-ı a’zamın sözü karşı 
tarafda ise, müftî her iki tarafa göre fetvâ verebilir. 
İbni 
Âbidînin ve türkçe (Mecmû’a-i Zühdiyye)nin önsözlerinde ve şeyh-ul-islâm 
Kemâl paşa-zâde Ahmed bin Süleyman “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” 
efendinin (Vakfunniyyât) kitâbında diyor ki, (Fıkh âlimleri yedi tabaka, 
yedi derecedir. En yüksek derecesi, ahkâm-ı islâmiyyede müctehid olanlardır. 
Bunlara mutlak müctehid denir. Dört mezheb imâmları böyledir. İkinci tabaka, 
mezhebde müctehid denilen büyük âlimlerdir. Ebû Yûsüf ve imâm-ı Muhammed Şeybânî 
ve İmâm-ı a’zamın diğer talebeleri böyledir. Bunlar, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin 
koymuş olduğu üsûl ve kâ’idelere uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. 
Çıkardıkları hükmlerden ba’zıları, İmâm-ı a’zamın çıkarmış olduğu hükmlere 
uymıyabilir. [Bunlara da mezhebde mutlak müctehid denildiği (Mîzân-ül-kübrâ)da 
sh. 17 de yazılıdır.] Üçüncü tabaka, mes’elelerde müctehid olan âlimlerdir. 
Bunlar, ortaya yeni çıkan mes’elelerin hükmlerini bulurlar. Bunların bulduğu 
hükmlerin ilk iki tabakanın hükmlerine uygun olmaları lâzımdır. Hassâf, Tahâvî, 
Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî, Şems-ül-eimme Serahsî, Pezdevî, Kâdîhân ve 
benzerleri olan derin âlimler, üçüncü tabakadan müctehidlerdir. Bunlardan sonra 
olan tabakalardaki âlimler müctehid değildir. Mukalliddirler. Meselâ, dördüncü 
tabakadaki, (Eshâb-ı tahrîc) denilen âlimler, ictihâd yapamazlar. Mücmel, 
kısa bildirilmiş olup, iki dürlü anlaşılabilen hükmleri açıklayarak, bir 
ma’nâsını seçen Ebû Bekr Ahmed Râzî bunlardandır. 370 [m. 981] de Bağdâdda vefât 
etmişdir. Fıkh âlimlerinin beşinci tabakası, (Eshâb-ı tercîh)dir. 
Kendilerine gelmiş olan, çeşidli haberler arasından sahîh, evlâ olanları 
seçerler. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi Bürhâneddîn Mergınânî 
bunlardandır. Altıncı tabaka, (Eshâb-ı temyîz) olup, kavî hükmleri za’îf 
olanlardan, zâhir haberleri, nâdir haberlerden ayıran mukallid âlimlerdir. (Kenz), 
(Muhtâr) ve (İhtiyâr), (Vikâye) ve (Mecma’ul-bahreyn) 
kitâblarının sâhibleri bunlardandır. Bunların kitâblarında merdûd ve za’îf 
rivâyetler yokdur. Yedinci tabaka, yukarıda bildirilen hizmetleri yapamıyan, 
ancak önceki tabakaların kitâblarından doğru olarak nakl yapabilen, onları 
bildiren mukallidlerdir. [(Tahtâvî) ve (İbni Âbidîn)in ve (Dürr-ül-muhtâr)
sâhibinin bunlardan olduğu, (Mecmû’a-i Zühdiyye)de yazılıdır.] 
Altıncı tabakadan âlimler kıyâmete kadar bulunacaklar, hakkı bâtıldan 
ayıracaklardır. (Ümmetimden hak üzere olan âlimler, Kıyâmete kadar 
bulunacakdır) hadîs-i şerîfi, bunu haber vermekdedir). 
(Mîzân-ül-kübrâ)nın 
önsözünde diyor ki, (Dört mezheb imâmından “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” 
sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu iddiâ etmedi. Yalnız imâm-ı 
Muhammed bin Cerîr-i Taberî “rahmetullahi teâlâ aleyh” böyle iddiâda bulundu ise 
de, kabûl edilmedi. İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, mezhebde mutlak 
müctehid olduğunu söyler ve şâfi’î mezhebine göre fetvâ verirdi. Tesavvufun 
yüksek derecesine varmış olan ârif-i kâmiller, zevk ve vicdân ile ictihâd sâhibi 
olurlar. Halâl olan şeyleri, güzel kokuları ile, harâmları da, habîs kokuları 
ile anlarlar. Bir Ârif-i kâmilden feyz almadıkca, ictihâd derecesine yükselmek 
mümkin değildir. Bu dereceye yükselen Velînin, bir mezhebi taklîd etmesine lüzûm 
kalmaz. Onların hanefî, şâfi’î olduklarını söylemeleri, bu dereceye yükselmeden 
evvel, taklîd etmiş oldukları mezhebleridir. Vilâyet derecelerine yükselebilmek 
için, dört mezhebden birinin fıkh bilgilerini doğru olarak öğrenmek lâzımdır. 
Bunun için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olan ve o mezhebe bağlılığı bilinen sâlih 
bir zâtdan dinliyerek veyâ böyle birinin yazdığı ilmihâl kitâbından okuyarak 
öğrenmek şartdır. İ’tikâdı bozuk, mezhebsiz bir din adamından dinliyerek veyâ ne 
olduğu belirsiz kimsenin yazdığı kitâbdan okuyarak öğrendiğine uyan yâhud dört 
mezhebden birini taklîd etmiyen sôfî, dalâlete düşer, (zındık) olur. 
Başkalarını da yoldan çıkarmakda şeytânın yardımcısı olur.) 
[Yeni müslimân 
olan kimsenin veyâ âkıl ve bâlig olan müslimân evlâdının, evvelâ (Kelime-i 
şehâdet) söylemesi ve bunun ma’nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i 
sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan i’tikâd, ya’nî îmân edilmesi lâzım 
olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra Ehl-i sünnetin dört 
mezhebinden birinin kitâblarında yazılı olan fıkh bilgilerini, ya’nî islâmın beş 
şartını ve halâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun 
yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, 
ehemmiyyet vermiyen (mürted) olur. Ya’nî kelime-i şehâdet getirerek 
müslimân oldukdan sonra, tekrâr kâfir olur. Dört mezhebin i’tikâdı birbirinin 
aynıdır. Dört mezhebden birinin îmân ve fıkh bilgilerine tâbi’ olan [uyan] bir 
müslimâna (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denir. Dört mezhebden 
birinde olmıyan kimsenin îmânı bozulur. Yâ, (bid’at sâhibi), ya’nî sapık 
müslimândır. Yâhud, mürted olur. Bunun her ikisi de, tevbe etmeden ölürse, 
muhakkak Cehenneme girecek, ateşde yanacakdır. Bir iş yaparken, özrü hâsıl olup, 
bu işin kendi mezhebindeki şartlarından birine uyması güçleşen kimse, bu işi, 
dört mezhebden herhangi birindeki şartlarına uyarak yapar. Bu ikinci mezhebin, 
bu iş için olan şartlarının hepsine uyması lâzım olur. Bu şartlardan birine 
uyması zor olur, fekat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapması sahîh olur. 
İki mezheb zarûrî telfîk edilmiş olur. Kendi mezhebinde de zor olur ise, kendi 
mezhebindeki birinci şartı yapmaması câiz olur. Fekat, Eshâb-ı kirâmdan birinin 
ictihâdına göre câiz olabileceğini düşünmek iyi olur. İkinci kısm, 1. ci maddeye 
bakınız! Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtında hayâtda 
bulunan binlerce Sahâbînin herbiri müctehid idi. Dört mezhebden birini taklîd 
etmekde zorluk hâsıl olduğu zemân, Eshâb-ı kirâmdan birinin ictihâdına uygun 
olan ibâdetimiz sahîh olur. Özr olunca zann-ı gâlibimiz makbûl olur. Tevbe 
sûresinin 102. ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhâcirînin ve Ensârın önce 
olanları ve bunlara tâbi’ olanlar, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ da 
onlardan râzıdır. Onlara Cennetleri hâzırladım. Burada sonsuz kalacaklardır) 
buyurulmuşdur. Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” âlemlere 
rahmet oldukları ve herhangi birine tâbi’ olanın sonsuz se’âdete kavuşacağı bu 
âyet-i kerîmeden de anlaşılmakdadır.] 
  
Muzdarib bir gönülle, kâbûslu 
hayâllerle, 
vuslât-ı cânâna ve gülistâna 
elvedâ! 
Gizli âh çekmelerle, içli 
iniltilerle, 
zevkıne doymadığım nevbehâra 
elvedâ’! 
  
Gökler karardı yine, hiçbir yer 
görünmiyor, 
mübhem bir kuvvet beni, her an geri 
çekiyor, 
Mâdem ayrılacakdın, yâ niçin geldin 
diyor, 
basdığın azîz taş ve topraklara 
elvedâ’! 
  
Göz yaşım ummân oldu, yol vermiyor 
geçeyim, 
ayrılıp, göz nûrumdan, ben nereye 
gideyim? 
Bu firak ateşiyle, yanıp yanıp 
biteyim, 
hergün yeniden doğan arzûlara 
elvedâ’! 
  
Zulmet basdı cihânı, bütün emeller 
söndü, 
kalbim kan ağlar dâim, rûhum 
çılgına döndü. 
Demek ayrılık geldi ve bana yol 
göründü, 
bu derdsiz yolculara, bu yollara 
elvedâ’! 
  
Son bir def’a bakayım, o hüsn-i 
cemâline, 
bir nazarın değişmem, bütün dünyâ 
mâline, 
İster gülsün gâfiller, bu âşıkın 
hâline, 
bundan böyle neş’e ve sürûrlara 
elvedâ’! 
  
Rabbimden diliyorum, yakınlara 
gelmeni, 
âh yine görebilsem, dünyâ göziyle 
seni! 
Ayrılık pek yakıyor, al bağrına bas 
beni, 
fâidesiz hayâllere, hulyâlara 
elvedâ’! 
  
Gözün, gönlün arkada, nereye 
gidiyorsun? 
bakmağa kıyamazken, nasıl terk 
ediyorsun! 
(Allaha ısmarladık!) düşün kime 
diyorsun! 
aslsız, hakîkatsız, rü’yâlara 
elvedâ’! 
  
Nereye gidiyorsun, ey yârine 
doymayan? 
bir ân fazla görmeği bulunmaz 
ni’met sayan, 
Hasretîle gün be gün, kavrul, 
alevlen ve yan! 
cihânı tenvîr eden en son Nûra 
elvedâ’! 
  
Nereye gidiyorsun, ondan nasıl 
ayrıldın? 
seni yakan o değil, kendi kendini 
yakdın! 
Düşün! Göz yaşlariyle, kimin yüzüne 
bakdın? 
ayrılırken inleyen bakışlara 
elvedâ’! 
  
Mâzîyi hâle tebdîl edip, 
seyredeceğim, 
gönlümü gözyaşîle, tesellî 
edeceğim. 
Derin iniltîle âh, ayrılık 
diyeceğim, 
yârı bırakıp giden, bu firâra 
elvedâ’! 
  
Karşımdaki hayâlin, biraz dahâ kal 
diyor, 
kalbini benim gibi, bu sevdâya sal 
diyor, 
Öp elimi hasretle ve düâmı al 
diyor, 
en derin sevgilerle, azîz yâra 
elvedâ’! 
                                                |