15 -
ALLAHÜ TEÂLÂNIN İSMLERİ
Allahü
teâlânın ismleri çokdur. Sayısını bilmiyoruz. İsmlerinden doksandokuzunu, Kur’ân-ı
kerîmde insanlara bildirmişdir. Kâdî zâde Ahmed efendi, (Birgivî
vasıyyetnâmesi) şerhinde diyor ki, (Allahü teâlânın doksandokuz ismine
(Esmâ-i hüsnâ) denir. Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfiyye)dir. Ya’nî
islâmiyyetin bildirmesine bağlıdır. İslâmiyyetin bildirdiği ismler ile çağrılır
ve onlar ile zikr olunur. Bunlardan başka ismler ile çağırmağa, zikr etmeğe,
islâmiyyet izn vermemişdir). (Şerh-i Mevâkıf), beşyüzkırkbirinci
sahîfesinde diyor ki, (Kâdî Ebû Bekr “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki,
Allahü teâlâya yakışmaz ma’nâ çıkmıyan, Ona yakışan ism söylenebilir. Çoğunluk
ise, belli doksandokuz ismden başkası söylenemez dedi).
Bundan
anlaşılıyor ki, Allahü teâlâya (Tanrı) demeğe izn yokdur. Ya’nî tanrı demek
günâh olur. Allah ismini kullanmak istemeyip, bunun yerine, tanrı demek veyâ
doksandokuz ismden birini bile kullanmak istemek, çok büyük ve çirkin suç olur.
Nûh
aleyhisselâmın oğlu Yâfes mü’min idi. Evlâdı çoğalınca, onlara reîs olmuşdu.
Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi, Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes
nehrden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tutdu.
Bunun evlâdı çoğalarak, bunlara Türk denildi. Bu Türkler, ecdâdı gibi, müslimân,
sabrlı, çalışkan insanlardı. Bunlar zemânla çoğalarak Asyaya yayıldı. Başlarına
geçen ba’zı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, puta tapdırmağa başladılar.
Bunlardan, bugün Sibiryada yaşayan Yâkutlar, hâlâ puta tapmakdadır. Dinden
uzaklaşdıkca, eski medeniyyet ve ahlâklarını da gayb etmişlerdi. Hele Hunlar ve
onların reîslerinden Attilâ, dinsizliği ve zulmü ile (Allahın gadabı) ismini
almışdı. İslâm güneşi Mekke-i mükerremeden doğarak, ilm, ahlâk ve her dürlü
fazîlet ışıklarını dünyâya saçınca, Romalıların, Asyaya kadar yayılan sefâhet ve
ahlâksızlıkları ve Asyayı, Afrikayı kaplamış olan dinsizlik, câhillik ve vahşet
altında yetişmiş diktatörler, sömürdükleri insanların islâmiyyeti işitmelerine,
anlamalarına mâni’ oldular. Bu engeller kılınc gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk
hâkânları, asâletleri ve uyanık olmaları sebebi ile islâmiyyetin işitilmesine
mâni’ olmadılar. Şemseddîn Sâmî, (Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki: (Hazer
gölünün şarkındaki Aral gölünün şark tarafına, şimâlde Seyhun, cenûbda Ceyhun
nehrleri, şimâl-i garbîye doğru akarlar. İki nehr arasına (Mâ-verâ-ün-nehr)
denir. İki göl arasının cenûb kısmına (Hârizm) denir. Merv şehri
buradadır. Bunun cenûbu, Îrânın (Cürcân) ve (Horasan)
vilâyetleridir. Buraya şimdi (Türkmenistân) deniyor. Aral gölünün
şimâline (Kazakistân) deniyor. Mâ-verâ-ün-nehrin cenûbuna (Özbekistân)
deniyor. Buhâra, Semerkand, Taşkend buradadır. Bunun şarkına (Tâcikistân)
deniyor. Yârkend, Fergâne ve Kâşgar buradadır. Bu memleketlerin hepsine
(Türkistân) denir. Buhârâyı, 55 de, Horasan vâlîsi Saîd bin Osmân ibni
Affân, Semerkandi ve bütün Mâverâ-ün-nehri 77 de Kuteybe feth eyledi. Semerkandi,
1285 [m. 1868] de ve bütün Türkistânı, 1292 de ruslar istilâ eyledi. [Osmânlı
devletinin idâresini ele geçirmiş olan masonlar, bu istilâlara seyirci
kaldılar.] Türkün asâleti ile islâmiyyetin şerefi bir araya gelmeden çok önce,
Âsûrîler Türkistâna girerek, Türkleri, güneşe, yıldızlara tapınmağa alışdırmışdı).
Tanyeri ağarınca, güneşe tapınırlardı. Bu sebebden, güneşin ismi, tanyeri ve
nihâyet tanrı oldu. Kur’ân-ı kerîmde, (Benim ismim Allahdır. Beni Allah diye
çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız!) meâlinde
müteaddid âyet-i kerîmeler vardır. Ona, Onun istediği ismi söylemeyip de,
kâfirlerin, Onun en sevmediği ma’bûdlarına koydukları tanrı ismi ile Onu
çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu meydândadır. Meselâ, bir
hükümdâr, emri altında bulunan kimselere: (Benim ismim Ahmeddir. Beni, Ahmed
diye çağırınız!) dese, onlar da, (Hayır efendim. Bizim canımız sana Ahmed demek
istemiyor. Taş veyâ kurd, köpek veyâhud en aşağı, büyük düşmânının ismi ile
çağırmak istiyoruz) deseler ve öyle çağırsalar, nasıl çok kızarsa, Allah ismi
yerine, Onun emr etmediği, hattâ düşmanı olduğu tanrı ismini söyliyerek ezân
okumak ve ibâdet etmek, Allahü teâlâyı gadaba getirir, düşmanlığa sebeb olur.
İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ezânı anlatmağa başlarken buyuruyor ki:
(Ezân, bildirilen şeklde, bildirilen kelimeleri okumakdır. Ma’nâsı aynı olsa ve
herkes anlasa da, tercemesini okumak câiz değildir. Tegannî ederek, ya’nî
kelimeleri bozarak da okumak câiz değildir. Kelimeleri bozmak demek, mûsikî
perdesine uydurmak için, hareke, harf ve med [uzatmak] eklemek veyâ çıkarmak
demekdir. Böyle okunan ezânı ve Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidleri dinlemek de
günâhdır. Bunları ilâve etmeden, ya’nî kelimeleri bozmadan tegannî etmek, [ya’nî
sesi güzelleşdirmek] câizdir ve iyidir.)
İbâdetler emre
uygun yapılmazsa oyuncak olur. Dîni, oyun yapmak, âdete uydurmak ise, kâfirliğin
en kötüsü, en çirkinidir.
Allahü
teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiği doksandokuz isminden birçoğu, yaratıcı
olduğunu göstermekdedir. Meselâ, Mukît, Hâlık, Bâri, Müsavvir, Razzâk, Mübdi,
Mu’îd, Muhyî, Mümît, Kayyûm, Vâlî, Bedî’ ismleri böyledir.
Bu oniki ismden,
meşhûr olan (Hâlık) ismi, takdîr, ta’yîn edici demekdir. (Bâri)
var edici demekdir. (Müsavvir) sûret vericidir. Meselâ, bir mühendis,
binâ yapmak isteyince, önce lâzım olan kereste, tuğla, çimento, demir, arsa,
odaların adedi, büyüklüklerini takdîr ve ta’yîn eder, keşf eder, plân hâzırlar.
Halk, bu demekdir. Sonra, mi’mâr bu plâna göre binâyı yapar. Mi’mâr binânın
bârisi olur. Nihâyet, binânın nakşları, süsleri yapılır. Bunu yapan, müsavvir
olur.
Allahü
teâlânın, her işinde, şerîki, ortağı yokdur. Her varlığın hâlıkı, bârisi,
müsavviri yalnız Odur. Yaratmak, yokdan var etmekdir. Maddeyi, elemanı yok iken
var etmek ve var etdikden sonra, başka bir varlığa çevirmek de yaratmakdır.
Meselâ, (İnsanı nutfeden, cinni ateş alevinden yaratdı) meâlindeki âyet-i
kerîme böyle olduğunu bildirmekdedir. Yerler, gökler, bugün bildiğimiz yüzbeş
basît cism (eleman) yok idi. Bunların hepsini sonradan var etdi. Elemanları,
oksidleri, asidleri, bazları, tuzları birbiri ile birleşdirerek, parçalıyarak
milyonlarla uzvî (organik) ve inorganik cismler meydâna getirmekde, ya’nî
yaratmakdadır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, herşeyi bir sebeb, bir vâsıta
ile yaratmakdadır. Sebebleri yapan, var eden, bunlarda aktiflik, te’sîr kuvveti
yaratan da Odur. Cismlerin fizik ve kimyâ özellikleri, fizik, kimyâ, biyoloji
olayları, reaksiyonları, Onun yaratdığı sebeblerdir. Elektrik, ısı, mekanik,
ışık ve kimyâ enerjilerini ve tepkimeleri hâsıl eden çeşidli kuvvet şekllerini
sebeb olarak yaratmışdır. Bu sebebleri, cismleri yaratmasına vâsıta kıldığı
gibi, insan aklını, insan gücünü de, kendi yaratmasına vâsıta kılmışdır. Meselâ,
kömürün, beşyüz derece üstüne, ya’nî tutuşma sıcaklığına kadar ısınarak yanma
olayının başlamasına, kibritin alevi sebeb olmakda ise de, kömürün
oksidlenmesini, yanmasını yaratan Odur. Kibrit, yanma olayının yaratıcısı
değildir. Çünki, kibritin yapısını, özelliklerini, alevini, ısı enerjisini,
karbon atomlarının oksigene ilgisini, olayın ekzoterm olup, kömürü ısıtıp
kırmızı şuâ’ (ışıma) yaymasını yaratan hep Odur. Bunun gibi, tuz asidi içinde,
çinko eriyip, çinko klorür adında, yeni özellikde bir bileşik cism meydâna
geliyor. Bu iyon şebekesini çinko atomları ve asit molekülleri yaratdı
denilemez. Çünki, çinko klorür denilen iyon şebekesindeki, çinko ve klorür
iyonlarının atomlardan meydâna gelişindeki elektron mubâdelesinde ve bunun
sebeblerinde, iyonlar arasındaki çekme ve itme kuvvetlerinde, çinko ve asit
birşey yapmadığı gibi, çinkoyu asidin içine atan insan da, bu işinden başka,
birşey yapmamışdır. Çinko klorürün meydâna gelmesinde, insan seyrci kalmış, iyon
şebekesini hâsıl eden tepkimeyi, özellikleri, kuvvetleri, Allahü teâlâ
yaratmışdır. Demek ki, insanın aklı ve gücü de, diğer tabî’at kuvvetleri gibi,
Allahü teâlânın önce yaratmış olduğu, maddeler, elemanlar, özellikler,
kuvvetler, enerjiler arasındaki şartları, dengeleri değişdirerek, yeni bir
dengenin, bir âhengin, bir sistemin yaratılmasına bir sebeb, bir vâsıtadan başka
birşey değildir. Şu hâlde, Arşimed, bir kanûn yaratmamış, dahâ önce mevcûd olan
özellikler arasındaki bir bağlantıyı görebilmişdir. Bunun gibi, phonograph,
megaphon, elektrik ampulü gibi âletlere son şeklini veren Thomas Edison, bunları
yaratmamış, yapmamış, yapılmasına sebeb olmuşdur. Bunları yaratan, Allahü
teâlâdır. Edisonun bunları yaratması şöyle dursun, mevcûd maddeleri bir araya
toplayıp, yeni âletlerin yaratılmasına sebeb olurken, elinin, ayağının, gözünün,
diğer duygularının, çeşidli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve dahâ nice
organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, âletlerin yapısından,
içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi bile yokdu. Ne kendinin, ne de
kullandığı şeylerin birçok inceliklerinden haberi olmıyan bir vâsıtaya, bir
sebebe yaratıcı denilir mi? Yaratıcı, bunların en ufağını, en incesini, hepsini
bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır.
Üniversiteden
birkaç diploması bulunan, yeni literatürleri okuyup, çok tecribesi olan, zekî ve
akllı bir fen adamı iyi anlar ki, insan, bütün işlerinde, bütün buluşlarında,
bir vâsıtadan, bir sebebden başka birşey değildir. Her olayı, her reaksiyonu,
her hareketi yapan, her kanûnu idâre eden, yalnız Allahü teâlâdır. İnsan gücünü,
tabî’î kuvvetlerden ayıran biricik şerefli pay, düşünceli, şu’ûrlu olarak vâsıta
olmasıdır. İnsan, Allahü teâlânın yaratmasını, kendi istediği gibi tecellî
etdirebilmekdedir. Allahü teâlâ, insanlara bu şerefli payı ikrâm ederek, diğer
mahlûklarından ayırdığını, onu, böylece, başka mahlûklardan üstün yaratdığını,
İsrâ sûresi, yetmişinci âyetinde beyân buyurmakdadır.
Yaratıcı,
yalnız Allahü teâlâdır. Allahdan başkasına, her ne maksadla olursa olsun,
yaratıcı demek küfrdür. (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde, (Bir kimse, rızk
Allahdandır. Fekat, kulun da hareket etmesi lâzımdır dese, kâfir olur. Çünki,
hareket de Allahdandır) yazıyor. Ya’nî, hareketi ve işi insan yaratıyor diyen
kâfir olur. Bursalı İsmâ’îl Hakkı hazretleri, (Huccet-ül-bâliga)da diyor
ki, (Hakîkatde hâlık ve râzık Allahü teâlâdır. İnsana hâlık veyâ râzık demek
ilhâddır. İnsanın sıfat-i asliyyesi acz ve iftikardır. Hak teâlânın sıfat-ı
zâtiyyesi, kudret ve gınâdır). İnsanlara, yaratdı, yaratıcı dememeli, Allahü
teâlâya mahsûs olan Hâlık ismini, kimse için kullanmamalı ve ad takmamalıdır.
Rahmân ve Rahîm ismleri de böyledir.
Allahü
teâlâ, birşeyi yaratmasına, başka şeyleri sebeb yapmışdır. Birşeyin
yaratılmasını istiyen, onun yaratılmasına sebeb olan şeyleri elde etmelidir.
Birşeyin yaratılmasına sebeb olan şeyler arasında insan gücü de varsa, yaratılan
şeye (Sun’î cism) veyâ (Artifisiel) denir. Meselâ, kok kömürü,
turyağı sun’î maddedirler. Maddenin yaratılmasına yarayan sebebler arasında
insan gücü bulunmazsa, böyle yaratılan maddeye (Tabî’î cism) veyâ
(Natürel) denir. Tabî’î maddenin meydâna gelmesine insan gücü karışmazsa da,
bunun kullanılacak hâle sokulmasına, insan gücü de sebeb olmakdadır. Taşkömürü,
tereyağı tabî’î maddedirler. Tabî’î maddeler için tabî’at yaratdı demek ve sun’î
maddeler veyâ olaylar için de insan yaratdı demek, başka sebeblere de yaratıcı
demek gibi, câhilce, saçma bir söz olur. Meselâ, balı arı yaratdı veyâ ışığı
elektrik yaratdı demek gibi olur.
Müslimânların
yetmişiki sapık fırkasından (Mu’tezile) de, insan kendi işinin hâlıkıdır
dedi. Bunlar, bu yanlış inanışı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden
çıkardıkları için, kâfir olmuyor ise de, doğrusunu kabûl etmedikleri için, bir
müddet Cehennemde yanacaklardır. Fekat âyetden, hadîsden, dinden, îmândan haberi
olmıyanların, devlet ve saltanat sâhiblerine yaltaklanmak, teveccüh kazanmak
için, yaratdın demeleri küfr olur. Allahü teâlâdan başkasına, yaratdı demek, çok
tehlükelidir. Herşeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı
yokdur. Fekat, Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, herşeyi sebeblerle
yaratmakdadır. Böylece, madde âlemine ve sosyal hayâta düzen vermekdedir.
Sebebsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizâm, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalığa,
bulutlar yağmura, güneş hayâta, katalizörler birçok kimyâ reaksiyonlarının
hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine,
yapraklar organik maddelerin sentezine sebeb oldukları gibi, insanlar da,
tayyâre, otomobil, ilâc, elektrik motorlarının ve dahâ nice şeylerin yapılmasına
sebeb olmakdadır. Bütün bu sebeblere kuvvet, te’sîr veren Allahü teâlâdır.
İnsanlara fazla olarak akl ve irâde de vermişdir. Sebeblere, vâsıtalara yaratıcı
demek doğru olamaz. Böyle olduğu (Kelime-i temcîd) ya’nî (Lâ havle
velâ kuvvete illâ billah) diyerek çok güzel anlatılmakdadır. Şî’îler de,
günâhları insanlar yaratıyor; Allah yalnız iyilik yaratır diyorlar. (Eshâb-ı
Kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâblarımızda bu sözlere cevâb
verilmişdir.
Allahü
teâlânın sıfatlarını gösteren, Âlim (bilici), Semî’ (işitici), Basîr (gören),
Kâdir (gücü yetici, kudretli), Mürîd (dileyici) ve Mütekellim (söyleyici) ve
bunlar gibi ismleri, ikinci kısmın elliikinci maddesinde bildirilen ma’nâları ve
şartları düşünerek, insanlar için kullanılabilir. (Hadîka)da dil
âfetlerini anlatırken diyor ki, (Rahmân), (Kuddûs), (Müheymin) ve (Hâlık)
gibi yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan ismleri insanlara ism yapmak harâmdır.
İmâm-ı Nevevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” bunu (Müslim) şerhinde
bildirmekdedir. (Azîz) gibi sıfatları olan ismleri, mecâz ma’nâları ile
insanlar için de kullanmak câiz ise de, edebe yakışmaz.
Allahü
teâlânın ismini söyleyince, işitince, yazınca, (Sübhânallah), (Tebârekallah),
(Celle-celâlüh), (Azze-ismüh), (Cellet kudretüh) veyâ (Teâlâ) gibi
saygı sözlerinden birini söylemek, yazmak birincisinde vâcib, tekrârında ise
müstehabdır. Resûlullahın ismini işitince salevât söylemek de böyledir. (Bezzâziyye)de
ve (Hindiyye)nin beşinci cüz’ünde diyor ki, (Allahü teâlânın ismini
işitince ve söyleyince, “celle celâlüh” veyâ “teâlâ” yâhud “tebâreke”,
“sübhânallah” diyerek saygı göstermek vâcibdir. Tekrâr edince de, yalnız
söylemeyip, teâlâ da demek müstehabdır. Ya’nî, Allahü teâlânın isminden sonra,
ta’zîm, saygı gösteren bir kelime de söylemelidir. Bunun gibi, yalnız (Kur’ân)
dememeli, dâimâ (Kur’ân-ı kerîm) demelidir. Görülüyor ki, (Allah buyurdu ki...)
veyâ (Allah teâlâ buyurdu ki...) demek ve yazmak yanlışdır. (Allahü teâlâ
buyurdu ki...) demek lâzımdır. İslâmiyyetde kavmiyyet, ırkcılık yokdur. Her
milletin, her dil sâhiblerinin böyle arabî söylemeleri lâzımdır. Tercemesini
söyliyorum diyerek saygısızlık yapmamalıdır. İbni Âbidîn beşinci cildin sonunda
ve (Birgivî)nin Kâdı-zâde şerhinde diyor ki, (Eshâb-ı kirâmın ismine (radıyallahü
anh), başka âlimlere (rahmetullahi aleyh) demek [ve yazmak] müstehabdır).
Ehl-i
sünnet âlimleri buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâmı çok sevmek, ta’zîm ve hurmet etmek
lâzımdır. Bunun için, ismlerini yazarken, okurken ve işitince, “radıyallahü anh”
demek müstehabdır). Bunlar, (İslâm ahlâkı) kitâbımızda da yazılıdır.
Râfizîler, müslimânları aldatmak için, (Eshâb çok yüksekdir. Yüksekliklerini
bildirecek bir kelime yokdur. İsmlerinin yanına “radıyallahü anh” demek, onlara
hakâret olur. Böyle şeyler söylememelidir) diyorlar. Râfizîlere aldanmamalıyız!
Allahü
teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde kendisini (Biz) sözü ile bildiriyor.
Allahü teâlâ birdir. Kur’ân-ı kerîmde kendisinin bir olduğunu bildiriyor. Kur’ân-ı
kerîmin çok yerinde kendisine (Ben) demedi. Büyüklüğünü, herşeye mâlik,
hâkim olduğunu bildirmek için, (Ben) yerine, (Biz) de diyor.
(Biz) dediği yerleri, (Herşeyin mâliki, hâkimi olan (Ben) olarak
anlamalıdır.)
(Dürr-ül-muhtâr)
beşinci cild, ikiyüzaltmışsekizinci sahîfede buyuruyor ki: (Çocuklarına,
Abdüllah, Abdürrahmân, Muhammed, Ahmed ... gibi, ismleri koyanları Allahü teâlâ
sever. Allahü teâlânın Alî, Reşîd, Kebîr, Bedî’ gibi ismlerini, insanlara
yakışan ma’nâ ile ad koymak câiz ise de, câhiller, bu ismlerin ma’nâlarını ve
söylemesini yanlış yaparak, günâha, hattâ küfre sebeb olur. Meselâ Abdülkâdir
yerine Abdülkoydur diyorlar ki, kasd ile olursa küfrdür. Kasd ile bu ismleri
tahkîr eden, meselâ Abdül’azîz yerine Abdüluzeyz diyen kâfir olur. Muhammed
yerine Hamo, Hasen yerine Hasso, İbrâhîm yerine İbo demek de böyledir). [Kur’ân-ı
kerîmi tegannî ile, kelimeleri değişdirerek okumanın harâm olması, buradan da
anlaşılmakdadır.] Ba’zı esnaf, kendi adı olduğu için, bu mubârek ismleri,
ayakkabıların, terliklerin içine reklâm olarak yazıyor; satın alan da ayağına
giyerek, üstüne basıyor. Yazanın ve giyenin îmânlarının gitmesinden korkulur.
(İbni
Âbidîn)
üçüncü cildde buyuruyor ki, (Îmân), Muhammed aleyhisselâmın Allahü
teâlâdan getirdiği sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylerin hepsini kalbin
tasdîk etmesi, ya’nî inanması demekdir. Allahü teâlânın var ve bir olduğuna,
tekrâr dirileceğimize, nemâz kılmanın, Ramezân ayında oruc tutmanın farz
olduğuna, şerâb içmenin, [kadınların başlarını, saçlarını, bacaklarını yabancı
erkeklerin yanında açmalarının] harâm olduğuna inanmak böyledir. İnandığını
söyliyenin (Mü’min), ya’nî (Müslimân) olduğu anlaşılır. Puta
tapmak, Kur’ân-ı kerîmi pisliğe atmak gibi, küfr alâmeti olan birşeyi yapan
kâfir olur. Abdestsiz olduğunu bilerek nemâz kılmak, sünnet olan bir işi
beğenmemek de küfr olur. Âyet-i kerîmeden ve mütevâtir, ya’nî her yerde bilinen
hadîs-i şerîfden açıkca anlaşılmış olmıyan veyâ açık ise de, icmâ’ ile
bildirilmiş olmıyan birşeyi inkâr eden, kâfir olmaz. Harâm olduğu açıkca
bildirilmiş bir şeye halâl diyen kâfir olur. Şerâb içmek, domuz eti yimek
böyledir. Aslı halâl ise de, bir sebeb ile harâm olan bir şeye halâl diyen kâfir
olmaz. Başkasının malını almak böyledir. Bir müslimânın bir sözü veyâ bir işi
(Te’vîl) olunabilirse, ya’nî birçok bakımdan kâfir olacağını gösterse, bir
bakımdan kâfir olmayacağını gösterirse, bu bir bakımı anlamalı, ona kâfir
dememelidir. O bir bakımdan söylemediğini bildirirse, kâfir olur. Sözün küfre
sebeb olmasında, âlimlerin sözbirliği yoksa, o sözü söyliyene kâfir denemez.
Mürted
olana nasîhat etmek, şübhesini gidermek müstehabdır. Mühlet isterse, üç gün habs
olunur. Yine tevbe etmezse, mahkeme katline karâr verir. Dâr-ül-harbe kaçıp,
sonra esîr alınırsa da böyledir. Nasîhat etmeden öldürülmesi mekrûhdur. [(Hadîka)
ikinci cild, yüzdoksansekizinci sahîfede diyor ki, (Erkek ve kadından biri
mürted olunca, nikâhları fesh olur. Sonraki çocukları veled-i zinâ olur. Erkek
tevbe ederse, tecdîd-i nikâh etmeleri lâzım olur. Fekat kadın nikâh yapmağa
zorlanmaz. Kadın mürted oldu ise, tevbe etmesi ve sonra nikâhının yenilenmesi
için zorlanır. Talâk olmadığı için hulle lâzım değildir. Sözbirliği olmıyan şeyi
inkâr eden, tevbe edince, nikâhını tâzelemesi ihtiyâtlı olur, ya’nî iyi olur).]
Mürted olunca, malları mülkünden çıkar. Hepsi elinden alınır. Tevbe ederse,
kendine geri verilir. Ölürse veyâ Dâr-ül-harbe, ya’nî Fransa, İtalya gibi kâfir
memleketlerinden birine giderse müslimân vârislerine verilir. Müslimân olup dâr-ül-islâma
gelirse, vârislerinde geri kalan alınıp, kendisine verilir. Mürted iken
kazandıkları ise, Fey’ olur. Beyt-ül-mâlın olur. Cizye kısmından hakkı olanlara
verilir. Dâr-ül-harbde kazandıkları, esîr alınınca, müslimânlara Fey’ olur. [(Hindiyye)
ve (Kâdîhân).] Orada ölürse, kâfir olan vârislerinin olur. Mürtedin
hiçbir ibâdeti sahîh olmaz. Hiçbir kadın ile nikâhı sahîh olmaz. Esîr alınınca,
köle ve câriye yapılmayıp, erkek katl, kadın habs olunur. Kesdiği ve avladığı
yinilmez. Şâhidliği kabûl olmaz. Kimseye vâris olamaz. Mürted iken Dâr-ül-islâmda
kazandıklarına kimse vâris olmaz. Dâr-ül-islâmdaki ticârî mu’ameleleri, İmâm-ı
a’zama göre askıda kalıp, müslimân olursa nâfiz olur. Ölür veyâ Dâr-ül-harbe
giderse, hepsi bâtıl olur. İmâmeyne göre ise, başlangıcda nâfiz olurlar. Zevci
mürted olan kadın, iddet zemânı bitince, başkası ile evlenebilir.
[Ba’zıları
diyor ki, insan, nemâz kılıp, her ibâdeti, her iyiliği yapdığı hâlde, bir kelime
söylemekle kâfir olur mu? Kâdî zâde Ahmed efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”,
(Birgivî) şerhinde buyuruyor ki: (Bir kâfir, bir kelime-i tevhîd söylemekle
mü’min olduğu gibi, bir mü’min de, bir söz söylemekle kâfir olur. Erkek veyâ
kadın inâdî küfr ile mürted olunca, nikâhı fesh olup gider ki, bu talâk demek
değildir. Bunun için, üçden fazla îmânını ve nikâhını tâzelemeleri, hullesiz
câiz olur). Yalnız birinin nikâhı tâzelemesi yetişmez. Erkek ile zevcesinin, iki
şâhid yanında nikâhı tâzelemeleri lâzımdır. Şâfi’îde iddet zemânı içinde tevbe
ederse, tecdîd-i nikâh lâzım olmaz. Hanefî olan, kolaylık olmak için, nikâhını
yenilemeğe, zevcesinden vekâlet almalı, iki şâhid yanında, (Öteden beri nikâhım
altında bulunan zevcemi, onun tarafından vekîl olarak ve tarafımdan asîl olarak
kendime tezvîc etdim) demelidir. Câmi’de cemâ’atin çok olduğu bir nemâzın
düâsından sonra, imâm efendi, tecdîd-i îmânı ve nikâhı cemâ’at ile birlikde
okursa, cemâ’at birbirlerine şâhid olmuş, nikâhları da tâzelenmiş olur. 566. cı
sahîfeye bakınız! Son nefesde müslimânın tevbe etmesi sahîh olur. Fekat, kâfirin
îmâna gelmesi sahîh olmaz. Her müslimân, sabâh ve akşam, şu îmân düâsını
okumalıdır: (Allahümme innî e’ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene
a’lemü ve estağfirü-ke li-mâ lâ-a’lemü inneke ente allâmülguyûb). Sabâh
düâsı gece yarısında okumağa başlanır. Akşam düâsı zevâlden başlar. Mürted
olduğunu inkâr etmek, tevbe olur.
(Berîka)
ve (Hadîka)da, dil âfetlerinde ve (Mecmâ’ul-enhür)de
diyor ki, (Erkek veyâ kadın, bir müslimân, âlimlerin sözbirliği ile küfre sebeb
olacağını bildirdikleri bir sözün veyâ işin küfre sebeb olduğunu bilerek, amden
[tehdîd edilmeden, istekle] ciddî olarak veyâ hezl, güldürmek için söyler,
yaparsa, ma’nâsını düşünmese dahî îmânı gider. (Mürted) olur. Buna (Küfr-i
inâdî) denir. Küfr-i inâdî ile mürted olanın, evvelki ibâdetlerinin
sevâbları yok olur. Tevbe ederse, geri gelmezler. Zengin ise, tekrâr hacca
gitmesi lâzım olur. Mürted iken kılmış olduğu nemâzları, orucları, zekâtları
kazâ etmez. Riddetden evvel yapmadıklarını kazâ eder. Çünki, mürted olunca,
evvelki günâhları yok olmaz. Riddet zemânında yapmadıklarını kazâ etmez. Küfr-i
inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur. Tekrâr îmâna gelince, iki şâhid
yanında (Tecdîd-i nikâh) yapmaları lâzım olur. Hulle lâzım olmaz. Tevbe
etmek için yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kâfî değildir. Küfre sebeb olan
şeyden de tevbe etmeleri lâzımdır. Eğer, küfre sebeb olduğunu bilmeyip söyler,
yaparsa veyâ küfre sebeb olacağı, âlimler arasında ihtilâflı olan bir sözü amden
söylerse, îmânının gideceği ve nikâhının bozulacağı, şübhelidir. İhtiyât olarak,
tecdîd-i îmân ve nikâh etmesi iyi olur. Bilmiyerek söylemeğe (Küfr-i cehlî)
denir. Çünki her müslimânın, bilmesi lâzım olan şeyleri öğrenmesi farzdır.
Bilmemesi özr değil, büyük günâhdır. Küfre sebeb olan sözü, hatâ ederek,
yanılarak veyâ te’vîlli olarak söyleyenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tevbe
ve istigfâr, ya’nî tecdîd-i îmân etmesi ihtiyâtlı olur. Tecdîd-i nikâh lâzım
olmaz.) Câmi’lere giden müslimânın küfr-i inâdî ile mürted olması düşünülemez.
Yalnız diğer dört şekl ile küfr söylemesi ihtimâli olduğu için, imâm efendiler
cemâ’ate, (Allahümme innî ürîdü en üceddidel îmâne vennikâha tecdîden bi-kavli
lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) okutarak, tevbe ve tecdîd-i îmân ve
nikâh yapdırıyorlar. Böylece (Lâ ilâhe illallah diyerek, tecdîd-i îmân
yapınız!) hadîs-i şerîfindeki emr yapılmış olmakdadır.]
Mu’cizelerine Ahmedin, yokdur adedle hesâb,
etdiler ammâ sahâbe, ondan üç bini ta’dâd.
Mu’cize, herkim nebîdir, sıdkına olur delîl,
şöyle ki, gün olduğunu haber verir âfitâb.
Mu’cize, bir de görülse, yetişir tasdîk
için,
göstermişdir, hod Muhammed, mu’cizât-ı bî
hesâb.
Sıdkına Kur’ân yeter ki, Hak sözüdür
şübhesiz,
zîrâ üstündür belâgatde, cümleye ol kitâb.
Şöyle ki, cin ve beşer mislini yapamadılar,
tâ ki bildiler, kelâmullah imiş bî irtiyâb.
|