| 
 
04 -  
ADÂLET, AKL, ÎMÂN, KAZÂ VE 
KADER 
ÎMÂN 
Efendim! Yüksek 
mektûbunuzun baş tarafında (kâmil olan îmân) demişsiniz. Îmân, hâsıl olunca, 
zâten kâmildir. Çünki, îmânda azlık, çokluk olmaz. Îmânın kendisi, az veyâ çok 
olmaz. Azlık, çokluk, îmânın parlaklığında, belli olmasındadır. Îmânın, aslı, 
kendisi: 
Server-i âlem 
olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, 
tecribeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i’tikâd etmekdir, inanmakdır. 
Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk 
etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikde tasdîk etmiş olur ki, o zemân 
Peygambere i’timâd tam olmaz. İ’timâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünki, îmân 
parçalanamaz. Akl, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiklerini 
uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır. 
İnanılması 
lâzım şey için, tecribî ilmlere danışıp, tecribeye uygun ise, inanır, tecribe 
ile isbât edemeyince, inanmaz veyâ şübheye düşerse, o zemân, tecribesine inanmış 
olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Çünki, 
îmân parçalanamaz. Az ve çok olmaz. 
Din bilgileri, 
felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup, Peygambere 
inanılmış olmaz. [Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, 
Allahın Peygamberi olduğunu anlamakda, aklın, felsefî ve tecribî ilmlerin 
yardımı büyükdür. Fekat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü teâlâ 
aleyhi ve sellem” inanıldıkdan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için 
akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünki, akl ile, tecribe 
ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zemânla değişmekde, yenileri 
bulununca, eskilerinin atılmakda olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az 
değildir.] O hâlde: 
Îmân, Resûl-i 
Ekrem efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlâ tarafından, 
Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emrlerin hepsine 
i’timâd ve i’tikâd etmekdir. Bu emrlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak 
veyâ şübhe etmek küfrdür. Çünki, Resûle inanmamak veyâ i’timâd etmemek, Resûle 
yalancı demek olur. Yalancılık kusûrdur. Kusûru olan kimse, Peygamber olamaz. 
[Îmân demek, 
(Nass)larda, ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve icmâ’ ile ve zarûrî olarak bilinen 
hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylerin hepsine, inanmak demekdir. Burada
(İcmâ’) demek, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” 
sözbirliği demekdir. Birşeyi, Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirmedi ise, 
Tâbi’înin sözbirliği bu şey için icmâ’ olur. Tâbi’în de bu şeyi sözbirliği ile 
bildirmedi ise, Tebe-i tâbi’înin sözbirliği ile bildirmeleri, bu şey için icmâ’ 
olur. Çünki, bu üç asrın âlimleri, ya’nî müctehidleri, hadîs-i şerîf ile 
övülmüşdür. Bunlara (Selef-i sâlihîn) denir. Sahâbe ve Tâbi’îne 
(Selef-i sâlihîn) denildiği, İbni Âbidînde (Kâdîlık) bahsinde 
yazılıdır. (Buhârî) ve (Müslîm) ve (Kütüb-i sitte)den olan 
diğer dört kitâbda yazılı binlerce hadîs-i şerîfin sahîh oldukları, bunlardan 
sonraki âlimlerin sözbirliği ile bildirilmişdir. Zarûrî olarak bilinmek demek, 
her asrda, müslimânların çoğunun işitdikleri, yayılmış bilgi demekdir. Bunları 
bilmemek özr olmaz. 
(Hadîka)nın 
yüzonbirinci sahîfesinde diyor ki, (İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan 
inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir. Çünki, 
bunlara inanmıyan kâfir olur. Bunlara inananlara (Mü’min) ve (Müslimân) 
denir. Bunlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olur. Muhammed aleyhisselâmın 
ümmetinden ba’zıları i’tikâdda ictihâd yaparak yetmişüç fırkaya ayrıldı. Kur’ân-ı 
kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan ve açık olanların da 
ma’nâları icmâ’ ile ve zarûrî olarak anlaşılmamış olan yapılacak işlerde ictihâd 
etmek câizdir. İnanılacak olan bilgilerde ictihâd hiç câiz değildir. Böyle 
bilgilerde ictihâd ederken yanılmak, küfr olmaz ise de, büyük günâh olur. 
Müslimânların yetmişüç fırkasından yetmişiki fırkası böyle yanılmış, doğru 
yoldan ayrılmış, (Bid’at sâhibi) olmuşlardır. Bunlar sapık inançlarının 
cezâsı olarak Cehenneme gireceklerdir. Fekat, müslimân oldukları için, 
Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, azâb gördükden sonra, çıkarılacaklardır. 
Şübheli bilgilerde Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan fırkaya (Ehl-i sünnet) 
denir. İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş olan işlerin halâl veyâ harâm 
olmalarını anlamakda ictihâd yaparken yanılmak suç olmaz. Sevâb olur. Ehl-i 
sünnet fırkasının içinde bulunan, inanışları birbirlerine uygun, doğru dört 
mezhebin iş bakımından birbirlerinden ayrılmaları bu sûretle olmuşdur. 
[Bir hükm 
üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ’ hâsıl olursa, bu icmâ’a 
inanmak da lâzım olduğu, inanmıyanın kâfir olacağı, (Mektûbât)ın ikinci 
cildinin otuzaltıncı mektûbunda yazılıdır. 
Selef-i 
sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda bulunan müslimânlara (Ehl-i 
sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Nass)larda 
açık bildirilmemiş olan ahkâmdaki ictihâdlarını beğenmeyen ve bu şübheli 
nassları yanlış te’vîl ederek, anladıklarını Selef-i sâlihînin yolu olarak 
savunan sapıklara (Silfiyye) veyâ (Selefiyye) denir. Silfiyye 
bid’atini ortaya çıkaranların en meşhûru İbni Teymiyye ve vehhâbîlerdir. Bunlar 
kendilerinin Eshâb-ı kirâm yolunda olduğunu savunuyor, Kur’ân-ı kerîmden ve 
hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk ma’nâlar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakîkî 
müslimânları kötülüyorlar.] 
Hadîs-i şerîfde,
(Lâ ilâhe illallah ehline kâfir demeyiniz! Bunlara kâfir diyenin kendisi 
kâfir olur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Lâ ilâhe illallah ehli) 
ya’nî (Ehl-i kıble) olan kimse, icmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş 
inanılacak şeylerde şübheli nassları yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnetin doğru 
yolundan ayrılınca veyâ başka bir büyük günâh işleyince kâfir olmaz demekdir. 
Fekat, Ehl-i sünnetden ayrılan kimse, tevâtür ile zarûrî olarak öğrenilen din 
bilgilerinden birine inanmazsa, buna (Lâ ilâhe illallah ehli) denmez. 
Böyle kimse kâfir olur.) İbnî Âbidînin üçyüzyetmişyedinci sahîfesinde de böyle 
yazılıdır. (Hadîka)da, ikinci kısmın sonunda buyuruyor ki, (Hazret-i 
Alîyi üç halîfeden üstün tutana (Şî’î) denir. Eshâb-ı kirâma söğene (Mülhid) 
denir.) Şî’î, Ehl-i kıbledir. (Mülhid) ise, kâfir olmakdadır. (Mülhid)lere 
bugün Kızılbaş da denilmekdedir. Şî’îler bugün kendilerine (Ca’ferî) 
diyorlar. 
Görülüyor ki,
(Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i kıble) demek, tevâtür ile ve 
zarûrî olarak bilinen din bilgilerinin hepsine inanan, ya’nî müslimân olan kimse 
demekdir. Böyle kimse, sapık inanışı ile kâfir olmaz. 
(Hadîka)da 
yüzellidördüncü sahîfede diyor ki, (Bir kişinin bildirdiği hadîs-i şerîfe 
inanmak lâzım değil ise de, ma’nâsı tevâtür ile bildirildi ise, bu icmâ’a 
inanmak lâzım olur). 
(Milel-nihâl) 
kitâbı tercemesinin altmışdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (İmâm-ı a’zam Ebû 
Hanîfe ve imâm-ı Şâfi’î, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdular. Bu sözün 
ma’nâsı, Ehl-i kıble olan, günâh işlemekle kâfir olmaz demekdir. Yetmişiki fırka 
âlimleri ve bunların yollarında olanlar, Ehl-i kıbledirler. İctihâd yapılması 
câiz olan şübheli delîllerin te’vîllerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir 
denilmez. Fekat, zarûrî olan ve tevâtür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde 
ictihâd câiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmıyan, sözbirliği ile kâfir 
olur. Çünki, bunlara inanmıyan, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” 
inanmamış olur. (Îmân) demek, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve 
sellem” Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zarûrî olarak bilinen bilgilere 
inanmak demekdir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfr olur. İnanmamağı 
gösteren her söz ve her iş, ister şaka olarak, isterse gönülden olmıyarak olsun, 
küfr olur. Zorlanarak veyâ yanılarak olursa, küfr olmaz). 
İbni 
Âbidîn, birinci kısmın önsözünde buyuruyor ki: (Felsefe) yunanca bir 
kelimedir. Eski ma’nâsı, beğendiği düşüncelerini, hakîkat olarak anlatmak, 
yaldızlı, heyecân verici lâflarla inandırmağa çalışmak demek idi. Görünüşde 
doğru, çoğu bozuk olan sözler idi. Tecribeye, hesâba dayanmıyan şahsî 
düşüncelere (Felsefe) denirdi. Varlıklar yokdan yaratılmamış, böyle 
gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere, halâl, harâm olanlara inanmağa 
gericilik demek böyledir. (İhyâ-ül’ ulûm)da diyor ki, (Eski yunan 
felsefesi, başlı başına bir ilm değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, 
mantık öğrenenler, tabî’iyyeciler ve tabîbler arasında bu felsefeye kayanlar çok 
oldu. (İlâhiyyât) üzerinde, ya’nî Allahü teâlâ ve onun sıfatları, emrleri, 
yasakları üzerinde, kendi aklları, görüşleri ile konuşdular. Hâlbuki hesâb, 
hendese, mantık, tabî’at bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubâhdır. 
Bunlarda mütehassıs olmak fâidelidir. Îmânı kuvvetlendirmek ve millî kalkınma, 
râhat, huzûr için ve cihâd için, islâmiyyeti yaymak için bunlar lâzımdır. 
Bunların hepsi islâm bilgileridir. Medeniyyet de, bu demekdir. Fekat bunları 
islâmiyyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için 
kullanmak felsefe olur). Görülüyor ki, fen bilgilerini, insanlara hizmet için 
öğrenmek fâidelidir, sevâbdır. İnsanların râhatını, huzûrunu kaçırmak, insan 
haklarını yok etmek, insanları sömürmek, îmânlarını, ahlâklarını bozmak için 
öğrenmek, felsefe olur. Harâm olur. Öğrenilmesi lâzım olan ve yasak olan ilmler,
(Hadîka)da uzun yazılıdır. Bunlar, İstanbulda neşr edilen arabî (Hulâsat-üt-tahkîk 
fî hükm-it-taklîd vet-telfîk) kitâbının sonunda basdırılmışdır. 
(Fetâvâ-i 
Hindiyye)de, 
beşinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki: Îmân edilecek ve yapılacak, kaçınılacak 
şeyleri ve geçinecek san’at bilgilerini öğrenmek herkese farzdır. Bundan 
fazlasını öğrenmek farz değil ise de, sevâbdır. Öğrenmezse günâh olmaz. Farz 
olan bilgilere yardımcı olanları, meselâ astronomi öğrenmek de sevâbdır. Fıkh 
öğrenmeyip, yalnız hadîs öğrenen, iflâs eder. Kelâm ilmini, ya’nî îmân 
bilgilerini, ihtiyâcdan fazla öğrenmek câiz değildir. Bid’atlerin, fitnelerin 
yayılmasına sebeb olur. Sadr-ül-islâm Ebül-Yüsr buyuruyor ki, (Kelâm, tevhîd 
kitâblarının birkaçında felsefî bilgiler gördüm. İbni İshak Kindî Bağdâdînin ve 
İstikrârînin kitâbları böyledir. Bunlar, islâmın bildirdiği doğru yoldan 
ayrılmış sapık kimselerdir. [Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce] böyle 
sapık kitâbları okumak câiz değildir. Abdül-Cebbâr Râzî ve Ebû Alî Cübbâî ve 
Kâ’bî ve Nazzâm İbrâhîm bin Yesâr Basrî ve talebelerinden Amr Câhız (Mu’tezilî) 
sapıklarının kitâbları da, eski yunan felsefecilerinin bozuk fikrleri ile 
doludur. Böyle kitâbları okumak gençlere zararlıdır. Muhammed bin Hîsûm gibi(Mücessime) 
fırkasındakilerin kitâbları da böyledir. Bunlar bid’at fırkalarının en 
kötüsüdür. Ebül-Hasen-i Eş’arî de, önceleri Mu’tezile inancını yaymak için çok 
kitâb yazdı. Allahü teâlâ, kendisine hidâyet verdikden sonra, eski fikrlerini 
kötüleyici kitâblarını yaydı. Yanlışlarını görebilenlerin, bu kitâbları okuması 
zararlı olmaz. Şâfi’î âlimleri, îmân bilgilerini Ebül-Hasen-i Eş’ârînin 
kitâblarından aldılar. Ebû Muhammed Abdüllah bin Sa’îdin bu kitâbları açıklıyan 
eserleri temâmen zararsız hâldedir. Sözün kısası, eski felsefecilerin yazdığı 
din kitâblarını gençlere okutmamalıdır. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrendikden 
sonra okumaları câiz olur). Hindiyyeden terceme temâm oldu. 1368 [m. 1949] da 
öldürülen (İhvân-ül-müslimîn) cemâ’atinin müessisi Mısrlı mezhebsiz, Hasen el-Bennâ’ın 
ihtilâlci yazıları ve Seyyid Kutbun (Fi-zılâl-il-Kur’ân) ismindeki bozuk 
tefsîri ve başka kitâbları ve Hindistândaki vehhâbîlerden Muhammed Sıddîk hânın 
ba’zı kitâbları ve Mevdûdî ve Hamîdullah ve 1359 [m. 1940] da ölmüş olan 
Cezâyirli İbni Bâdis gibi dinde reformcuların kitâbları da böyledir. Dînini 
öğrenmek istiyenler, bunların bozuk kitâblarını okumamalıdır.] 
Dînimizin 
bildirdiği birşeyde şübheye düşen kimse, Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu şey 
ile neyi bildirmek istemiş ise, öylece îmân etdim, inandım demelidir. Hemen, 
şübhesini giderecek bir din âlimi aramalıdır. İlmine ve dîne bağlılığına 
güvenilir, zekî, ârif, harâmlardan kaçınan, din bilgilerinin inceliklerini 
bilen, müşkilleri çözebilen bir zâtı arar, bulur. Bundan aldığı cevâb, şübhesini 
giderince, artık öylece îmân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Tesâdüfe 
bırakmayıp, hemen aramalıdır. Bulamazsa veyâ bulup da, şübheden kurtulamazsa, 
Allahü teâlânın ve Resûlünün dilediği gibi inandım demeli ve şübhesinin 
giderilmesi için, Allahü teâlâya düâ etmeli, yalvarmalıdır. İşte, bunun için, 
her şehrde, müşkilleri çözebilen bir zâtın bulundurulması farz-ı kifâyedir. 
Felsefecilerin iftirâlarını, fen ve felsefe bilgileri ile karşılıyabilen, fen 
adamı geçinenlerin i’tirâzlarını, fennî metodlara dayanarak çözebilen, kitâblı 
kâfirlerin yanlış sözlerini, dinlerindeki bozuk yerleri isbât ederek, red 
edebilen, doğru yoldan ayrılmış olanların, fitne ve fesâd ateşlerini 
söndürebilen, dünyâ târîhini iyi anlamış, matematik bilgisi kuvvetli ve islâm 
bilgilerinin derinliklerine ermiş bir din âlimi bulundurmak lâzımdır. İslâm 
devletleri böyle âlim yetişdiriyordu. Böyle bir din âlimi bulunmazsa, islâmiyyet, 
din câhillerinin elinde oyuncak olur. İstedikleri gibi din kitâbları yazar, 
gençlerin dinsiz yetişmesine sebeb olurlar. Bir memleketde, islâmiyyetin 
yerleşmesi için, herşeyden önce, hakîkî din âlimi yetişdirmek lâzımdır. Din 
âlimi bulunmazsa, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını yaymağa çalışmalıdır. Bu 
kitâblar bulunmazsa, din câhilleri, din adamı şekline girip, kitâb ve mecmû’a 
yazarak, konferanslar, va’z ve dersler vererek milletin dînini, îmânını 
çalarlar. İslâmiyyeti yıkarlar da, kimsenin haberi olmaz. [Şerefül insan bil 
ilmi vel-edeb, lâ bil mâl-ı vel haseb.]Ya’nî insanın şerefi, kıymeti, ilmi 
ve edebi ile ölçülür. Malı ve baba ve dedeleri ile değil! 
(Bezzâziyye)de, 
kerâhiyyet kısmında diyor ki, (İbâdetleri yapan kimse, îmânının bozulmasında 
şübhe eder ve günâhım çokdur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, 
îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır. Îmânının devâm edeceğinden şübhe eden kâfir 
olur. Şübhe etmeği beğenmezse, mü’min olduğu anlaşılır). 
[İbni Âbidîn, 
Mürted bâbında diyor ki, (Beş sınıf kâfir vardır: Dehriyye, Seneviyye, Felâsife, 
Veseniyye ve Ehl-i kitâb. İlk dördü kitâbsız kâfirdir. Ya’nî semâvî kitâbları 
yokdur. Bugün Hindistânda yayılmış olan Berehmen ve bunun, mîlâddan 542 sene 
evvel ölmüş olan Budda Gautama tarafından değişdirilmesi ile hâsıl olan Buda 
dinlerinde olanlar, Vesenîdir, ya’nî putlara [heykellere] taparlar. Bu dinlerde, 
oradaki eski Peygamberlerin kitâblarından, sözlerinden alınmış kıymetli 
bilgilerin bulunduğu görülmekdedir. Berehmen ve Buda dinleri, hıristiyanlık dîni 
gibi, eski Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bildirdiği, doğru dinlerin bozulmuş, 
değişdirilmiş bir hâlidir. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, ondördüncü 
mektûbunda diyor ki, (Allahü teâlâ, insanları yaratdığı zemân, Birmîhâ [veyâ 
Brahma] ismindeki bir melek vâsıtası ile, Hindistâna da, Bîd ve Vidâ isminde bir 
kitâb gönderdi. Dört cüz’ idi. Âlimleri bu kitâbdan altı mezheb çıkardılar. 
İnsanları dörde ayırdılar. Her sınıfına cûk dediler. Hepsi Allahın bir olduğuna, 
insanları Onun yaratdığına, kıyâmet gününe, Cennete, Cehenneme ve tesavvufa 
inanırlar. Uzun zemân sonra, başka Peygamberler gönderirdi. Bunlar hakkında, 
kitâblarımızda, hiçbir bilgi yokdur. Sonradan bozuldular. Peygamberlerin ve 
Evliyânın rûhlarını ve melekleri hâtırlatmak için heykeller yapdılar. 
Şefâ’atlerine, yardımlarına kavuşmak için, bu heykellere secde etdiler [ise de,
(müşrik) değildirler. Ehl-i kitâb, ya’nî kitâblı kâfirdirler.] 
Arabistândaki putperestler [ve hıristiyanlar], böyle değildir. Bunlar, 
putlarının hâlık, yaratıcı olduklarına inanıyor. Herşeyi yalnız putlardan 
istiyorlar. Putlarına ilâh diyerek secde ediyorlar. [Bunun için, (müşrik) 
oluyorlar.] Berehmenler ise, hurmet, şefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar. Bunun 
için, Muhammed aleyhisselâmdan önceki Berehmenlerin bozulmuş olanları için de, 
kâfir diyemeyiz. Fekat şimdi, dünyânın her yerindeki, her insanın Muhammed 
aleyhisselâma îmân etmesi, ya’nî müslimân olması lâzımdır. Şimdi müslimân 
olmayana kâfirdir deriz.) [Hindistânda bulunan (Sîh)ler, Baba Nanek 
isminde bir Hindûnun mezhebinde olan kâfirlerdir. İslâmiyyeti ve Berehmen 
dinlerini karışdıran bu adam, 946 [m. 1539]da öldü.] Seyyid Şerîf-i Cürcânî 
“rahmetullahi aleyh”, (Şerh-i mevâkıf) sonunda, üçüncü maksadda buyuruyor 
ki: (Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmıyan kâfir olur. Bunlardan 
yehûdî ve nasârâ [hıristiyan], Berehmen ve Budistler, başka Peygamberlere 
“salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma’în” inanıyor. Bunların 
getirdikleri ve sonradan bozulmuş olan kitâbları okuyorlar. Bunlara 
tapınmıyorlar. Bunun için bu kâfirlere (Ehl-i kitâb) denir. Dehriyye ise, 
Allahü teâlâya da inanmıyor. Herşey tabî’at kanûnları ile var oluyor. Bir 
yaratıcı yokdur. Dehr, ya’nî zemân ilerledikce, herşey değişmekdedir diyor). 
Mecûsîler, Senevîdir. Allahü teâlânın iki olduğuna, putperestler ise, çok 
olduğuna inanıyor. Hepsi, müşrik, ya’nî kitâbsız kâfirdirler. Çünki, bir 
Peygambere inanmıyor. Bir semâvî kitâb okumuyorlar. Komünistler, masonlar, 
tanrısız kâfir olup, Dehriyye kısmındandır. Berehmen, Budist, Yehûdî ve 
Hıristiyanlar, Ehl-i kitâb iken, zemânla, (müşrik) oluyorlar. Şimdi, 
yeryüzünde, değişdirilmemiş bulunan hak din, yalnız Muhammed aleyhisselâmın 
getirdiği islâm dînidir. Bu dînin, kıyâmete kadar bozulmıyacağını, doğru olarak 
kalacağını Allahü teâlâ söz vermişdir. 
İnsan resmine, 
heykeline hurmet, ta’zîm etmek, kıymet vermek, onu yükseğe koyup, karşısında 
dikilmek, eğilmek, secde etmek, medh edici şeyler söylemek, yalvarmakdır. Bu da 
iki sebeble olur: 
1 - Hocasının, 
babasının, âmirinin, bir Peygamberin, Velînin, dîne ve millete hizmet edenin 
resmi olduğuna inanarak hurmet eder. O kimsede ülûhiyyet sıfatlarından, ya’nî 
Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlardan birinin bulunduğuna inanmaz. Onu mahlûk 
bilir. Onu sevdiğini bildirmek, onu sevindirmek için, başkalarına uyarak hurmet 
eder. Böyle hurmet eden kâfir olmaz. Harâm işlemiş olur. Harâm olduğuna 
inanmıyan kâfir olur. Kâfirlerin resmine böyle ta’zîm küfr olur. 
2 - Resmin, 
heykelin sâhibinde ve salîbde [haçda] veyâ yıldız, güneş, inek gibi herhangi bir 
şeyde, ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanarak, meselâ, istediğini yaratır, her 
istediğini yapar, hastaya şifâ verir diyerek ta’zîm etmek, küfr olur. Şirk olur. 
Bu kimse müşrik olur. Ta’zîm etmesi ibâdet, tapınmak olur. Bu resmler, heykeller 
ve şeyler sanem, put olur. Hıristiyanlar, Îsâ Allahın oğludur, melekler 
kızlarıdır diyerek, erkek ve kız resmlerine ve heykellere hurmet etdikleri için, 
müşrikdirler. Barnabas ve Aryüs mezhebinde olanları, böyle sapık inanmadıkları 
için, müşrik değil, Ehl-i kitâbdırlar. Fekat, Muhammed aleyhisselâma 
inanmadıkları için, kâfirdirler.] 
                                                |