04 -
ADÂLET, AKL, ÎMÂN, KAZÂ VE
KADER
AKLIN TEFSÎRİ
Akl,
bir (Kuvve-i derrâke)dir. Ya’nî anlayıcı bir kuvvetdir. Hakkı bâtıldan,
iyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmışdır. Bunun için,
hakkı bâtıl ile karışdırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akl
yaratılmışdır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona âid bilgilerde, hakkın bâtıl
ile karışdırılması olamıyacağından, o bilgilerde, akl yalnız başına sened
olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, hakkı bâtıl ile karışdırmak mümkin
olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Allahü teâlâya âid
bilgilerde hakkı bâtıl ile karışdırmak isti’dâdı olmadığından, akl, o bilgilerde
yürüyemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Ayrılık
olmadığı için, orada aklın işi yokdur.
Akl,
bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid bilgilerde, kıyâs [ölçmek] olamaz.
Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etdi ise sevâb kazanır.
Yanlış kıyâs etdi ise afv olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, şâhid
ile gâibe istidlâl [bilinmiyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak] lâzım
olur. Ya’nî, anlaşılmıyan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akl ve ilm
adamlarının hepsi, şâhidden gâibe istidlâlin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği
ile bildirmekdedir. Akl, yalnız, Allahü teâlânın varlığını isbât etmekde biraz
iş görür. Bu bilgi, derin ve güçdür. Önce, aklın müşekkik mi, mütevâtî mi
olduğunu anlıyalım:
(Mütevâtî)
ne demekdir? Mütevâtî, bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî
mikdârda bulunan sıfat demekdir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. İnsanlık,
en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir. Meselâ, bir Peygamberin
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık,
Nebîde dahâ çok, dahâ kuvvetli değildir. Bir Nebînin insanlığı ile bir kâfirin
insanlığı arasında fark yokdur. Cemşid gibi büyük bir pâdişâh ile, bir köy
çobanının insanlığı aynıdır. Ya’nî, Cemşiddeki insanlık, çobandaki insanlıkdan
üstün değildir.
(Müşekkik)
- Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde müsâvî
mikdârda bulunmıyan sıfatdır. İlm gibi. İlm, âlimlerin ba’zısında çok,
ba’zısında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy
hocasındaki ilmden elbette dahâ çokdur ve dahâ geniş, dahâ parlakdır. O hâlde,
din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi
çok ve fen kollarında tedkîk ve tecribe sâhibi olan âlimin ilmine dahâ çok
güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, ona i’timâd elbette dahâ çok
olur.
Akl,
insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilm gibi müşekkik midir? Elbette müşekkikdir.
Ya’nî, nev’inin ferdlerinde müsâvî olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek akl ile
en aşağı akl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu hâlde, (aklın kabûl
edebileceği) sözü nasıl doğru olabilir? Hem hangi akl, ya’nî kimin aklı, en çok
aklı olan kimsenin mi, yoksa her akllı denen kimsenin mi?
Akl,
başlıca iki kısmdır: (Selîm akl), (Sakîm akl). Bunların her ikisi de
akldır. Tam selîm akl, hiç yanılmaz, hatâ etmez. Pişmân olacak hiçbir hareketde
bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde
bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akl,
ancak Peygamberlerde “aleyhimüssalâtü vesselâm” bulunur. Her başladıkları işde
muvaffak olmuşlardır. Pişmân olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır.
Bunların aklına yakın, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’în ve Tebe-ı tâbi’înin, din
imâmlarının “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” akllarıdır. Bunların aklları, ahkâm-ı
islâmiyyeye uygun akllardır. Onun için, bunların zemânında, islâmiyyet
genişledi. Müslimânlar çoğaldı. Târîhi iyi anlıyan, bunu pek iyi görür. Sakîm
akllar, bunların aksi, tam tersi olan akllardır. Düşündükleri şeylerde ve
yapdıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye, pişmânlığa, zarara, sıkıntıya sebeb
olur.
Bu iki kısm akl
arasında, çok ve çeşidli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki, mü’minlerin,
dînî aklı ve dünyevî aklı olduğu gibi, kâfirlerin de, dînî ve dünyevî aklı
vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhıret işlerine eren aklından üstün
olduğu gibi, mü’minin âhıret işlerini anlıyan aklı, dünyâ işlerini anlıyan
aklından üstündür. Fekat, bu hâl devâmlı değildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici
işlere yarayan akl, devâmlı olan, bitmiyen işlere yarayan akldan dahâ kıymetli
olamaz.
[Aklı ve zekâyı
birbirine karışdırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları
bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamakdır. İsviçreli Claparede, zekâyı (Yeni
îcâb ve vaz’ıyyetlere, zihnin en iyi şeklde uymasıdır) diye anlatmışdır. Ya’nî
muhîtimize uymamızı sağlıyan bir kuvvetdir. Tek hücreli hayvanlar, muhîtin
yalnız te’sîr etmesi ile hâl değişdirerek, bu tepkiye uyar. Dahâ ileri olan
eklem bacaklılarda, tepkilere sevk-ı tabî’î (iç güdü)ler de katılır. Kemikli
hayvanlarda, bu iki kuvvete, alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve
insanlarda ise, muhîte uymak için, yeni bir fe’âliyyet, bir davranış ortaya
çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson diyor ki: (İlk insanların ve her asrın, geri
kalmış kısmları, tabî’ate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet
kurmak için âletler yapmışdır. Bu âletler, zekâ ile yapılmışdır). Görülüyor ki,
âlet yapmak, teknikde yükselmek akla değil, zekâya alâmetdir. Alman pyschologue
ve pédagogue’larından William Stern, (Zekâ, düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına
uydurmakdır), dedi. Ya’nî problem, mes’ele çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman
ise, (Zekâ, mücerred fikrlerle düşünebilmekdir) demişdir. Bütün bu ta’rîfler
gösteriyor ki, zekâ, sevk-ı tabî’îden yukarı, akldan aşağı, bir şü’ûr
basamağıdır. Aklın tatbîkcisi gibi olan zekâ, akldan önce teşekkül etmekdedir.
Akl sâhibleri, teorik yollar ve kâ’ideler ortaya koyar. Zekî kimse, bunların
pratiğe tatbîkını sağlar. Fekat, aklı az ise, akl sâhiblerinden öğrendiklerini
kullanmakla kalıp, zarûrî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz. Ya’nî,
zihni iyi işlemez ve istidlâlleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir.
Fekat, düşüncelerin doğru olması için, akl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin
doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre
eden akldır. O hâlde, her zekî kimseyi akllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir
kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akllılardan öğrendiği üsûlleri, yeni harb
vaz’ıyyetine uydurarak, kıt’aları fethedebilir. Fekat, aklı az ise, bir hatâ
ile, başarıları, felâkete döner. Meselâ, Napolyonun zekâ saçan askerî plânları,
zaferleri ve aklsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. Üçüncü
sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, Napolyonun Sûriyede,
islâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçdığı târîhlerde yazılıdır.
Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki
arslanlardan, onbin kat dahâ çok korkunç olurdu. Aklsız, dinsiz kimse de,
kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cem’iyyetlere büyük tehlüke olur].
Bu yazılar
dikkatle okunursa, her işde ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu
işlerin akl ile ölçülemiyeceği meydâna çıkar.
Din işleri, akl
üzerine kurulamaz. Çünki, akl, bir karârda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine
uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmıyan aklı da, ba’zan doğruyu bulur, ba’zan
da yanılır ve yanılması dahâ çok olur. En akllı denilen kimse, din işlerinde
değil, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir
akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhıret işlerinde, nasıl olur da,
akla uyulur?
İnsanların şekl
ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akl, tabî’at ve ilmleri de, ayrı ayrıdır.
Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmiyebilir.
Birinin tabî’atine uygun olan birşey, başkasının tabî’atine uymaz. O hâlde, din
işlerinde, akl, tam bir ölçü, doğru bir sened olamaz. Ancak, akl ile islâmiyyet,
birlikde, tam ve doğru bir vesîka ve ölçü olur. Bunun içindir ki:
(Dînini ve
îmânını, insan düşüncelerinin netîcelerine bağlama ve akl ile inceleyerek
varılan sonuçlara uydurma!) buyurmuşlardır.
Evet, akl
huccetdir, doğru yolu gösterir. Fekat, selîm olan akl gösterir, her akl değil.
Demek oluyor
ki, selîm olmıyan aklların, yanıldıkları için, bir hakîkati kabûl etmemeleri,
uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selîm olan akllar, ya’nî Peygamberlerin
“aleyhimüsselâm” aklları, din hükmlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru
olduklarını açıkça görür. İslâmiyyetin her hükmü, bu akllar için, pek meydânda,
âşikâr ve apaçıkdır. Senede, isbât etmeğe lüzûm olmadığı gibi, tenbîh etmeğe,
haber vermeğe de lüzûm yokdur.
|