04 -
ADÂLET, AKL, ÎMÂN, KAZÂ VE
KADER
ADÂLET
Kıymetli
mektûbunuzun sonunda, (Adâlete uymuyor gibi görünmüyor mu?) diyorsunuz. Efendim,
adâletin ve bunun zıddı olan zulmün, ikişer ta’rîfi vardır:
1 - Adâlet, bir
âmirin, bir hâkimin, memleketi idâre için koyduğu kanûn, kâ’ide, çizdiği hudûd
içinde hareket etmekdir. Zulm ise, bu kanûnun, bu hudûdun, bu dâirenin dışına
çıkmakdır.
Âlemleri
yaratan, yokdan var eden, mâlikimiz, sâhibimiz Allahü teâlâ, hâkimlerin hâkimi,
herşeyin asl sâhibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, hâkimi, sâhibi,
mâliki yokdur ki, Onu bir hudûd içinde harekete, bir dâire içinde kalmağa mecbûr
etsin ve bir kanûn altında bulundursun. Bir vezîri, bir müşâviri, bir yardımcısı
yokdur ki, iyiyi fenâdan ayırmak için işâret versin, yol göstersin. Bundan
dolayı, Allahü teâlânın, adâletin bu ta’rîfi ile zâten bir ilgisi olmaz. Ona
zulm kelimesi yaklaşamıyacağı gibi, bu ta’rîfe uyarak, âdil demek de, yakışmaz.
Âdil denilmesi, zulmü hâtırlatabilir. Allahü teâlâ için bu ta’rîfe göre, adâleti
hâtırlamak da, zulmü hâtırlamak gibi, câiz olmaz. Allahü teâlânın bir ismi (adl)dir.
Âdil olduğu muhakkakdır. Bu ism de, başka ismleri gibi, (te’vîl) olunur.
İslâmiyyete uygun bir ma’nâya çevrilir. Ya’nî, adlden murâd, adâletin gâyesidir.
Meselâ, Rahmân ve Rahîm de, Allahü teâlânın ismidir. Rahmet ve rahm sâhibi
demekdir. Rahm, kalbin bir tarafa eğilmesine denir. Allahü teâlânın kalbi yokdur
ki, meyl etsin. O hâlde, rahm demek, rahmın gâyesi demekdir ki, ihsân etmek,
iyilik etmekdir. Adl isminin de gâyesi, netîcesi, iyilik edici, nefse uygun
gelen, tatlı gelen şeyleri verici demekdir.
Allahü
teâlâ, adle, adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, muhtâr olmazdı.
Ya’nî, irâdesi, isteği bulunmazdı. İrâdesi olmıyan, mecbûr olur.
Bu ta’rîfe
göre, (Filân şey adâlete uymuyor) denilemez. Allahü teâlâya, bu ma’nâda âdil
denilemiyeceği gibi, böyle adâlete mecbûr da değildir.
2 - Adâletin
yüksek ta’rîfi, (Kendi mülkünde olanı kullanmak) demekdir. Zulm de, başkasının
malına, mülküne tecâvüzdür. Adâletin, dînimizdeki ta’rîfi de, işte budur.
Âlemlerin
hepsi, ulvî, süflî, cismânî, arazî (sıfatlar), bedenî, rûhî, melekî, insânî,
cinnî, hayvânî, nebâtî, cimâdî [cânsız], felekî [gökler], kevâkib [yıldızlar],
büyük ve küçük cismler, Arş ve Kürsî, yer ve gökler, elementler ve mineraller,
madde ve ma’nâ âlemleri, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın kemîne [âciz, muhtâc]
mahlûkları ve mülkü olup, hepsinin tek yaratanı, müstekıl sâhibi, yalnız Odur.
O, her hâlde, her bakımdan kemâldedir. Noksânlık yokdur ki, ikmâl etmek,
temâmlamak lâzım olsun. Ondan başka herşey, Onun mülkü ve mahlûkudur. Memlûk
mâlike, mahlûk hâlıka, mülkde ve yaratmakda şerîk [ortak] olmadığı gibi, birşeye
de mâlik değildirler.
Bu her iki
ta’rîfe göre, Allahü teâlânın işleri için, (adâlete uymayan) birşey olmaz. Böyle
görmek, yaratanı, ba’zı şeylerde, yaratdığı şeylere benzetmek olur. Bu ise,
büsbütün haksızlıkdır. Yaratan, hiçbir sûretle yaratdıklarına benzemez.
[Süâl: -
İslâm memleketlerinde dünyâya gelen müslimân çocukları, ana, babasından,
komşularından, hocalarından görerek, öğrenerek müslimân oluyor. Başka
memleketlerdeki kâfir çocukları ise, kâfir olarak yetişdirilip, müslimânlıkdan
mahrûm ediliyor. Bunlar da islâm terbiyesi ile yetişdirilseydi, müslimân olur,
Cennete giderlerdi. Böyle yetişenlerin Cehenneme gitmesi haksızlık olmaz mı?
Cevâb:
- Adâlet ile ihsânı karışdırmamalıdır. Allahü
teâlâ, her memleketde yetişen kulları için, adâleti fazlası ile yapmışdır. Ya’nî
âkıl ve bâlig olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehenneme sokmıyacakdır. Âkıl ve
bâlig oldukdan, ya’nî evlenecek çağa geldikden sonra, Muhammed aleyhisselâmın
dînini duymadan ölen kâfirlere de azâb yapmıyacakdır. Bunlar, islâm dînini,
Cenneti, Cehennemi işitdikden sonra, merak etmez, öğrenmez ise, inâd edip
inanmazsa, o zemân azâb göreceklerdir. Âkıl ve bâlig olanlar, ana babanın,
muhîtin yapmış oldukları eski te’sîrlerin altında kalmaz. Eğer kalsaydı, elli
seneden beri islâm memleketlerinde, islâm terbiyesi altında yetişen yüzbinlerle
müslimân evlâdı, islâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmaz, dinsiz,
mürted ve hattâ din düşmanı olmazdı. Bunlar, âkıl ve bâlig oldukdan sonra, hattâ
kırkından sonra, hattâ, hoca, hâfız oldukdan sonra, dinden çıkmakda, hattâ din
düşmanı olmakda, hattâ din düşmanlığında önderlik yapmakdadırlar. Anasına,
babasına, komşularına ve akrabâsına, yobaz, gerici, mürteci’, şerî’atcı, ileri
sağcı diyerek alay etmekdedirler. Bu pek acı misâller, ana baba terbiyesinin
te’sîrinin devâmlı olmadığını açıkca göstermekdedir. Bunun içindir ki, bugün
dinden çıkmak, bütün dünyâyı saran bir âfet, fecî’ bir akıntı hâlindedir. Genç,
ihtiyâr, bu felâkete kapılmıyan pek az kimse kalmışdır. Diğer tarafdan, birçok
kâfirlerin, ilm, fen adamlarının müslimân olduğunu görüyoruz. Pek az olsa da,
dînini değişdirmiyenlerin bulunması, ana terbiyesinin te’sîrinin, ba’zan da
devâmlı olduğunu gösteriyor denirse, bir çocuğun müslimân evlâdı olması, islâm
terbiyesi ile yetişmesi, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Kâfir çocuklarına bu
ihsânı yapmıyor. Fekat, kimseye ihsân yapmağa mecbûr değildir. İhsân yapmamak
zulm olmaz. Meselâ, bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo dartması
adâletdir. Noksan dartarsa zulm olur. Biraz fazla verirse ihsân olur. Bu ihsânı
istemek, kimsenin hakkı değildir. İşte, Allahü teâlânın islâm terbiyesi ile
yetişdirmesi, büyük ihsânıdır. Dilediğine ihsân eder. Kâfir çocuklarına bu
ihsânı yapmaması zulm olmaz. İhsân etdiği kimseler kâfir olursa, bunların
cezâsı, azâbı da, katkat ziyâde olacakdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ
aleyh” ikiyüz ellidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Bu fakîre göre, dağda
yetişip, hiçbir din duymayıp, puta tapan müşrikler, Cennete ve Cehenneme
girmiyecekler, hesâb yapılırken, zulmleri kadar azâb çekeceklerdir. Sonra
hayvanlar gibi, yok edileceklerdir. Küçük iken ölen kâfir çocukları ve
Peygamberlerden haberi olmıyanlar da böyle olacaklardır.)]
|