94 -
İKİNCİ CİLD
- 9.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
İmâm-ı
Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”, bu mektûbu
molla Ârif Hutenî Bedahşîye yazmışdır. (Lâ ilâhe illallah) kelimesinin
üstünlüklerini ve tenzîh makâmını ve (îmân-ı gayb)ı bildirmekdedir:
Allahü
teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Mevlânâ
Muhammed Ârif Hutenî! Önce, bâtıl, bozuk ilâhları yok etmek, sonra hak olan
ma’bûdü bilmek lâzımdır. Nasıl olduğu bilinen ve ölçülebilen herşey yok
edilmeli, nasıl olduğu bilinmiyen bir Allaha îmân etmelidir. Bu yok bilmeği ve
îmân etmeği en iyi anlatan kelime, (Lâ ilâhe illallah) güzel kelimesidir.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Zikrin en kıymetlisi, Lâ ilâhe
illallah demekdir) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, Rabbinden şöyle nakl etdi:
(Yedi kat göklerin ve bunlarda bulunanların ve yedi kat yerin hepsi, Lâ ilâhe
illallah kelimesi ile ölçülse, bu kelimenin sevâbı dahâ çok olur) buyuruldu.
Nasıl dahâ çok olmaz ki, bu kelimenin bir kısmı, Allahü teâlâdan başka herşeyi,
yerleri gökleri, Arşı, Kürsîyi, Levh ve Kalemi, bütün Âlemi ve âdemi hep yok
etmekde, diğer kısmı da, yerlerin, göklerin, tek yaratıcısı, hak olan ma’bûdün
var olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâdan başka herşey, ister âfâkda [insanın
dışında], ister enfüsde [insanın içinde] olsunlar, hepsi anlaşılabilen,
ölçülebilen şeylerdir. Âfâk ve enfüs aynalarında görülen herşey de böyledir.
Hepsinin yok bilinmesi lâzımdır. Bildiğimiz, öğrendiğimiz, hâtırımıza,
hayâlimize gelen, duygu organlarımıza etki eden herşey de böyledir. Hepsi hâdis,
mahlûkdurlar. Çünki, insanın bildiği, his etdiği herşey, kendi eseri, yapdığı
şeydir. Bizim, Allahü teâlâyı tenzîh etmemiz, birşeye benzemez dememiz,
benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklükdür. Tesavvufculara
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” olan keşfler, tecellîler, müşâhedeler, hep
Allahdan başka şeylerdir. Allahü teâlâ (Verâ-ül-verâ)dır. Ya’nî, ötelerin
ötesidir. Bunların hiçbirine benzemez. İbrâhîm aleyhisselâm, kâfirlere,
(Niçin kendi yapdığınız putlara tapıyorsunuz? Sizleri ve yapdığınız işleri
Allahü teâlâ yaratdı!) dedi. Bunu Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. İster
elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve hayâlimizle meydâna getirelim,
yapdığımız şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mahlûklarıdır. Hiçbirinin tapınmak
için değerleri yokdur. Tapınılmağa hakkı olan, yalnız Allahü teâlâdır. O,
bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine benzemez ve nasıl olduğu
anlaşılamaz. Akl ve vehm Ona yaklaşamaz. Keşf ve şühûd, Onun büyüklüğü önünde
yıkılıp kalır. Böyle bî-çûn ve bîçigûne olan [ya’nî hiçbirşeye benzemiyen ve akl
ile anlaşılamıyan] yüce yaratıcıya, gayb yolu ile inanmakdan başka çâre yokdur.
Çünki, görerek, düşünerek anlamağa kalkışarak inanmak, Ona inanmak olmaz. Kendi
yapdığımız şeye îmân etmek olur. Bu şey de, Onun mahlûkudur. Bunu, Ona şerîk,
ortak yapmış oluruz. Belki de, Ondan başkasına îmân etmiş oluruz. Böyle felâkete
düşmekden Allahü teâlâya sığınırız. Gayba îmân edebilmek için, vehmin, hayâlin
yetişemediği bir yaratana inanmak lâzımdır. Ondan hiçbirşeyin hayâlde yeri
olmamalıdır. Bu ma’nâ vehm ve hayâlin dışında olan yakınlık mertebesinde ele
geçer. Çünki, uzaklaşdıkca, vehm ile anlaşılması kolaylaşır ve hayâlde yer
bulabilir. Bu ni’met, ancak Peygamberlere mahsûsdur. Gayb yolu ile îmân etmek,
ancak bu büyüklere nasîb olmuşdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bunlara uyup,
izlerinde gidenlerden de, dilediklerine ihsân ederler. Bütün mü’minlerin gayb
yolu ile olan îmânları, vehmin karışmasından kurtulamaz. Çünki câhillere göre,
(verâ-ül-verâ), uzaklık demekdir. Böyle anlayışda, vehm de işe karışır. O
büyüklere göre ise “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, (verâ-ül-verâ)
yakınlıkdadır. Böyle anlayışda, vehm işe karışamaz. Dünyâ durdukca ve dünyâ
hayâtı ile yaşadıkca, gayba inanmakdan başka çâre yokdur. Çünki, burada görerek
hâsıl olan îmân, bozukdur. Âhıret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti
kalmayınca, görerek hâsıl olan (Îmân-ı şühûdî) kıymetli olur. Vehm ve
hayâl tarafından bu îmâna bozuk şeyler karışdırılamaz. Sanırım ki, Resûlullah
Muhammed aleyhisselâm, dünyâda Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için, Onun
“sallallahü aleyhi ve sellem” îmânı, şühûdîdir demek güzel olur. Vehmden ve
hayâlden hâsıl olan bozuk şeyler, o îmâna karışamamışdır. Çünki, başka
mü’minlere Cennetde ihsân edilecek olan ni’met, o yüce Peygambere “aleyhi ve alâ
âlihissalâtü vesselâm” bu dünyâda nasîb oldu. Bu, Allahü teâlânın çok büyük bir
ni’metidir. Allahü teâlâ, ni’metlerini dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, pek
çok ni’met ihsân edicidir.
Şunu iyi
anlamalıdır ki, halîlullah İbrâhîm aleyhisselâm, Allahdan başka şeylere
tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe yol açacak kapılardan
hepsini iyice kapadı. Bunun için, Peygamberlerin imâmı oldu. Hepsinden ileride
oldu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Çünki, dünyâ hayâtında olan
ilerlemenin en yüksek noktası, Allahdan başka tapınılacak hiçbirşey
bulunmadığını iyi anlamakdır. Çünki, (Lâ ilâhe illallah) güzel
kelimesinin ikinci parçasının bildirdiği, (İbâdet olunmağa hakkı olan, yalnız
Allahü teâlâdır) sözünün tam ma’nâsı, ancak âhıretde anlaşılacakdır. Böyle
olmakla berâber, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât”, bu dünyâda, Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için, bu sözün
tam ma’nâsından çok şeylere de, bu dünyâda kavuşmuşdur. Denilebilir ki, bu
ma’nâdan, bu dünyâda mümkin olanı, o yüce Peygamberin gelmesi ile
bildirilmişdir. Yine, diyebiliriz ki, zât-ı ilâhînin tecellîsi, bu dünyâda,
ancak o yüce Peygambere nasîb oldu. Başkalarına, âhıretde nasîb olacağı
bildirildi. Doğru yolda bulunanlara ve Muhammed Mustafânın izinde olanlara selâm
olsun “aleyhi ve alâ Âlihî minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”!
|