95 -
HİLYE-İ SE’ÂDET
[Ya’nî
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” görünüşü, tanınması].
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, görünen bütün uzvlarının şekli,
sıfatları, güzel huyları, temâm hayâtı, bütün incelikleri ile, çok geniş ve açık
olarak, âlimler tarafından, senedleri, vesîkaları ile yazılmışdır. Bunlara
(Siyer) kitâbları denir. Binlerle siyer kitâbından, ilk olarak yazılan, ibni
İshakın “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Sîret-i Resûlillah) kitâbı olup, bunu, ibni
Hişâm Humeyrî aynı ism altında genişletmiş ve Alman müsteşriklerinden Westenfeld
tarafından, yeniden tab’ edilmişdir. Allahü teâlâ, bütün Peygamberlerine vermiş
olduğu mu’cizelerin hepsini Muhammed aleyhisselâma da verdi. Arabî
(El-Mevâhibülledünniyye) ve fârisî (Medâric-ün-Nübüvve) kitâblarında ve
(Mevâhib)den kısaltılmış olan (El-envâr-ül-Muhammediyye) kitâbında ve arabî
(Huccetüllahi alel’âlemîn fî mu’cizâti-Seyyid-il-mürselîn) kitâbında, bunların
çoğu yazılıdır.
Biz, bu
risâlemizi, Mısrdaki büyük islâm âlimlerinden imâm-ı Ahmed Kastalânî
hazretlerinin, (Mevâhib-i ledünniyye) ismindeki iki cild kitâbından aldık. İslâm
şâirlerinden Abdülbâkî efendi, bu kitâbı arabîden türkceye çevirmişdir. Bütün
kitâbdan genclere lüzûmlu görülen kısmları, kısaca aşağıya yazılmışdır:
Fahr-i kâinâtın
“sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzü ve bütün a’zâ-i şerîfesi ve mubârek
sesi, bütün insanların yüzlerinden ve a’zâsından ve seslerinden güzel idi.
Mubârek yüzü, bir mikdâr yuvarlak idi. Neş’eli olduğu zemânda, mubârek yüzü ay
gibi nûrlanırdı. Sevindiği, mubârek alnından belli olurdu. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, gündüz nasıl görürse, gece dahî öyle görürdü.
Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahî görürdü. Bunu isbât eden
yüzlerce hâdise, kitâblarda yazılıdır. Gözde görmek halk eden Allahü teâlâ,
diğer uzvda dahî halk etmeğe kâdirdir. Yana ve geriye bakacağı zemân, bütün
bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne nazarı, semâya bakmasından ziyâde idi.
Mubârek gözleri büyük idi. Mubârek kirpikleri uzun idi. Mubârek gözlerinde bir
mikdâr kırmızılık vardı. Mubârek gözlerinin karası gâyet siyâh idi. Fahr-i
âlemin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” alnı açık idi. Mubârek kaşları ince
idi. Kaşları arası açık idi. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarır
idi. Mubârek burnu gâyet güzel olup, orta yeri bir mikdâr yüksek idi. Mubârek
başı büyük idi. Mubârek ağzı küçük değildi. Mubârek dişleri beyâz idi. Mubârek
ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği zemânda, sanki dişleri arasından nûr
çıkardı. Allahü teâlânın kulları arasında ondan dahâ fasîh ve tatlı sözlü kimse
görülmedi. Mubârek sözleri gâyet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve rûhları
cezb ederdi. Söz söylediği zemân, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse
saymak istese, kelimeleri sayılmak mümkin idi. Ba’zan iyi anlaşılması için, üç
kerre tekrâr ederdi. Cennetde Muhammed aleyhisselâm gibi konuşulacakdır. Mubârek
sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi.
Fahr-i âlem
“sallallahü aleyhi ve sellem” güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi.
Gülerken, mubârek dişleri görünürdü. Güldüğü zemân, nûru dıvarlar üzerine ziyâ
verirdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafîf idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek
sesle de ağlamazdı, amma mubârek gözlerinden yaş akar, mubârek göğsünün sesi
işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan
ve Kur’ân-ı kerîmi işitince ve ba’zan da nemâz kılarken ağlardı.
Fahr-i âlemin
“sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek parmakları iri idi. Mubârek kolları etli
idi. Mubârek avuclarının içi geniş idi. Bütün vücûdünün kokusu, miskden güzel
idi. Mubârek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Mâlik diyor ki,
Resûlullaha on sene hizmet etdim. Mubârek elleri ipekden yumuşak idi. Mubârek
teri miskden ve çiçekden dahâ güzel kokuyordu. Mubârek kolları, ayakları ve
parmakları uzun idi. Mubârek ayaklarının parmakları iri idi. Mubârek ayaklarının
altı çok yüksek olmayıp, yumuşak idi. Mubârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı
berâber idi. Omuz başının kemikleri iri idi. Mubârek göğsü geniş idi.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kalb-i şerîfi, nazargâh-ı ilâhî idi.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” çok uzun boylu olmayıp, kısa dahî değil idi.
Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zemân, mubârek
omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.
Mubârek saçları
ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaradılışda ondüle idi.
Mubârek saçları uzundu. Önceleri kâkül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu.
Mubârek saçlarını ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını
boyamazdı. Vefât etdiği zemânda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi.
Mubârek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, mubârek kaşları kadar
idi. Emrinde husûsî berberleri var idi. [Müslimânların da, sakalı bir tutam
uzatması, fazlasını kesmesi, bıyıklarını kırkması sünnetdir.]
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” misvâkini ve tarağını yanından ayırmazdı. Mubârek
saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eylerdi. Geceleri mubârek gözlerine
sürme çekerdi.
Fahr-i kâinât
“aleyhi ekmelüt-tehıyyât” önüne bakarak, sür’atle yürürdü. Bir yoldan geçdiği,
güzel kokusundan belli olurdu.
Fahr-i âlem
“sallallahü aleyhi ve sellem” kırmızı ile karışık beyâz benizli olup, gâyet
güzel, nûrlu ve sevimli idi. Bir kimse, Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” siyâh
idi dese, kâfir olur.
[O “sallallahü
aleyhi ve sellem”, arab idi. Arab, lügatda, güzel demekdir. Meselâ, lisân-ı
arab, güzel dil demekdir. Istılâh ma’nâsı ise, ya’nî coğrafyada arab demek,
Arabistân ismindeki yarımadada doğup büyüyen, oranın ıklîmi, havası, suyu ve
gıdâsı ile yetişen ve onların kanından olan kimse demekdir. Anadoludaki kandan
gelenlere Türk, Bulgaristânda doğup büyüyenlere Bulgar, Almanyadakilere Alman
dedikleri gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de Arabistân
yarımadasında doğduğu için Arabdır. Arablar beyâz, buğday benizli olur. Bilhâssa
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sülâlesi beyâz ve çok güzel idi.
Zâten dedeleri İbrâhîm “aleyhisselâm”, beyâz olup, Basra şehri ehâlîsinden,
Târuh isminde beyâz bir müslimânın oğlu idi. Kâfir olan Âzer, hazret-i İbrâhîmin
“aleyhisselâm” babası değildi. Amcası ve üvey babası idi.
Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” babası Abdüllahın güzelliği, Mısra kadar şöhret
bulmuşdu ve alnındaki nûrdan dolayı, ikiyüze yakın kız, evlenmek için Mekkeye
gelmişdi. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âmineye nasîb oldu.
Türkiyede ve
birçok islâm memleketlerinde, bir asrdan beri, Abdüllahın evlendiği geceye,
Regâib kandili ismini veriyorlar. Regâib gecesine böyle ma’nâ vermek doğru
değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dokuz aydan önce dünyâyı
teşrîf etmiş olduğunu bildirmek olur ki, bu da, noksânlık ve kusûrdur. Her
bakımdan, her insanın üstünde ve her bakımdan kusûrsuz olduğu gibi, Âmine
valdemizi “rahmetullahi teâlâ aleyhâ” nûrlandırdığı zemân da, noksân ve kusûrlu
değildi. Bu zemânın noksân olması, tıb ilminde ayb ve kusûr sayılmakdadır.
Receb-i şerîfin
ilk Cum’a gecesine Regâib gecesi denir. Çünki, Allahü teâlâ, bu gecede, mü’min
kullarına, ragîbetler, ya’nî ihsânlar, ikrâmlar yapar. O gece yapılan düâ red
olmaz ve nemâz, oruc, sadaka gibi ibâdetlere, katkat sevâb verilir. O geceye
hurmet edenleri afv eyler.
İslâmiyyetin
ilk zemânlarında ve islâmiyyetden evvel, Receb, Zil-ka’de, Zil-hicce ve Muharrem
aylarında harb etmek harâm idi. (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbı, ikinci bâbı,
sekizinci faslında buyuruyor ki, (Zâhidî ve Alî Cürcânî tefsîrlerinde ve birçok
tefsîrde yazıyor ki, islâmiyyetden evvel, arablar, Receb veyâ Muharrem aylarında
harb edebilmek için, ayların yerini değişdirir, ileri veyâ geri alırlardı.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hicretin onuncu senesinde, doksanbin
müslimân ile vedâ’ haccı yapdığı zemân: (Ey Eshâbım! Haccı tam zemânında
yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yaratdığı zemândaki gibidir!)
buyurdu). Abdüllahın evlendiği sene, ayların yeri değişik idi. Receb ayı,
Cemâzil-âhır yerinde idi. Ya’nî bir ay ileride idi. O hâlde, nûr-i Nübüvvetin,
Âmine “rahmetullahi teâlâ aleyhâ” valdemize intikâli, şimdiki Cemâzil-âhır
ayındadır. Regâib gecesinde değildir.
Amcası Abbâs
ile Abbâsın oğlu Abdüllah “radıyallahü anhümâ” da beyâz idi. Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” kıyâmete kadar evlâdı da güzel ve beyâzdır.
Meselâ, Ürdün emîri merhûm Abdüllah, İstanbula gelmişdi. Beyâz idi. Kadıköy
müftîsi iken vefât eden fazîletli Ahmed Mekkî efendi “rahmetullahi aleyh” seyyid
idi. Ecdâdı gibi, beyâz, kara kaşlı, iri siyâh gözlü ve çok sempatik, güzel
yüzlü idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbı da, beyâz ve güzel
idi. Osmân “radıyallahü anh” beyâz, sarışın idi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi
ve sellem, rum imperatörü Heraklius hükûmetine gönderdiği sefîri Dıhye-i kelbî
çok güzel olup, İstanbul sokaklarında gezerken, yüzünü görmek için, rum kızları
sokaklara çıkardı. Cebrâîl “aleyhisselâm” çok def’a Dıhye “radıyallahü anh”
şeklinde gelirdi.
Mısr, Şâm,
Afrika, Sicilya ve İspanya yerlileri Arab değildir. Arablar, islâmiyyeti dünyâya
yaymak için, Arabistân yarımadasından çıkarak buralara geldiklerinden, bugün
buralarda da mevcûddur. Nitekim Anadoluda, Hindistânda ve başka memleketlerde de
mevcûddur. Fekat, bugün bu memleketlerin hiçbirinin ehâlisini Arab diye
ismlendirmek doğru olmaz.
Ortaçağ, ya’nî
kurûn-ı vustâ zemânının biricik ma’rifet ve medeniyyet lisânı olan ve zâten
gramer ve fesâhat ve edebiyyât bakımından, bugün yeryüzünde mevcûd yediyüzyetmiş
çeşid dilin en mükemmeli olan arabî lisânı, islâm medeniyyeti ile birlikde bütün
bu memleketlere girmiş ve yerleşmişdi. O zemânlar, İspanyadaki Arab
üniversitelerine ve müslimân mekteblerine, ihtisâs kazanmağa giden Fransız ve
diğer Avrupalılar, arabî birçok kelimeleri, bilhâssa ilmde ve fende kullanılan
kelimeleri, kendi memleketlerine götürmüşler, kendi dillerine karışdırmışlardır.
Bugün garb dillerinde birçok arabî kelimeler hâlâ kullanılmakdadır.
[1947]
senesinde Londrada basılmış, The British and Foreign Bible Society (İngilizlerin
ve yabancıların İncîl cem’ıyyeti)nin, The Gospel in Many Tongues (Birçok
dillerde bir âyet) ismindeki kitâbında, yediyüzyetmiş dürlü dilin herbiri ile
yazılmış birkaç satırlık örnekler vardır.
Mısr ehâlîsi
esmerdir. Habeşistân ehâlîsi siyâhdır. Bunlara habeş denir. Zengibâr ehâlîsine
Zencî denir. Bunlar da siyâhdır. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
akrabâsını, arabları sevmek ve saymak ibâdetdir. Onları her müslimân sever.
Anadoluya müsâfir gelen siyâh fellâhlar, habeşler, zencîler, hurmet ve ikrâm
olunmak için, kendilerini, arab diye tanıtdırmış, Anadolunun saf müslimânları,
sözlerine inanıp bunları sevmişlerdir. Çünki, bu sevgide siyâh, beyâz ayırımı
yokdur. Siyâh bir müslimân beyâz bir kâfirden katkat dahâ üstün, dahâ kıymetli
ve sevimlidir. İnsanın siyâh olması îmânın şerefini azaltmaz. Bilâl-i Habeşî
hazretleri ve Resûlullahın çok sevdiği Üsâme siyâh idiler. Ebû Leheb ve Ebû Cehl
kâfirleri beyâz idiler. Bu ikisinin kötülükleri ve aşağılıkları herkesce
bilinmekdedir. Allahü teâlâ insanın rengine değil, îmânının kuvvetine ve
takvâsına kıymet vermekdedir. Fekat, siyâhların kendilerini arab olarak
tanıtmaları, islâm düşmanlarının, yehûdîlerin işlerine yaradı. Bir yandan, siyâh
insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıtdılar. Bunları köle olarak kullandılar.
Bir yandan da kara kedileri, köpekleri, arab arab diye çağırarak, gazete ve
mecmû’alara yapdıkları siyâh resm ve karikatürlere arab diyerek, gençliğe, arabı
siyâh olarak tanıtmağa, böylece, müslimân yavrularını Peygamberimizden
“sallallahü aleyhi ve sellem” soğutmağa uğraşdılar. Bugün, Arabistânda, Mekke-i
mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunanlar, asrlar boyunca, Afrikadan, Asyadan
ve diğer yerlerden gelip yerleşen yabancıların soyundandır. Bu yabancılar siyâh
olup, Allahın ve Resûlullahın âşıkları idiler. Sultân ikinci Abdulhamîd hânın
“rahmetullahi aleyh” amirallerinden Eyyûb Sabrî pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”,
beş cildlik türkçe (Mir’ât-ül-haremeyn) kitâbında, koca Mekke şehrinde,
iki Arab evinin kalmış olduğunu yazmakdadır. Bugün ise hiç yokdur.
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi,
sonra da evlâdları, cihâd için, dîn-i islâmı dünyâya yaymak için, Arabistândan
çıkdı. İslâm ordusu, Asyanın ötelerine, Afrikaya, Kıbrısa, İstanbula, hâsılı her
yere dağıldı. Allahın dînini, Onun kullarına tanıtmak için savaşdılar ve
canlarını fedâ etdiler. Bu geniş topraklar, o mubârek şehîdlerle doludur.
Evlâdlarını, yavrularını da, ilm öğrenmek için, o zemânlar dünyânın en üstün
üniversitesi olup, fizik, kimyâ, astronomi, coğrafya ve hendesedeki tecribeleri
ve ileri buluşları, bugün mevcûd eserlerinden anlaşılan, Bağdâd dârül-fünûn ve
fakültelerine gönderdiler. Meşhûr zâlim ve kâfir Cengiz [asl adı Timoçindir]
hânın torunu Hülâgü, 656 [m. 1258] senesinde, Bağdâd ehâlîsini, kadın, çocuk
demeyip, sekizyüzbinden ziyâde müslimânı işkence ile öldürdüğü ve Bağdâdı yakıp
yıkdığı zemân, yalnız kuyulara saklananlar ve bilhâssa Anadoluya kaçıp
kurtulanlar sağ kalabilmişdi. İşte, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”
efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” evlâdları, o zemân Anadolunun
her tarafına, hele şark taraflarına yerleşmişdi. Bugün, kürd dediğimiz zekî,
sabrlı, çalışkan kimseler, hep o mubârek insanların soyundandır. Ya’nî kürdler
iki kısmdır: Bir kısmı, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes evlâdından olup, çok
eskiden orta Asyadan Anadoluya gelmiş, dağlarda göçebe hâlinde yaşayan, kaba,
câhil insanlardır. Sokratın talebesinden târîhci Xenophon, Anadolunun şarkında,
kürdleri gördüğünü yazmakdadır. Kürd denilen insanların ikinci kısmı ise,
şehrlerde oturan medenî, nâzik insanlardır. Bunların hemen hepsi,
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın
“aleyhimürrıdvân” evlâdlarıdır. İmâm-ı Hasen evlâdına (Şerîf), imâm-ı
Hüseyn evlâdlarına (Seyyid) denir. Seyyidler, şerîflerden dahâ üstündür.
Osmânlılar zemânında, Halebde seyyidlere ve şerîflere mahsûs bir mahkeme vardı.
Bütün evlâdları orada kaydlı olup, yalancılar seyyidlik iddi’â edemezdi. Van ile
Hakkâri arasındaki meşhûr İrisân beğleri,Abbâsî halîfeleri evlâdından olup,
Hülâgü katliâmından kurtulan bir yavrudan çoğalmışlardır. Bugün memleketimizin
her tarafında, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” evlâdı ve
seyyidler vardır. Bunların kıymetini bilmeli, hurmetde ve hizmetde kusûr
etmemeliyiz].
Güzel huyların
hepsi Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” toplanmışdı. Güzel huyları,
Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak, sonradan kazanmış değil idi.
Bir müslimânın ismini söyliyerek, hiçbir zemân la’net etmemiş ve aslâ mubârek
eli ile kimseyi döğmemişdir. Kendi için, hiçbir şeyden intikam almamışdır. Allah
için intikam alırdı. Akrabâsına, Eshâbına ve hizmetcilerine tevâzu’ ederek, iyi
mu’âmele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Hastaları ziyârete
gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını
kucağına alırdı. Fekat, kalbi bunlarla meşgûl değildi. Mubârek rûhu melekler
âleminde idi.
Resûlullahı
“sallallahü aleyhi ve sellem” ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi
yumuşak davranmasaydı, Peygamberlik hâllerinden, aslâ kimse yanında oturamaz,
sözünü işitmeğe tâkat getiremezdi. Hâlbuki, kendisi, hayâsından, mubârek gözleri
ile kimsenin yüzüne bakmazdı.
Fahr-i âlem
“sallallahü aleyhi ve sellem”, insanların en cömerdi idi. Birşey istenip de, yok
dediği görülmemişdir. İstenilen şey varsa verir, yoksa, cevâb vermezdi. O kadar
iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, rum imperatörleri, Îrân şâhları, o kadar
ihsân yapamazlardı. Fekat kendisi sıkıntı ile yaşamağı severdi. Öyle bir hayât
yaşıyordu ki, yimek ve içmek hâtırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veyâ
falanca yemeği pişiriniz demezdi. Yemek getirirlerse yir, her ne meyve verseler
kabûl ederdi. Ba’zan aylarca az yir, açlığı severdi. Ba’zan da çok yirdi. Yemeği
üç parmakla yirdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları
ile yemek yirken, herkesden sonra el çekerdi. Herkesin hediyyesini kabûl ederdi.
Hediyye getirene karşılık olarak, katkat fazlasını verirdi.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, hicretin sekizinci senesi, Ramezân-ı şerîfin
onuncu Pazartesi günü, onikibin kahraman ile birlikde, Medîneden çıkarak
Ramezânın yirminci Perşembe günü Mekke-i mükerremeyi feth eyledi. Ertesi Cum’a
günü hutbe okurken, mubârek başında siyâh sarık sarılı idi. Mekkede onsekiz gün
kalıp Huneyne gitdi. Sarığının ucunu sarkıtırdı. (Sarık, müslimânlar ile
kâfirler arasını ayırır) buyururdu. Çeşidli elbise giymek âdeti idi. Yabancı
devlet sefîrleri gelince süslenirdi. Ya’nî kıymetli ve nefîs elbise giyerek,
güzel yüzünü gösterirdi. Önce, altın yüzük takardı. Sonra, taşı akîkden gümüş
yüzük takdı. Yüzüğünü mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde (Muhammedün
Resûlullah) yazılı idi. Erkeklerin altın yüzük takmaları, dört mezhebde de câiz
değildir. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacı iplikleri ile dolu idi. Ba’zan bu
yatak üzerine, ba’zan yere serili deri üzerine, ba’zan da, hasır veyâ kuru
toprak üzerine yatardı. Mubârek avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ
yanı üstüne yatardı.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarmısak gibi
şeyler yimez ve şi’r söylemezdi.
Resûl-i ekrem
“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, mîlâdın beşyüzyetmişbirinci [571] yılı
nisan ayının yirmisine rastlıyan, Rebî’ul-evvel ayının onikinci Pazartesi
gecesi, sabâha karşı, Mekke-i mükerreme şehrinde dünyâya gelmişdir. Dünyânın her
tarafındaki müslimânlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak tes’îd
etmekdedir. Her yerde (Mevlid kasîdeleri) okunarak Resûlullah
hâtırlatılmakdadır. Erbil sultânı Ebû Saîd Muzaffer-üd-dîn Kükbûrî bin Zeyneddîn
Alî, mevlid gecelerinde şenlikler yapar, ikrâm ve ihsânlarda bulunurdu. Sultânın
güzel ahlâkı, hayrât ve hasenâtı, İbni Hilligânın târîhinde ve (Huccetullahi
alel’âlemîn)in ikiyüzotuzdördüncü sahîfesinde ve seyyid Abdülhakîm efendinin
(Mevlid-i şerîf) risâlesinde uzun yazılıdır. Mevlid, doğum zemânı
demekdir. Rebî’ul-evvel, ilkbehâr demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem” nübüvvetden sonra, her yıl, bu geceye ehemmiyyet verirdi. Her
Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmışdı. Bugün de,
müslimânların bayramıdır. Neş’e ve sevinç günüdür. Âdem aleyhisselâm rûh ile
cesed arasında iken, O Peygamber idi. Âdem aleyhisselâm ve herşey, Onun şerefine
yaratılmışdır. Arş ve gökler ve Cennetler üzerine, islâm harfleri ile mubârek
ismi yazılmışdır. Ona (Muhammed) adını, dedesi Abdülmuttalib koydu. Onun
adının yer yüzüne yayılacağını, herkesin Onu medh ve senâ edeceğini rü’yâda
görmüşdü. Muhammed, çok medh olunan demekdir. Cebrâîl aleyhisselâmın, ilk
gelerek, Peygamber olduğunu bildirmesi ve hicretde Mekke şehrindeki mağaradan
çıkması ve Medîne-i münevverenin Kubâ köyüne ayak basması ve Mekkeyi feth için
Medîneden çıkması ve vefâtı, hep pazartesi günü olmuşdur. Doğduğu zemân, göbeği
kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. Yeryüzünü şereflendirince, şehâdet parmağını
kaldırdı ve secde etdi. Melekler beşiğini sallardı. Beşikde iken konuşmağa
başladı. (Mevâhib)in Zerkânî şerhinde diyor ki, (Hazret-i Abdüllah
evlendiği zemân onsekiz ve hazret-i Âmine ondört yaşında idi. Hazret-i Âmine
yirmi yaşında vefât etdi. Evvelâ mubârek annesi dokuz gün, sonra Ebû Lehebin
câriyesi Süveybe bir kaç gün emzirdi. Sonra, Halîme-i Sa’diyye iki sene emzirdi.
İki sene dahâ Benî Sa’d bin Bekr köyünde kalarak dört yaşında Mekkeye getirildi.
Ayağa kalkdığı zemân, çocukların oyunlarını seyr ederdi. Oyuna karışmazdı. Altı
yaşında iken, annesi Âmine “radıyallahü anhâ”, sekiz yaşında iken, dedesi
Abdülmuttalib vefât etdi. Yirmibeş yaşında iken, Hadîce “radıyallahü anhâ” ile
nikâh etdi, evlendi. Kırk yaşına gelince, Ramezân-ı şerîf ayında, Pazartesi
günü, şehrin bir sâat şimâlindeki (Cebel-i hirâ) ve (Cebel-i nûr)
denilen dağdaki mağarada, melek göründü. Bütün insanlara ve cinne Peygamber
olduğu bildirildi. Evvelâ Cebrâîl “aleyhisselâm” geldi. Sonra üç sene, İsrâfîl
“aleyhisselâm” gelip, ba’zı şeyler öğretdi. Fekat, Kur’ân-ı kerîm getirmedi.
Sonra, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelmeğe başlıyarak, bütün Kur’ân-ı kerîmi, yirmi
senede indirdi. Cebrâîl “aleyhisselâm” kendisine yirmidörtbin kerre gelmişdi.
[Hâlbuki, Âdem aleyhisselâma oniki kerre, Nûh aleyhisselâma elli kerre, İbrâhîm
aleyhisselâma kırk kerre, Mûsâ aleyhisselâma dörtyüz kerre ve Îsâ aleyhisselâma
on kerre gelmişdi.] Peygamberliğini üç sene izhâr etmeyip, sonra Hak teâlânın
emri ile teblîg eyledi.
Elliiki yaşında
iken, Receb ayının yirmiyedinci gecesi, Mekke-i mükerremede, Cebrâîl
“aleyhisselâm” gelip, Mescid-i harâmdan, Kudüsde, Mescid-i aksâya ve oradan
göklere götürdü. Bu mi’râcda, Allahü teâlâyı baş gözü ile gördü. Bu gecede beş
vakt nemâz farz oldu. [İkinci kısm, beşinci maddenin son sahîfesini okuyunuz!].
Elliüç yaşında iken, izn-i İlâhî ile, Medîne-i münevvereye hicret eyledi. Safer
ayının yirmiyedinci perşembe günü sabâh erken evinden çıkarak, öğleden sonra Ebû
Bekr-i Sıddîkın evine geldi. O gece, berâber çıkarak, Mekkenin beşbuçuk
kilometre cenûb-i şark [güney doğu] tarafında bulunan (Sevr) dağındaki
mağaraya geldiler. Denizden yediyüzellidokuz metre yüksek olan bu dağın yolu çok
bozuk idi. Mubârek ayakları kanadı. Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi
çıkdılar. Bir hafta yolculukla, efrencî Eylül ayının yirminci ve Rebî’ul-evvelin
sekizinci pazartesi günü, Medînede Kubâ köyüne geldiler. Gece ile gündüzün
müsâvî olduğu, Eylülün yirmiüçüncü gününü de burada geçirip, Rebî’ul-evvelin
onikinci Cum’a günü Medîneye azîmet [hareket] etdiği ve aynı gün vâsıl olduğu
(Beydâvî) tefsîrinde yazılıdır. Ömer-ül-Fârûk halîfe iken, bu seneki
Muharrem ayının birinci günü, ya’nî hicretden yetmiş [70] gün evvel,
müslimânların (Hicrî kamerî sene) başlangıcı oldu. Bu başlangıç günü,
târîhcilere göre, mîlâdın altıyüzyirmiikinci [622] senesinde idi. Temmuz ayının
onaltıncı Cum’a gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ beğin 1316 [m. 1898] baskılı
(İlm-i hey’et) kitâbında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak basdığı Eylül ayının
yirminci günü, müslimânların (Hicrî şemsî sene) başlangıcıdır. 623. cü
mîlâdî sene başı, hicrî şemsî ve kamerî senelerin birinci senelerinde oldu.
Bir şemsî sene
365, 242 gündür. Ya’nî, 365 gün, 5 sâat, 48 dakîka, 47 sâniyedir. Bir kamerî
sene 354, 367 gündür. Ya’nî, 354 gün, 8 sâat, 48,5 dakîkadır.
Yirmiyedi kerre
muhârebe yapmış, dokuzunda er olarak hücûm etmiş, diğerlerinde baş kumandanlık
mevkı’inde bulunmuşdur. Gazâlarda iki dürlü bayrak kullanırdı. Râyesi siyâh idi.
Livâsı dahâ küçük olup beyâz idi. Osmânlı Sancağının şeklini Timürtaş pâşanın
bulduğunu birinci kısm, 29. cu maddede bildirmişdik.
Medîne-i
münevverede, kamerî altmışüç, şemsî sene hesâbı ile altmışbir yaşında iken 11
[m. 632] senesi Rebî’ul-evvel ayının onikinci pazartesi günü, öğleden evvel
vefât edip, mubârek gömleği arkasında olarak, üç kerre yıkanıp, üç kat yeni
beyâz kefene sarılıp, mubârek rûhu alındığı yere defn olundu.
Server-i âlemin
“sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç
yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mubârek vücûdü nûrânî olup, gölgesi yere
düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mubârek kanını
içmezdi. Allahü teâlâ tarafından Resûlullah olduğu bildirildikden sonra,
şeytânlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler söyleyemez oldu.
Bir kimse,
Rahmeten-lil-âlemîni “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rü’yâda görse, muhakkak
Onu görmüşdür. Çünki, şeytân Onun şekline giremez.
Server-i âlem
“sallallahü aleyhi ve sellem”, bizim bilmediğimiz bir hayât ile, şimdi
hayâtdadır. Cesed-i şerîfi aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin
söyledikleri salevâti kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arasına
(Ravda-i mutahhera) denir. Burası Cennet bağçelerindendir.
Kabr-i şerîfini
ziyâret etmek, tâ’atların büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir. (Beni
ziyâret edene şefâ’atim vâcib olur) buyurmuşdur.
Server-i âlemin
“sallallahü aleyhi ve sellem” üç veyâ dört yâhud beş erkek, dört kız evlâd-ı
kirâmı, onbir zevce-i mutahherası, oniki amcası ve altı halası vardı.
[İslâm
düşmanları, gencleri aldatmak için, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”
kadınlara, kızlara düşkün imiş diyerek ve habîs rûhlarına yakışan, çok çirkin
şeyler söyleyerek ve yazarak küstahca iftirâ yapıyorlar. Hâlbuki, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” ilk olarak, yirmibeş yaşında evlenmiş, Hadîceyi
“radıyallahü anhâ” almışdır. Kırk yaşında ve dul idi. Fekat, malı, cemâli, aklı,
ilmi, şerefi, nesebi, iffeti ve edebi pek fazla idi. Yirmibeş sene berâber
yaşayıp, hicretden üç sene evvel Mekkede, Ramezân-ı şerîf ayında vefât etdi. Bu
hayâtda iken, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hiç evlenmemişdi.
Ellibeş yaşında
iken, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” kızı; Âişe “radıyallahü anhâ” ile evlendi.
Bunu, Hadîce-i kübrânın “radıyallahü teâlâ anhâ” vefâtından bir sene sonra,
Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişdi. Ölünciye kadar, sekiz sene onunla
yaşadı.
Diğerlerini,
hep Âişeden “radıyallahü anhünne” sonra, dînî, siyâsî sebeblerle veyâ merhamet
ve ihsân ederek nikâh etdi. Bunların hepsi dul idi. Çoğu yaşlı idi. Meselâ,
Mekkedeki kâfirlerin, müslimânlara eziyyet ve zararları dayanılamayacak bir
dereceye geldikde, Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistâna hicret etmişdi. Habeş
pâdişâhı Necâşî, Îsevî idi. Müslimânlara çeşidli şeyler sorup, aldığı olgun
cevâblara hayrân kalarak îmâna geldi. Müslimânlara çok iyilik etdi. Îmânı za’îf
olan Ubeydüllah bin Cahş, mal ve mevkı’ için nefsine aldanıp, meâzallah, mürted
olmuş, dînini dünyâya değişmişdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
halasının oğlu olan bu mel’ûn, karısı Ümm-i Habîbeyi de “radıyallahü anhâ”
dinden çıkıp zengin olmağa cebr ve teşvîk etdi ise de, kadın, fakîrliğe ve ölüme
râzı olacağını, fekat Muhammed aleyhisselâmın dîninden çıkmıyacağını söyleyince,
bunu boşadı. Sürünerek, sefâletden ölmesini bekliyordu. Fekat, az zemânda kendi
öldü. Ümm-i Habîbe, Mekkedeki Kureyş kâfirlerinin baş kumandanı Ebû Süfyânın
kızı idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, o zemânlarda, Kureyş
orduları ile, çok çetin muhârebelerle uğraşıyordu ve Ebû Süfyân, islâmiyyeti yok
etmek için son gayreti ile çarpışıyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem”, Ümm-i Habîbenin dîninin kuvvetini ve başına gelen çok acı hâli işitdi.
Necâşîye mektûb yazıp, (Oradaki Ümm-i Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap!
Sonra, kendisini buraya gönder!) şeklinde talebde bulundu. Necâşî dahâ önce
müslimân olmuşdu. Mektûba çok hurmet edip, oradaki müslimânları serâyına dâ’vet
ederek, ziyâfet verdi. Hicretin yedinci senesinde nikâh yapılıp, hediyye ve
ihsânlarda bulundu. Bu sûretle, Ümm-i Habîbe, îmânının mükâfâtına kavuşarak,
orada zengin ve râhat oldu. Onun sâyesinde, oradaki müslimânlar da râhat etdi.
Cennetde, kadınlar kocalarının yanında bulunacakları için, Cennetin en yüksek
derecesi ile de müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve ni’metleri, bu müjde
yanında pek küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyânın “radıyallahü teâlâ anh” ilerde
müslimân olmakla şereflenmesini hâzırlıyan sebeblerden birisi oldu. Görülüyor ki
bu nikâh, kâfirlerin iftirâlarının ne kadar yanlış ve çürük olduğunu bildirdiği
gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” aklının, zekâsının, dehâsının,
ihsânının ve merhametinin derecesini de göstermekdedir.
İkinci misâl
olarak; hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kızı Hafsa “radıyallahü anhâ” dul
kalmışdı. Hicretin üçüncü senesinde, Ömer “radıyallahü anh”, Ebû Bekre ve Osmâna
“radıyallahü anhümâ” kızımı alır mısın dedikde, düşüneyim, demişlerdi. Birgün,
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, her üçü ve başkaları yanında iken,
(Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?) diye sordu. Bir şişedeki
mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
de, herkesin düşüncesini, bir bakışda anlardı. Lüzûm görürse sorardı. Ona, hattâ
herkese doğru söylememiz farz olduğundan, Ömer de, (Yâ Resûlallah “sallallahü
aleyhi ve sellem”! Kızımı Ebû Bekre ve Osmâna “radıyallahü anhüm” teklîf etdim,
almadılar) gibi cevâb verdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, en çok
sevdiği üç Eshâbının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için,
hemen buyurdu ki, (Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekrden ve Osmândan “radıyallahü
anhüm” dahâ iyi birisine versem ister misin?). Ömer şaşırdı. Çünki, Ebû
Bekrden ve Osmândan “radıyallahü anhüm” dahâ yüksek ve dahâ iyi kimse olmadığını
biliyordu. (Evet, yâ Resûlallah!) dedi. (Yâ Ömer, kızını bana ver!)
buyurdu. Bu sûretle, Hafsa “radıyallahü anhâ”, Ebû Bekrin ve Osmânın ve bütün
mü’minlerin anneleri oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân “radıyallahü teâlâ anhüm”, birbirlerine dahâ yakın ve dahâ sevgili oldular
“radıyallahü teâlâ anhüm”.
Üçüncü bir
misâl olarak kısaca söyliyelim ki, hicretin beş veyâ altıncı senesinde, Benî
Mustalak kabîlesinden alınan yüzlerce esîr arasında, Cüveyriyye “radıyallahü
anhâ”, kabîlenin reîsi Hârisin kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek,
kendilerine nikâh edince, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsi, biz,
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” âilesinin, annemizin akrâbasını
câriye olarak, hizmetci olarak kullanmakdan hayâ ederiz dedi. Hepsi, esîrlerini
âzâd etdi. Bu nikâh, yüzlerce esîrin âzâd olmasına sebeb oldu. Cüveyriyye
“radıyallahü anhâ”, bu hâli her zemân söyliyerek öğünürdü. Âişe “radıyallahü
anhâ”, ben Cüveyriyyeden “radıyallahü teâlâ anhâ” dahâ hayrlı, dahâ bereketli
bir kadın görmedim, derdi.
Dördüncü misâl,
Zeyneb-binti Huzeyme “radıyallahü anhâ”dır.
Kitâbımız
müsâid olmadığından, diğer misâlleri yazmağa imkân bulamadık. Aklı, iz’ânı ve
insâfı olana da, bu üç misâl, hakîkati anlatmağa elbette yetişir. Şunu da
söyliyelim ki, her bakımdan, insanların en kuvvetlisi olduğu hâlde, yalnız
hayâtda olan dokuz âilesi ile yaşamışdı. O da, birkaç sene idi. O zemânlar,
zâten hep harblerle uğraşıyor, evinde kaldığı günler nâdir oluyordu. Papasların
yazdığı ve ahlâksızların, kendileri gibi sanarak söyledikleri gibi olsaydı, dahâ
gençliğinde, genç kızlarla evlenip, az zemân sonra boşayarak, istediği kadar
değişdirebilirdi. Nitekim torunu Hasen “radıyallahü anh” alıp boşamak sûretiyle
yüze yakın güzel kız ile evlenmiş ve babası imâm-ı Alî “radıyallahü anh”, bir
hutbesinde, (Ey müslimânlar! Oğlum Hasene kız vermeyiniz! O, kızları çabuk
boşuyor, bırakıyor) buyurduğu, müslimânların da; (Kızlarımız ona fedâ olsun.
Onun nikâhı ile şereflenmeleri onlara yetişir. Kızlarımızı ona vereceğiz)
dedikleri meşhûrdur. Bedrde, Uhudda, Hendekde, Hayberde, Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” bir işâreti ile üstün düşmana karşı hücûm ederek,
Ona canlarını fedâ eden o arslanlar, kızlarını Ona vermezler mi idi? Fekat O,
istemedi. Mi’râc gecesi, Cennete girdiği zemân, Cennet hûrîlerine, bir zerre
dönüp bakmamışdı. İslâm düşmanlarından Voltairin, Resûlullahın, hazret-i Zeynebi
nikâh etmesini tiyatro olarak yazarak, âdî, alçak iftirâlar etdiği ve bu yüzden,
düşmanı olan papadan tebrîk mektûbu aldığı, (Kâmûs-ül a’lâm)da Zeyneb
isminde yazılıdır. (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi, 459. cu sahîfede
diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, halasının kızı Zeynebi,
oğulluğu Zeyde nikâh etdi. Uzun zemân sonra, Zeyd “radıyallahü teâlâ anh”
hâtunundan ayrılmak istediğini söyledi. (Niçin) buyurunca, hiçbir
kötülüğünü görmedim. Hep iyilik gördüm. Fekat, nesebinin şerefi ile öğünüyor,
başıma kakıyor dedi. Bunlara ehemmiyyet verme. Hâtununu bunun için boşama
buyurdu ise de, Allahü teâlâ, Resûlünün buna mâni’ olmasını men’ eyledi. Zeyd
de, Zeynebi boşadı. Allahü teâlâ, Resûlüne Zeynebi nikâh eyledi ve onu
istemesini emr buyurdu). Dâvüd aleyhisselâmın yüz nikâhlısı ile üçyüz câriyesi
vardı. Süleymân aleyhisselâmın üçyüz zevcesi ile yediyüz câriyesi vardı.
Voltaire, bu Peygamberleri ağzına almıyor da, Resûlullahın, emr olunarak bir
hâtun almasına saldırıyor.
Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” çok evlenmesinin mühim bir sebebi de, ahkâm-ı
islâmiyyeyi bildirmek içindi. Hicâb âyeti gelmeden, ya’nî kadınların örtünmeleri
emr olunmadan önce, kadınlar da Resûlullaha gelip, bilmediklerini sorar,
öğrenirlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” birinin evine gitse,
kadınlar da gelir, oturur, dinler, istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip,
kadınların yabancı erkeklerle oturmaları, konuşmaları yasak edilince, yabancı
kadınları kabûl etmedi. Onların, bilmediklerini, mubârek zevcesi hazret-i
Âişeden sorup öğrenmelerini emr eyledi. Gelip soranların çokluğundan, hazret-i
Âişe, hepsine cevâb yetişdirmeğe vakt bulamıyordu. Bu mühim hizmeti
kolaylaşdırmak ve hazret-i Âişenin yükünü hafîfletmek için, lâzım olduğu kadar
hânımı nikâh etdi. Kadınlara âid yüzlerle nâzik bilgileri, müslimân kadınlarına,
mubârek zevceleri yolu ile bildirdi. Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların
ondan sorması güç ve hattâ imkânsız olurdu.]
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” ümmî idi. Ya’nî kitâb okumamış, yazı yazmamış,
kimseden bir ders görmemiş idi. Mekkede doğup, büyüyüp, belli kimseler arasında
yetişip, seyâhat etmemiş iken, Tevrâtda ve İncîlde ve Yunan ve Roma devrlerinde
yazılmış kitâblarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber verdi. İslâmiyyeti
bildirmek için, müslimânlara mektûblar yolladı. Hicretin altıncı senesinde Rum,
Îrân ve Habeş hükümdârlarına ve diğer arab pâdişâhlarına mektûblar gönderdi.
Îrân şâhı Husrev Pervîz, mektûbu parçaladı. Getiren Sahâbîyi şehîd etdi. Az
zemân sonra, oğlu Şîrûye tarafından öldürüldü. Hizmetine altmışdan ziyâde ecnebî
sefîr gelmişdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini
işiten herkesin, Ona îmân etmesi vâcibdir. İşitdikden sonra, îmân etmeden vefât
eden, Cehenneme girecek ve orada sonsuz olarak azâb çekecekdir.
Fahr-i âlemin
“sallallahü aleyhi ve sellem” ismleri, hâlleri, Tevrâtda ve İncîlde yazılı idi.
Yehûdî ve hıristiyanlar, teşrîf etmesini bekliyordu. Fekat, kendi cinslerinden
gelmeyip, arabdan geldiği için ba’zıları kıskandı, inkâr etdi. Hâlbuki, birçok
âlimleri ve akllıları, insâf edip müslimân oldu. Onun peygamber olduğuna
inanmamak, Onun büyüklüğünü, üstünlüğünü anlamamak, Onun kıymetini, şerefini
azaltmaz. Allahü teâlâ, (İnşirâh) sûresinde, (Senin zikrini
yükseltdim), kendi ismimin yanında olarak, her yerde söylenir buyurdu.
Yeryüzünde, bir derece batıya gidildikde, nemâz vaktleri dört dakîka sonra
başladığı için, dünyânın her yerindeki müslimânlar, her günün her dakîkasında
ezân okumakda, Onun mubârek ismi, her yerde her ân, saygı ve sevgi ile
söylenmekdedir.
Bir kimse, her
işinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dînini kabûl etmezse mü’min
olmaz. Onu, kendi cânından çok sevmezse, îmânı temâm olmaz.
Bütün
insanların ve cinnîlerin Peygamberidir. Her asrda yaşıyan her milletin Ona
uyması vâcibdir. Her mü’minin, Onun dînine yardım etmesi, Onun ahlâkı ile
huylanması, Onun mubârek ismini çok söylemesi, ismini söyledikde ve işitdikde,
saygı ile ve sevgi ile salât-ü selâm getirmesi, mubârek cemâlini görmeğe âşık
olması, Onun getirdiği Kur’ân-ı kerîmi ve islâmiyyeti sevmesi ve hurmet etmesi
lâzımdır. (Mir’ât-i kâinât)da diyor ki, (Câhiller ve tenbeller,
“sallallahü aleyhi ve sellem” yerine birkaç harf yazıyor. Bu doğru değildir. Çok
sakınmalıdır.)
İbni Âbidîn,
nemâz bahsinde diyor ki, (Ömründe bir kerre, salevât getirmek farzdır. Her
söyleyince, işitince, okuyunca, yazınca, bir kerre getirmek vâcib, tekrâr
edildiklerinde müstehâbdır.)
Dostlarımın
ayrılığından, kalbim kan ağlıyor.
onları
hâtırladıkca, iliklerim yanıyor.
|