| 
 
78 
- 
ZEKÂT VERMEK 
KÂĞID PARA 
ZEKÂTI - 
Kâğıd paraların zekâtını da vermek lâzımdır. 
Şî’îler altın ve gümüşden başka paraların zekâtı verilmez, diyorlar. Nûr-i 
Osmâniyye kütübhânesi, [1968] numaralı (Tâtârhâniyye) kitâbının sâhibi 
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, doksanbeşinci sahîfede diyor ki, (Gümüş para gibi 
kullanılan Fülûs, ya’nî bakır paraların kıymeti, ikiyüz dirhem gümüş veyâ yirmi 
miskal altın olduğu zemân, bu paranın zekâtını vermek lâzımdır. Ticâret niyyeti 
ile kullanması şart değildir ve kıymeti, ya’nî değeri kadar altın verilir). 
[(Miftâh-üsse’âde) 
kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî olarak diyor ki, (Fülûs 
denilen bakır paraların gümüş para ile hesâb edilen kıymetleri ikiyüz dirhem 
gümüş olursa, bu fülûsların değerlerinin kırkda biri kadar gümüş parayı zekât 
olarak vermek lâzım olur). Bundan anlaşılıyor ki, şimdi kâğıd liraların zekâtını 
altın lira olarak vermek lâzımdır. Kâğıd olarak verilemez. 
(Dürr-ül-müntekâ) 
kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Sarf bahsi sonunda diyor ki, (Fülûs, 
geçer akça olduğu zemân, gümüş para gibidir. Geçmez ise, başka mallar gibidir. 
Sayısı veyâ ağırlığı belli olan, meselâ bir dirhem ağırlığında fülûs ile mal 
satın almak câizdir. Bir dirhem ağırlığında fülûs ödemesi lâzım olur. Fülûs, 
aslında para değildir. Gümüş dirhem parçalarının yerini tutmak için basılmış 
ma’den parçaları olup, ucuz şeyleri satın almak için kullanılır.)] 
Kâğıd paraların 
nisâbları, çarşıda kullanılan en ucuz altın para ile hesâb edilir. Çünki kâğıd 
paralar, altın karşılığı senedlerdir ve kendi kıymetleri azdır. Altın karşılığı 
olan i’tibârî kıymetleri hükûmetler tarafından konmuşdur. Her zemân 
değişmekdedir. Karşılıkları kadar altın liraların kırkda biri veyâ bunun 
ağırlığı kadar her çeşid altın verilmelidir. Fakîre altını teslîm etdikden 
sonra, ona kolaylık olmak için, altınları piyasadaki kıymetine göre ondan satın 
alıp, ona kâğıd para verilebilir. Nakdeynden, ya’nî altından ve gümüşden başka 
ticâret eşyâsını böyle satın alıp, kendisinin kullanması mekrûh olduğu (Buhârî)de 
yazılıdır. Kâğıd olarak verilen zekâtlar sahîh olmaz. Tekrâr vermek lâzımdır. 
Sonradan fakîr olan, az altın ile devr yaparak kazâ eder. Asrlardan beri 
müslimânlar, zekâtlarını altın, gümüş olarak vermişdir. Hiçbir din âlimi, fülûs 
denilen paraların ve borç senedinin zekât olarak verileceğini söylememişdir. 5 
Mayıs 1338 [1922] târîhli fetvâ denilen yazı doğru değildir. Şâfi’îde câiz 
olmadığı (İkdül-ceyyid)de yazılıdır. [Birinci kısm, 54. ncü maddenin 
sonuna bakınız!] 
(İbni 
Âbidîn) 
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, sarf, ya’nî sarraflık satışını anlatırken diyor ki, 
(Fülûs, ya’nî bakır paralar, geçer akçe ise, üzerindeki değere göre para olur. 
Üzerindeki değer geçer değilse, kıymetsiz mal olur). Onüçüncü sahîfesinde diyor 
ki, (Ödenecek senedlerin iki dürlü değeri vardır: Üzerinde yazılı olan değeri 
olup, sened sâhibinin, kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. Kâğıdın kendi 
değeri ise pek azdır). İnsanın malı, kendinde bulunuyorsa, bu mala (Ayn) 
denir. Kendinde bulunmıyorsa, (Deyn) denir. Kâğıd liraların üzerlerinde 
yazılı olan değerler, deyn olan zekât malını göstermekdedir. (Dürr-ül-muhtâr), 
onikinci sahîfede diyor ki, (Ayn veyâ geri alınacak deyn olan malın zekâtını 
deyn olan maldan vermek câiz değildir. Ayn olan maldan vermek lâzımdır). Meselâ 
fakîrden alacağı olan ikiyüz dirhemin beş dirhemini zekât niyyeti ile ona 
bağışlayıp kalanı alsa, câiz olmaz. Ancak beş dirhemin zekâtı verilmiş olur. 
(Kâğıd paralar, 
birkaç kişi arasında yapılan âdî senede benzetilemez. Bunlar her yerde geçer. 
Altın gibidirler) demek doğru değildir. Çünki, (İbni Âbidîn) yemîn 
bahsinde diyor ki, İmâm-ı Ebû Yûsüf, Hârûn Reşîd için yazdığı, (Harâc ve Uşr) 
kitâbında buyuruyor ki, (Halîfenin, toprak sâhiblerinden, harâc ve uşr olarak, 
altın, gümüş yerine, başka geçer akça, meselâ sütûka denilen parayı alması 
harâmdır. Çünki bunlar, herkesin kabûl etdiği damgalı para ise de, altın değil, 
bakır paradır. Altın, gümüş olmayan parayı zekât ve harâc olarak alması 
harâmdır). 
Kâğıd paraların 
zekâtını, altın olarak vermek takvâ değildir. İbâdetlerde takvâ, bunların bir 
mezhebin imâmlarının hepsine, hattâ her mezhebe uygun olmasına çalışmak demekdir. 
Fakîr, kâğıd paraya râzı oluyor ve onunla ihtiyâclarını gideriyor denirse, 
fakîrin râzı olması değil, Allahü teâlânın râzı olması ve kabûl etmesi lâzımdır. 
Meselâ, (İbni Âbidîn) onikinci sahîfede diyor ki: (Bir zenginin, bir 
fakîrden alacağı olsa, fakîre borç senedini verip, sana, alacağım kadar zekât 
vermeğe niyyet etdim. Sen de kabûl et ve borcuna karşılık tut, ödeşmiş olalım 
dese, fakîr de kabûl etdim dese, islâmiyyet, bunu kabûl etmiyor ve zengin, 
zekâtını vermiş olmuyor. Çünki, zekât, lâf ile, borc senedi vermek ile, râzı 
olmak ile edâ edilmiş olmuyor. Mal teslîm etmek ile oluyor. Bu zenginin, 
zekâtını fakîre vermesi, fakîrin de, aldıkdan sonra, tekrâr zengine geri vererek 
borcunu ödemesi lâzımdır. Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde de böyledir. Fakîrin, 
bu parayı geri vereceğine güvenemiyorsa, güvendiği birini fakîre göstererek, 
zekâtını almak ve borcunu ödemek için, bunu vekîl yap der. Zekâtı bu vekîle 
verir. Vekîl de, zengine geri vererek, fakîrin borcunu öder). Böyle olduğu (Dürr-i 
yektâ) ve (Mîzân-ı kübrâ) kitâblarında da yazılıdır. 
(İbni 
Âbidîn) 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” yine aynı sahîfede 
buyuruyor ki: (Zengin bir kimse, ayn olan, ya’nî elinde bulunan malının [veyâ 
elinde bulunan kâğıd paraların karşılığı deyn olan altınların] zekâtını fakîre 
vermek için, başka birinde bulunan alacağının senedlerini [veyâ bankadan veyâ 
sarrafdan altın alacak kadar kâğıd parayı] o fakîre verip, senedlerde yazılı 
malı, borçludan almasını [veyâ o kâğıd paralarla bankadan, sarrafdan altın 
almasını] fakîre emr etse, fakîr o malı, borçludan aldığı zemân [ya’nî kâğıd 
para verip altın alınca] zenginin zekâtı ayn olarak verilmiş olur. Malı [altını] 
fakîr teslîm almadıkca, yalnız senedi [kâğıd parayı] vermekle, zekât verilmiş 
olmaz. Çünki, fakîr, o malı [altını] aldığı zemân, borc senedi [ya’nî kâğıd 
para], mal [altın] olup, aynın [ve deynin] zekâtı, ayn olarak verilmiş oluyor). 
Görülüyor ki, kâğıd para zekâtını, altın olarak vermek veyâ kâğıd olarak 
verilince, bunu fakîrin bankadan veyâ sarrafdan altına çevirmesi ve kâğıd para 
verirken, bunu altına çevirmesi için, fakîre emr etmek, muhakkak lâzımdır. 
Verilen kâğıd parayı, fakîr altına çevirmezse, zengin zekât vermiş olmaz. Zîrâ 
altına çevirmek, ya’nî deyn olan malın zekâtını ayn olarak vermek, zenginin 
vazîfesidir. 
Hülâsa:
Ticâret eşyâsı bulunmıyanlar, kâğıd paralarının 
zekâtını altın olarak vermelidir. Verilecek kâğıd parayı altına çevirmek, altın 
bulmak her zemân kolaydır. Zîrâ, altının lira olması şart değildir. Dartarak, 
bileyzik, yüzük veyâ herhangi bir şekldeki altın verilebilir. Bunlar da, her 
yerde, kuyumcularda bulunur. Bulunduğu yerde hiç altın bulunmıyan bir zengin, 
ticâret eşyâsı da yoksa, altın bulunan bir şehrdeki bir müslimânı vekîl edip, 
buna kâğıd para gönderir. Bu vekîl de, kâğıd paraları altına çevirip, fakîre 
altın verir. Doğrudan doğruya, fakîri de vekîl edebilir. Fakîr, zenginden veyâ 
vekîlinden uzak yerde ise ve fakîrin bulunduğu yerde altın yoksa, fakîrin ta’yîn 
edeceği vekîline de altın teslîm olunabilir. Hattâ zengin, zekâtı olan altını, 
fakîrin emri ile, fakîrin alacaklısına teslîm ederek, fakîri borcdan 
kurtarabilir. Burada, alacaklı zekâtı almakda, fakîrin vekîli olmakdadır. Fekat, 
fakîrin rızâsı, ya’nî önceden vekîl etmesi şartdır. 
Zekât, kâğıd 
para olarak verilemez demek, zekâtı kâğıd para olarak vermemelidir demek 
değildir. Kâğıd para, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun verilmelidir demekdir. Herhangi 
bir zekât malının zekâtını kâğıd para ile, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak 
vermek için, fakîrdeki alacağını, ona, o kadar zekât vermeğe niyyet ederek 
ödeşmek istiyen bir zenginin yapacağı gibi yapmak lâzımdır. Bu da, (Eşbâh)
ve (Redd-ül-muhtâr)da ve (Hindiyye) 6. cı cildi sonunda şöyle 
anlatılmakdadır: (Dağıtmak istediği, nisâbdan az kâğıd paranın değerinde altını 
zevcesinden veyâ başkasından ödünc alır. Sâlih bir fakîr bulur. Buna emîn 
değilse, sana ve bir kaç tanıdığıma kâğıd para olarak zekât vereceğim. Dînimiz, 
zekâtın altın olarak verilmesini emr ediyor. Altınları kâğıd paraya çevirmekde 
kolaylık olmak için, (Zekâtını almak ve dilediği gibi tasarruf etmek üzere,
şunu vekîl yapmanı istiyorum. Böylece, benim ahkâm-ı islâmiyyeye uymamı 
sağlamış olacaksın. Bunun için de, sevâb kazanacaksın!) der. Zenginin güvendiği 
bir kimse vekîl yapılır. Zengin olan da vekîl yapılabilir. Altınları, bu fakîrin 
yanında olmayarak bu vekîle, zekât niyyeti ile verir. Böylece zekât fakîre 
verilmiş olur. Vekîl, altınları teslîm alıp, birkaç dakîka sonra, bunları, kâğıd 
para karşılığı zengine satar. Aldığı kâğıd paraları da, zengine hediyye eder. 
Zengin de, bu kâğıd paraları, o fakîre ve başka fakîrlere [Kur’ân-ı kerîm 
kurslarına ve dîne hizmet eden, cihâd yapan müslimânlara] dağıtır). Zenginlere 
verirse, sevâbı az olur. Kimseye vermezse veyâ câiz olmıyan kimselere ve nemâz 
kılmıyanlara verirse, zekâtın azâbından kurtulursa da, sevâblarına kavuşamaz. 
Altınları alınca götürmiyeceğine emîn olduğu bir fakîr bulursa, zekâtını doğruca 
bu fakîre verir. Fakîr altınları aldıkdan birkaç dakîka sonra, bunları, zekâtı 
vermiş olan zengine satar. Aldığı kâğıd paraları zengine hediyye eder. Hatta, 
altınları satmayıp, doğruca bunları hediyye eder. Zengin de bu değerde kâğıd 
parayı, yukarıda bildirdiğimiz yerlere dağıtır. Altınları, ödünc almış olduğu 
kimseye geri verir. Nisâbdan çok zekât vermesi îcâb ediyorsa, bu işi tekrâr 
yapar. Zekâtı altın olarak dağıtmak, dahâ sevâbdır. Altın ile verileceği, 
herkese gösterilmiş, öğretilmiş olur. Zekâtı fakîre veyâ vekîline, önce altın 
olarak verip sonra bunu kâğıd paraya çevirmek, (Hîle-i şer’ıyye) olur. 
Zekâtı ahkâm-ı islâmiyyeye uygun verebilmek için, bunu yapmak lâzımdır ve çok 
sevâbdır. Hîle-i şer’ıyye yapmanın câiz olduğu ve fakîrin aldığı zekâtı, 
sadakayı zengine hediyye etmesinin câiz olduğu üçüncü kısm, 15. ci ve 63. cü 
maddeleri sonunda bildirilmişdir. Farz oldukdan sonra zekât vermemek için, 
(Hîle-i bâtıla) yapmak harâm olur. Farz olmadan önce yapılan hîle, imâm-ı 
Muhammede göre mekrûh, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre câiz olur. Fetvâ imâm-ı Muhammede 
göredir. Üçüncü kısm, 15. ci maddenin son sahîfesine bakınız! 
Bekara 
sûresinin ikiyüzyetmişbeşinci âyetinde meâlen, (Allah, fâiz ile elde 
edilenleri yok eder. İzlerini bile bırakmaz. Zekâtları verilen malları artdırır) 
buyuruldu. Allahü teâlânın bu va’dini bilmiyen veyâ inanmıyan, zekât vermekden 
kaçıyor. Fakîrlerin ve devletin bu hakkını ödememek için, hîle-i bâtıla yapanlar 
oluyor. Bu bâtıl hîlelerden birisi, zekât nisâbına mâlik olmamak için, ev, 
dükkân, arsa, tarla satın alarak, paralarını ellerinden çıkarıyorlar. Satın 
aldıklarını kirâya veriyorlar. Böylece, zekât vermeleri farz olmıyor ise de, 
fakîr olan akrabâlarına nafaka vermeleri farz oluyor. Bunu zâten hiç 
bilmiyorlar. Hem, nafaka vermek farzını yapmıyorlar, hem de, sıla-i rahm 
sevâbından mahrûm kalıyorlar. Hem de, ticâretde, sanâyı’de, bütün milletin 
kalkınmasında kullanılacak paraları taşa, toprağa bağlamış oluyorlar. Bundan 
başka, Allahü teâlânın zekât verenlere va’d etmiş olduğu bereketden, 
zenginlikden mahrûm kalıyorlar. 
(İbni 
Âbidîn) 
ve (Mevkûfât) ve birçok kitâbların sâhibleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim 
ecma’în” yemînin çeşidlerini anlatırken diyor ki, (Bir kimse filâna olan şu 
kadar gümüş borcumu, bugün ödeyeceğim diye yemîn etse, gümüş yerine, züyûf veyâ 
bakırı yarıdan fazla olan gümüş verse, yemîni yapmış olur. Eğer fülûs denilen, 
bronzdan, kalaydan, bakırdan geçer akça [veyâ kâğıd para] verse yâhud alacaklı, 
yemîn eden borçlusuna, alacağını hediyye etse, bağışlasa, yemînini yapmış olmaz. 
Çünki, bakır para, gümüş değildir. Borçlunun, parayı teslîm etmesi lâzımdır. 
Alacaklının sözü ile olmaz). Züyûf, gümüşü az para demek ise de, bakırı yarıdan 
çok değildir. Fülûs, altından ve gümüşden başka, ma’denî para demekdir. 
Görülüyor ki, yemîn bahsinde, züyûf da, gümüş kabûl olunduğu hâlde, fülûs, ya’nî 
bakırdan geçer akça [ya’nî kâğıd para], yine kabûl edilmiyor, câiz olmuyor. 
Mezhebsizler, 
câhiller, (Kâğıd para, iki kişi arasında yapılan senede benzetilemez. Günün 
geçer akçasıdır. Umûm-ı belvâ hâlini almışdır. Bugün için bunu vermek zarûrîdir) 
diyorlar. Bunlara aldanmamalıdır. Umûm-ı belvâ ve zarûret olmak ve ruhsat, izn 
vermek, bizim gibi avâmın sözü ile olamaz. Burada konuşmak, müctehidlerin hakkı 
ve salâhiyyetidir. Bugün, yeryüzünde mutlak müctehid yokdur. Bunun için hiçbir 
müslimânın dört mezhebin dışına çıkması câiz değildir. Müctehidlerin, bugünkü 
şartları dahî içine alan fetvâları yukarıda bildirilmişdir. İbni Âbidîn, hutbeyi 
dinlemeği anlatırken buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm 
ecma’în” ve müctehidler zemânında başlıyan ve devâm eden âdetler, halâle delîl 
olurlar. Sonradan âdet olan şeyler, delîl-i şer’î olamaz). [Ho-parlör ile ezân 
okumanın câiz olmadığı buradan da anlaşılmakdadır.] 
Dünyânın en 
büyük islâm devleti olan Osmânlılarda, kâğıd para, ilk olarak, 1256 [m. 1840] 
senesinde kullanıldı. Sonra, vaz geçildi. İkinci olarak [1268] de, üçüncü olarak 
[1279] da kullanılıp, yine vaz geçildi. Dördüncü olarak 1294 [m. 1877] de 
Osmânlı bankası hesâbına çıkarıldı. Bunlar, ara sıra değişdirilerek, bugüne 
kadar kullanılmakdadır. Bu uzun zemân içinde yazılan kitâbların ve verilen 
fetvâların hiçbirinde, zekâtın kâğıd para olarak verileceği bildirilmemiş ve 
söylenmemişdir. Herkes zekâtını altın ve gümüş olarak vermişdir. Zekâtın fülûs 
olarak verilmesinin, Şâfi’î mezhebinde de câiz olmadığı, (İkd-ül-ceyyid)in 
kırkdördüncü sahîfesinde yazılıdır. 
Her müslimân 
mâlik olduğu zekât malının mikdârını, her zemân düşünmeli, nisâb mikdârı olduğu 
günü, bir yere yazmalıdır. Bu günden sonra, bir yıl temâm olmadan önce, nisâb 
helâk olursa, ya’nî elinde, ihtiyâcından fazla hiç malı kalmazsa, başlangıç 
olarak yazdığı günün kıymeti kalmaz. Bir yıl temâm olmadan önce, eline yine 
nisâb mikdârı mal geçerse, bu günü yeniden yazması ve bundan bir sene sonra, 
nisâb helâk olmadan elinde kalırsa, o zemân zekât vermesi farz olur. Nisâb, yıl 
sonunda da helâk olursa, ya’nî farz oldukdan sonra helâk olursa, yine böyledir. 
Zekât afv olur ve eline nisâb mikdârı mal gelirse, yeniden bir sene beklemesi 
lâzım gelir. Çünki, zekât farz olur olmaz, Hanefîde hemen vermesi lâzım 
değildir. Vermeden ölürse, bırakdığı maldan verilmez. Şâfi’î ve Mâlikî 
mezheblerinde, zekât farz olunca, hemen ayırıp vermek farzdır [Mîzân-ı 
Şa’rânî]. Nisâb yıl ortasında helâk olmaz, fekat azalırsa, yıl sonunda 
tekrâr nisâb mikdârı olursa, zekât farz olur ve yıl sonunda, mâlik olduğu 
mikdârının kırkda birini verir. Sene arasında azalan nisâb, sene sonunda nisâb 
mikdârına yükselmezse, zekât farz olmaz. Malı, bundan sonra nisâb mikdârı 
olursa, o günden sonra, tekrâr bir yıl beklemek lâzım gelir. Zekât farz oldukdan 
sonra, nisâb helâk olmayıp, kendi harc eder, telef ederse veyâ borçlu olursa, 
zekât afv olmaz. Malı ödünc veyâ âriyet verip geri alamazsa, helâk olur. Telef 
etmiş olmaz. Zekât vermemek için, farz oldukdan sonra malı helâk etmek, söz 
birliği ile mekrûhdur. Farz olmadan önce, farz olmaması için çâre aramak da, 
imâm-ı Muhammede göre mekrûhdur. [Üçüncü kısm, onbeşinci maddeye bakınız!]. 
Harâm yoldan 
gelmiş olan zekât malını, kendi halâl zekât malı ile karışdırmamış ise, bunu 
nisâba katmaz. Çünki, kendi mülkü değildir. Sâhiblerine veyâ sâhiblerinin 
vârislerine geri vermesi, sâhibleri bilinmiyorsa, fakîrlere sadaka vermesi 
farzdır. Karışdırmış ise, eğer birbirinden ayırabilirse, yine böyledir. 
Birbirinden ayıramaz ise, sâhiblerini biliyorsa, kendi halâl zekât malı ile 
öder. Sâhiblerini buluncıya kadar, bu zekât malını saklar. Bunun ve tam mülkü 
olmadığı için, karışımın zekâtlarını vermez. Bundan başka, nisâb mikdârı zekât 
malı da varsa, bu nisâb ile berâber karışımın da zekâtını verir. Ödedikden sonra 
da, habîs malın hepsine zekât farz olur ve kullanması câiz olarak, karışık malı 
tam mülkü olur ve nisâb mikdârına katar. Birine verince, onun alması câiz olur. 
Fekat, (Mülk-i habîs) olur. Sâhiblerinin o malda hakları kalmaz. Habîs 
karışımdan birine verince, onun alması câiz olur. Fekat, habîs malları tazmîn 
etmedikçe, kendisi kullanamaz. Başkasına veremez. Fakîrlere sadaka da veremez. 
Zekât nisâbına katamaz. Tazmîn, benzerlerini, benzerleri yoksa, aldığı gündeki 
kıymetlerini sâhiblerine ödemekdir. Karışımdan değil, kendinin halâl zekât 
malından tazmîn etmesi lâzımdır. Zekât vermemek için, habîs karışım edinmek, 
zekât vermemekden dahâ büyük günâhdır. Sâhibleri bilinmiyorsa karışmamış olanı, 
karışmış ise, bu habîs malın hepsini fakîrlere sadaka verir. Çünki, her 
parçasında harâm mal mevcûddur. Çeşidli kimselerden alınmış olan harâm mallar 
birbirleri ile karışdırılırsa, yine hepsi kendi habîs mülkü olur. Fekat hepsini 
sâhiblerine, sâhibleri bilinmiyorsa fakîrlere vermesi vâcib olur. Sadaka 
verilmesi vâcib olan malın zekâtı verilmez. (Fâsid bey’) ile alınan malı 
ve parayı, kendi parası ile karışdırmasa da, mülk-i habîs olur. (Bezzâziyye)de 
diyor ki, (Sadaka vermesi lâzım olan habîs karışımı sadaka verirken, halâl 
malının zekâtı niyyeti ile verse, hem zekât, hem de sadaka vermiş olur). 
Görülüyor ki, halâl malın zekâtını harâm maldan vermek câizdir. 
                                                |