41 -
DÖRDÜNCÜ CİLD - 29.MEKTÛB
(Kayyûm-i Rabbânî, Muhammed Ma'sûm)
Bu mektûb
Muhammed Ma’sûm “Kuddise Sirruh” tarafından, mirzâ Ubeydüllah beğe yazılmışdır.
Nasîhatin lâzım olduğunu, cihâdın kıymetini bildirmekdedir:
Ba’zıları zan
eder ki, tesavvuf, kendi hâline bakıp, başkasına karışmamak, kimseye
ilişmemekdir. Bu, doğru değildir ve dinde yara açmağa sebeb olur. Böyle
söyleyen, acabâ tesavvuf adamı ve tesavvufcu sözü deyince, kimleri hâtırlıyor?
Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” bağlanan büyükleri demek istiyorsa,
bu büyüklerin yolu, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden kaçmak olduğu,
kitâblarında yazılıdır. Hâlbuki, (Emr-i ma’rûf) ve (Nehy-i münker)
ve (Buğd-ı fillâh) ve (Cihâd-ı fî sebîlillâh), Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetinden, belki islâmiyyetin vâciblerinden ve
farzlarındandır. O hâlde, emr-i ma’rûfu terk etmek, bu büyüklerin yolunu terk
etmek olur. Nitekim, bunlardan İmâm-ı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise
sirruh” (Bizim yolumuz urve-i vüskâya yapışmak, ya’nî Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” yolunda ve Onun Eshâbının izinde gitmekdir) buyurdu. Bunun
içindir ki, bu yolda az bir iş, büyük kazanç hâsıl ediyor. Bu yoldan ayrılan,
büyük tehlükelere düşüyor. Eğer tesavvuf, emr-i ma’rûfu terk etmek olsaydı,
tesavvufun reîslerinden olan Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” kendi
hocası, üstâdı olan Seyyid Emîr Gilâl hazretlerine emr-i ma’rûfda bulunmazdı.
Hocasına karışmak edebe muhâlif iken, yine emr-i ma’rûf yapdı ve Buhârânın
âlimlerini toplayarak, Allahü teâlânın ismini yüksek sesle tekrâr etmenin
islâmiyyetde makbûl olmadığını, hepsinin huzûrunda isbât etdi ve hocasına bundan
vazgeçmesinin lüzûmunu bildirdi. Hocası da, dîni güzel ve doğru söze âşık
olduğundan, kabûl edip, terk eyledi. Tesavvuf ehli, insanı necâta kavuşduracak
ve helâke götürecek şeyleri bildirmek için, binlerle kitâb yazdı. Bu
çalışmaları, emr-i ma’rûf değildir de nedir? Tesavvuf büyüklerinden hâce
Mu’înüddîn-i Çeştîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve tehlükelidir. Herkese
nasîhat et ve tehlükeyi bildir!) buyurmuşdu. Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî
“kuddise sirruh” vahdet-i vücûdü dünyâya yaydığı hâlde, zemânındaki sôfileri
simâ’ ve raksdan ya’nî mûsikîden ve dans etmekden niçin men’ ediyordu? Bir kısmı
itâ’at edip vazgeçdi. Bir çoğu da dinlemedi, vazgeçmedi. Fekat, kabâhatlerini
i’tirâf eder oldular. [(Hadîka)da ve Ehî Çelebî (Hediyye)
kitâbında buyuruyor ki, (Emr-i ma’rûf yapmak farzdır. Ancak, münkere, fitneye
yol açan emr-i ma’rûfu yapmamak lâzım olur).]
Gavs-i samedânî
seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” (Gunyet-üt-tâlibîn)
kitâbında, uzun uzadıya emr-i ma’rûfu anlatıyor. Bir yerinde diyor ki: (Bir
kimse, bir günâh işliyeni görüp de men’ edince, kendine zarar gelmek ihtimâli
bulunduğu zemân, acabâ men’ etmesi câiz olur mu? Bize kalırsa olur. Hattâ çok
kıymetli olur. Allahü teâlâ için kâfirlerle cihâd etmek gibi sevâb verilir. Hele
zâlim hükûmet adamları elinden mazlûmu kurtarmak ve memleketi kâfirlik kapladığı
bir zemânda îmânı izhâr için olunca, böyle zemânlarda, nehy-i münker yapılmasını
ulemâ da söylüyor) buyuruyor. Evliyânın büyükleri, sôfiyyenin imâmları, emr-i
ma’rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitâblarında bunları yazarlar mı
ve bu derece mübâlega ederler mi idi? Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyuruyor
ki: Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere (Ma’rûf),
bunlara uymıyan şeylere (Münker) denir. [(Hadîka)da dil âfetlerini
anlatırken buyuruyor ki, (Nass ile ve müctehidlerin sözbirliği ile yasak edilen
şeylere (Münker) denir).] Bunun beheri iki kısmdır. Birinci kısm ma’rûf
ve münkerler meydânda olup, âlim olan ve olmayan bunları bilir. Beş vakt nemâz
kılmak, Ramezân-ı şerîf ayında oruc tutmak, zekât vermek, hac etmek gibi
şeylerin farz olduğu (Ma’rûf) ve zinâ, alkollü içkilerin içilmesi,
hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek, başkasının malını gasb etmek ve
bunlar gibi şeylerin harâm olduğu (Münker)dir. Bunları her mü’minin emr
ve nehy etmesi lâzımdır. İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için,
ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu gibi. Bu kısmda olanları, âlimler
emr ve nehy eder. Eğer bir âlim, bunları bildirdi ise, âlim olmayanın da, gücü
yeterse, bildirmesi câiz olur. Münkerin ikinci kısmı, dahâ ziyâde îmânda,
i’tikâdda olan bozukluklardır. Her mü’minin Ehl-i sünnet i’tikâdına yapışması,
bozuk îmândan, ya’nî dalâletden, i’tikâdda bid’atden kaçınması lâzımdır. Din
bilgilerinde âlim olmıyan kimse, bid’at sâhibleri ile münâkaşa etmemeli,
onlardan uzaklaşmalı, selâm vermemelidir. Bayramlarda, sevinçli zemânlarda
ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine nemâz kılmamalı, onlara acımamalıdır.
İ’tikâdları bozuk olduğu için, onları sevmemeği ibâdet bilmelidir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i şerîfde, (Îmânında veyâ ibâdetinde
bid’at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü
teâlâ îmânla doldurur ve korkudan korur) buyurdu.
[(Kenz-i
mahfî)de diyor ki, (Cehl ve hayvâniyyet, ya’nî bid’at ve fısk çoğalan
yerlerde oturmak nehy olundu. Dînini muhâfaza için hicret eden Cennet ile
müjdelendi. Bir mahallede sâlih, ârif kimse kalmayıp, fesâd ve bid’at artınca,
başka mahalleye hicret etmek veyâ böyle bir şehrden başka şehre hicret etmek
vâcib olur. Bütün şehrlerde, müslimânlara saldırılıyorsa, başka islâm
memleketine hicret edilir. İslâm devleti yoksa, insan haklarına riâyet edilen,
ibâdet etmek serbest olan bir kâfir memleketine yerleşmek lâzım olur. İkinci
kısm, otuzsekizinci maddeye bakınız! Zîrâ onların arasında bulunan, gelecek
belâya ortak olur. Enfâl sûresinin yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Zulm edenlere ve etmiyenlere birlikde gelen fitne ve belâdan korkunuz,
sakınınız) buyuruldu.)]
Tesavvuf
büyüklerinden Fudayl bin Iyâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Bid’at söyleyenleri
ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalblerinden
îmânlarını çıkarır. Bid’at sâhibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü
teâlânın bunu afv buyurmasını ümmîd ederim. Yolda bid’at sâhibine karşı
gelirsen, yolunu değişdir) ve (Süfyân bin Uyeyneden işitdim, buyurdu ki, bid’at
sâhibinin cenâzesinde bulunan kimseye cenâzeden ayrılıncaya kadar, Allahü teâlâ
gazab eder) buyurdu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Bir kimse,
bir bid’at meydâna çıkarsa veyâ bir bid’ati işlese, Allahü teâlânın ve
meleklerin ve bütün insanların la’neti, onun üzerine olsun. Onun ne farzları, ne
de, nâfile ibâdetleri kabûl olmaz) buyurdu. Abdülkâdir-i Geylânînin sözü
burada temâm oldu.
Sôfiyye-i
kirâmın yolu kimseye karışmamak olsaydı, bunların birisi (Sôfiyye arasından
nikâr kalkınca bunlarda hayr kalmaz) buyurmazdı. Şeyh-ul islâm Hirevî Abdüllah
Ensârî buyurdu ki, (Sôfiyye arasında emr-i ma’rûfa ve nehy-i münkere nikâr
denir). [Nikâr kalkınca diyen, Ebül-Hasen Alî bin Muhammed Müzeyyen olduğu,
(Nefahât)de Ebû Sa’îd-i Harrâz anlatılırken yazılıdır.] Sôfiyye-i aliyyeye
bu sûretle iftirâ eden, düşünmüyor mu ki, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler,
kıyâmetdeki sevâblar ve azâblarla doludur. Günâh işliyenlere hâzırlandığı
bildirilen şiddetli azâblara inanan kimse, din kardeşini bu tehlükeden kurtarmak
istemez mi? Ona, elîm azâbdan kurtulmak yolunu göstermez mi? Bir a’mânın yolunda
kuyu veyâ ateş bulunursa, yâhud bir kimse, başka bir dünyâ tehlükesine düşerse,
bunlar elbette bu kimseye bildirir ve kurtuluş yolunu gösterir. Kendi hâline
bırakmazlar. O hâlde, dahâ elîm ve şiddetli ve sonsuz olan âhıret azâbını niçin
bildirmesinler ve kurtuluş yolunu göstermesinler? Bildirmeyen ve göstermeyen,
âhıret azâbını kabûl etmiyor, inanmıyor ve kıyâmet gününe îmân etmiyor demekdir.
Allahü teâlâ,
kimseye karışılmamasını sevseydi, Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez,
insanları islâm dînine da’vet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu
haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere inanmayanları azâblarla helâk eylemezdi.
Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birşey emr etmez ve inanmayanlara azâb
yapmazdı. Allahü teâlâ, müslimânlara [ya’nî islâm devletine, insanların
islâmiyyeti işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan] kâfirler ile cihâd
etmeği niçin emr eyledi? Hâlbuki, cihâdda kâfirler için eziyyet ve ölüm olduğu
gibi, müslimânlara da vardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde cihâd için
ve cihâd eden hükûmetler için ve şehîdler için fazîletler, meziyyetler ne
sebebden bildirildi? İslâm düşmanlığı yapan zâlim krallara saldırmak, onlara
sıkıntı vermek ve Allahü teâlânın bu mahlûklarını harâb etmek, niçin emr olundu?
Nitekim insana, kendi nefsine düşmanlık etmesini ve nefslerin, Allahü teâlâya
düşman olduğunu bildirdi ve nefs ile cihâd etmeğe cihâd-ı ekber ismini verdi ve
Allahü teâlâ neden rızâsını ve yakınlığını bu cihâda bağladı? Allahü teâlâ,
niçin nefsleri kendi başına bırakmadı? Demek ki bunlar, Allahü teâlânın
düşmanlarıdır. Allahü teâlâ, düşmanlarından intikâm alınmasını istemekdedir.
Allahü teâlâ nihâyetsiz merhametinden dolayı, evvelâ Peygamberleri
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra bunların yerine, Evliyâyı ve Ulemâyı
da’vetci gönderdi. Bunların dilleri ve kalemleri ile sevâblarını ve azâblarını
bildirerek, özre ve behâneye yol bırakmadı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini
kimse değişdiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmiyenlerin sözü ile, nizâm-ı
âlem bozulmaz. Allahü teâlâ, isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennete
sokardı. Fekat, ezelde Cehennemi insanla ve cinle doldurmak istedi. Allahü
teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, Ona sebebini soramaz.
Korkusundan Ona kim ağız açabilir;
Teslîm olmakdan başka ne
yapılabilir?
Peygambere
“sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olan, insanları da’vet etmekde ve emr-i
ma’rûf, nehy-i münker etmekde de tâbi’ olur. Bunları yapmayan, Ona tâbi’ olmuş
değildir. Azgın kâfirler, Allahü teâlânın düşmanı olmasaydı, (Buğd-ı fillâh)
farz olmazdı. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran şeylerin birincisi olmazdı.
Îmânın temâmlayıcısı olmazdı. Vilâyetin ele geçmesine ve Allahü teâlânın
rızâsının ve hubbunun husûlüne sebeb olmazdı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi
ve sellem” (İbâdetlerin efdali, müslimânları müslimân oldukları için sevmek,
kâfirleri, kâfir oldukları için, sevmemekdir) buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ
aleyhisselâma, (Benim için ne işledin) diye sordukda, (Yâ Rabbî! Senin
için nemâz kıldım, oruc tutdum, zekât verdim, ismini çok zikr etdim) deyince,
(Yâ Mûsâ, nemâzların sana burhândır. Orucların Cehennemden siperdir. Zekât
kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabr ve
kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Ya’nî bunların fâideleri hep
sanadır. Benim için ne yapdın?) buyurdukda, Mûsâ “aleyhisselâm”, (Yâ Rabbî!
Senin için olan ameli bana bildir!) diye yalvardı. Cenâb-ı Hak: (Yâ Mûsâ!
Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık etdin mi?)
meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ “aleyhisselâm” da, Allah için
amelin, (Hubb-i fillâh) ve (Buğd-ı fillâh) olduğunu anladı.
Muhabbet,
sevgilinin dostlarını sevmeği, düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb eder. Bu sevgi
ve düşmanlık, sâdık olan âşıkların elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın,
zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür ve
düşmanları çirkin ve fenâ görünür. Dünyânın güzel görünüşlerine kapılanlara
hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb etdiriyor. Seviyorum diyen bir kimse,
sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikce sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık,
ya’nî yalancı denir. Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Ensârî “kuddise sirruh” buyuruyor
ki, (Ebül-Hüseyn bin Sem’ûn, bir gün hocam Husrîyi incitmişdi. O ândan beri,
kalbimde ona karşı soğukluk duyuyorum). Büyüklerin meşhûr olan, (Üstâdını
incitene darılmaz, gücenmez isen, köpek senden dahâ iyidir) sözünü burada
hâtırlatmak yerinde olur. Muhabbetin bu iki şartı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i
şerîfde bildirilmekdedir. [Arzû edenler, yirmidokuzuncu mektûbun Fârisî olan
aslına veyâ Arabî ve Türkî tercemelerine mürâce’at buyursun.] Bu âyet-i
kerîmelerden anlaşıldığına göre, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı
Allahü teâlâdan uzaklaşdırır. Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Ya’nî
uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz. Fekat bu ba’zılarının yapdığı gibi, insanı,
Eshâb-ı kirâmı sevmemek yoluna sapdırmamalıdır. Çünki, düşmanlık, düşmanlara
olacakdır. Bunların zan etdiği gibi, dostlara düşmanlık merdûddur. Sahâbe-i
kirâmın hepsi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrlarına ve
sohbetlerine ve kalbe, rûha şifâ olan mubârek nazarlarına kavuşmakla
şereflendiklerinden birbirlerini sever, kâfirlere düşmanlık ederdi. Hepsi
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgilileri idi. Bunlardan birine
bile düşmanlık, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbetin şartı
olabilir mi? Böyle söyliyenler, sevgi yerine düşmanlıklarını bildirmiş olmuyor
mu?
|