41 -
DÖRDÜNCÜ CİLD - 29.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Süâl:
Evliyâ-i kirâmdan “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” (vahdet-i vücûd)
vardır diyenler, bu dünyâda herşey, Allahü teâlâyı gösteren birer aynadır.
Hepsinde, Hak teâlânın kemâl sıfatlarından başka, birşey görünmüyor. O hâlde,
herşeyi iyi bilmek, herşeyi sevmek, hiçbir şeyi fenâ görmemek lâzım gelmez mi?
Nitekim,
Mutlak fenâlık yokdur cihânda.demişlerdir.
[Felemenkli felesof Spinozanın panteizm felsefesi, müslimânların vahdet-i vücûd
kitâblarından kopyadır.]
Cevâb:
Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık
etmek ve harbîlere sert davranmak ve onlarla muhârebe etmek, Kur’ân-ı kerîmde,
açık olarak emr edilmişdir. Bunda şübheye imkân yokdur. Kâfirlerin aslı ne
olursa olsun, bizlere Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak farzdır ve zarûrîdir. Bizim
işimiz nass iledir, fuss ile değildir. [Ya’nî Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler
iledir. Evliyânın kitâbı ile değildir. Meselâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin
(Füsûs) kitâbında bildirdiği, nassa muhâlif keşfleri bize sened olamaz.]
Kıyâmetde Cehennemden kurtuluş, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak, nassa bağlıdır.
Fussa bağlı değildir. Hayâller, rü’yâlar, Evliyânın kalblerine doğan keşfler ve
ilhâmlar, nass yerine geçemez. Keşfi, ilhâmı hatâlı olanlar, kendilerini nassa
uydurmağa ve vicdân ve keşflerine uymasa dahî nass ile amel etmeğe mecbûrdur.
Bunlar, doğru keşflerin hâsıl olması için ve kalb gözlerinin, Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vesselâm”, ayaklarının tozları ile sürmelenmesi için Allahü
teâlâya durmadan, yalvarmalıdır. Şunu da söyleyelim ki, vahdet-i vücûd tanıyan
Evliyâ, mevcûdâtı mertebelere ayırıyor. Her mertebenin hâli ve hükmü başka
başkadır diyor. İslâmiyyetin esâsı olan kesret, ya’nî çokluk ahkâmını elden
bırakmıyor. Bunu terk etmeği, ilhâd ve zındıklık, ya’nî müslimânlıkdan ayrılmak
biliyorlar. Emr-i ma’rûf yapmak ve fâsıkları ve kâfirleri fenâ bilmek, diğer
ahkâm-ı islâmiyye gibi, kesret ahkâmı olduğundan, bunları terk edenleri,
(mülhid) ve (zındık) bilmiş oluyorlar. Mutlak fenâlık yokdur
diyenlerin de, nisbî [bir bakımdan] fenâlık vardır demesi lâzımdır. Kâfirleri
fenâ bilmekdeki ve onlardan uzaklaşmakdaki nisbî fenâlık kâfîdir.
Vahdet-i vücûd
tanıyanlar, zehr yimiyor. Başkalarının yimesine de mâni’ oluyor. Akrebi, yılanı
öldürüyor ve başkalarına, bunlardan korkmalarını ve sakınmalarını söylüyorlar.
Kendilerine itâ’at edenleri beğenip, dinlemeyenleri, karşı gelenleri
sevmiyorlar. Vahdet-i vücûd sâhiblerinin büyüklerinden, Celâleddîn-i Rûmî
“kuddise sirruh” (Mesnevî)de:
Bu söze inanmayanı, şu ânda, görüyorum, baş aşağı Cehennemde.
buyuruyor. Bu
büyükler, tatlı yemekleri, lezîz şerbetleri, nefîs kumaşları, hazîn sesleri,
nazîf kokuları, latîf manzaraları, melîh sûretleri, tatsızlarından,
çirkinlerinden dahâ çok istiyor ve seviyorlar. Kendilerine yakın olanları
gözetiyor, bunları himâye ediyor, kendilerini ve bunları tehlükelerden koruyor,
fâideli şeyleri çekip, zararlı şeylerden kaçınıyorlar. İhtiyâclarını elde etmeğe
uğraşıyorlar. Çocuklarını terbiye ediyorlar. Mühim işlerinde birbirlerine
danışıyor ve kızlarını ve âilelerini açık gezdirmeyip, yabancıların bunlara
yaklaşmasına müsâ’ade etmiyorlar. Çocuklarını fenâ arkadaşlardan koruyorlar.
Zâlimlere ve düşmanlarına cezâlarını veriyor ve hastalarını zararlı gıdâlardan
perhîz ediyorlar. Bunlar, vahdet-i vücûd mudur? Yoksa kesret-i vücûd mu? O
hâlde, bu alçak dünyâ işlerinde, kesret ahkâmına riâyeti terk etmek mubâh olduğu
hâlde, bunları gözetip de, âhıret işlerinde bu ahkâma riâyet farz olduğu hâlde,
terk etmek ve vahdet-i vücûd hîlesi ile, kulluk vazîfelerinden kurtulmak
istemek, insâfa yakışır mı ve akla uygun olur mu? Bunun sebebi, ahkâm-ı
ilâhiyyeye inanmamak ve Peygamberlere i’tikâd etmemekdir ve kıyâmete ve
kıyâmetdeki azâblara ve ni’metlere îmânsızlıkdır. Vahdet-i vücûd tanıyanlardan,
hâlleri doğru olanların, dinlerindeki kuvvet, işlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye
uygunluğu, kitâblarda uzun uzadıya yazılıdır. Pederim ve üstâdım, sebeb-i
hayâtım ve se’âdetim abdestde, tahâretde ve nemâzda pek ziyâde dikkat ve
edeblere riâyet ederdi ve (Bunları, babamdan görerek öğrendim. Herbir edebe,
bütün incelikleri ile riâyeti, kitâblardan öğrenmek kolay değildir) buyururdu.
Babaları, ya’nî bu fakîrin dedesi, vahdet-i vücûd sâhibi ve (Füsûs)
kitâbının ma’rifetlerinde, eşi bulunmayan bir ârif iken, ahkâm-ı islâmiyyeyi
gözetmesi, fevkal’âde çok idi. Kendileri bu davranışı, üstâdı Rükneddîn-i Çeştî
hazretlerinin hareketlerinden görerek öğrendiklerini, onun ise, vahdet-i vücûd
Evliyâsının büyüklerinden olduğu ve hâl ve keşflerine mağlûb olduğu hâlde,
ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakda ferd-i kâmil idiği, herkesce ma’lûm idi,
buyururlardı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri vahdet-i vücûde mâil oldukları
hâlde, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmakda ve islâmiyyeti yaymakda, misli yok idi.
Çok def’a buyururdu ki, (Eğer ben şeyhlik etseydim, hiç bir şeyh, kendisine
talebe bulamazdı. Fekat, şeyh olmak için değil, dîni, islâmiyyeti yaymak için
emr olundum). Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî, hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve
fıkh ilminde ictihâd makâmında idi. Buyurur idi ki, (Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı görünüz) emrleri
ile, ba’zı meşâyıh, hergün ve her gece yapdıkları işlerden kendilerini hesâba
çekiyor. Ben, hesâbda onları geçdim ve işlediklerimle berâber, düşündüklerimde
de, hesâbımı görüyorum). Vahdet-i vücûdun kurucusu ve reîsi gibi olan,
Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ve Seyyidüttâife Cüneyd-i Bağdâdî, tepeden
tırnağa kadar, islâmiyyete uymuş idiler. Bâyezîd nemâz kılarken göğüs
kemiklerinin hırıltısı işitilirdi. Hallâc-ı Mansûrun sözlerini herkes
işitmişdir. Bununla berâber, her gece gündüzde bin rek’at nemâz kılardı ve i’dâm
olunduğu günün gecesinde beşyüz rek’at kılmışdı. [(Ma’rifetnâme)
de diyor ki, (Evliyânın iki alâmeti vardır: Etta’zîm-ü li-emrillah veşşefakatü
li-halkıllah. Ya’nî, Allahü teâlânın emrlerine ta’zîm ve hurmet ve mahlûklarına
şefkatdir).]
Ne kadar
şaşılır ki, kimseye karışmamalı, vicdânlara tecâvüz etmemeli diyenlerden
ba’zıları, her biri başka yola sapmış bulunan Yehûdî, Cûkiyye, Berehmen, Mülhid,
Zındık, Ermeni, [Mason] ve mürted kâfirleri ile iyi görüşüyor ve sevişiyorlar
da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine, ya’nî yoluna yapışan
Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate mürteci’, gerici ve yobaz diyor ve (Cehennemden
kurtulacak yalnız bunlardır) diye müjdelenen ve (Benim ve Eshâbımın
yolunda yürüyenler yalnız bunlardır) diye medh-u senâya mazhar olan bu
hakîkî müslimânlara düşmanlık ediyorlar. Kâfirler ile sulh ve dostluk edip, bu
doğru müslimânları incitmekden ve bunları tahkîr ve yok etmekden zevk alıyorlar.
Âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere düşmanlık,
Kur’ân-ı kerîmde adâvetle emr olunan kâfirlere dostluk, nasıl vahdet-i vücûddur
ve nasıl berâberlikdir? Bu düpedüz kâfirlik ve islâm düşmanlığı değil midir?
[Altıncı cildde 55. ci mektûba bakınız! Bu mektûbun tercemesi (Hak Sözün
Vesîkaları) kitâbımıza ilâve edilmişdir.]
Peygamberlerin,
Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’înin ve Selef-i sâlihînin “radıyallahü anhüm ecma’în”
hepsi, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak için ne kadar uğraşdı. Bu yolda ne
kadar eziyyetlere ve cefâlara katlandılar. Kimseye karışmamak dînimizde iyi
olsaydı, kalbin bir günâhı inkâr etmesi, îmânın alâmeti buyurulmazdı. Nitekim,
hadîs-i şerîfde, (Günâh işleyeni, eliniz ile men’ ediniz, buna kuvvetiniz
yetmezse, söz ile mâni’ olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile
beğenmeyiniz! Bu ise, îmânın en aşağısıdır) buyuruldu. Emr-i ma’rûf yapmamak
iyi olsaydı, günâh işleyen bir kavm helâk olurken, bunlara emr-i ma’rûf yapmayan
âbid de, birlikde helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ,
Cebrâîl aleyhisselâma, filân şehri yerin dibine geçir, diye emr etdi. Cebrâîl,
yâ Rabbî! Bu şehrdeki filânca kulun sana bir ân ısyân etmedi. Hep itâ’at ve
ibâdet ediyor deyince, onu da berâber geçir! Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir
kerrecik yüzünü değişdirmedi) buyuruldu.
|