39 -
İKİNCİ CİLD - 58.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Süâl:
Emîrden “kerremallahü vecheh” ve ba’zı Evliyâdan “kaddesallahü esrârehümül’azîz”
gelen haberlere göre, bunlar, dünyâya gelmeden yıllarca önce, şaşılacak işler
yapmışlar. Tenâsüh yokdur dersek, bu haberlere nasıl inanılabilir?
Cevâb:
Bu din büyüklerinin yapmış oldukları işleri,
yalnız rûhları yapmışdır. Allahü teâlâ, bunların rûhlarını insan şekline
sokarak, bu şekller, insan gibi iş görmüşdür. Yoksa, mubârek rûhları, başka
bedenlere girmiş değildir. Tenâsüh ise, bir insan rûhunun, kendi bedenine
gelmeden önce, başka bedene te’alluk etmesine denir. Bir rûhun, beden şekli
alması, tenâsüh değildir. Melekler ve cin de, insan şekline girip birçok şey
yapmakdadır ki, hiç tenâsüh değildir. Bir insana hulûl etmek değildir. Bir
bedene girmek değildir.
Meleklere,
cinne çeşidli şekl alabilmek kuvveti verdiği gibi, Allahü teâlâ çok sevdiği
kullarının rûhlarına da, bu kuvveti vermekdedir. Başka bedene ihtiyâc yokdur.
[Havâda, her zemân su buhârı vardır ve görünmez. Kaynar sudan, kazan borusundan
çıkan beyâz sis, buhâr değildir. Çok küçük su damlacıklarıdır. Renksiz gazlar
görünmez. Havâdaki renksiz su buhârı, soğuk sabâhlarda çiğ hâlinde dâneler
şeklinde görüldüğü gibi, rûhlar da, görülecek şekller alabilmekdedir.]
İşitdiğimize, okuduğumuza göre, Evliyâdan bir çoğu, bir ânda çeşidli yerlerde
görülmüş, birbirine uymıyan işler yapmışlar. Burada da latîfeleri, insan şekline
girmekde, başka başka bedenler hâlini almakdadır. Bunun gibi, meselâ Hindistânda
oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir Velîyi, hâcılar Kâ’bede görüp
konuşduklarını, başkaları da, meselâ aynı günde İstanbulda, bir kısm kimseler
de, bu Velî ile, yine o gün, Bağdâdda görüşdüklerini söylemişlerdir. Bu da, o
Velînin latîfelerinin muhtelif şekller almasıdır. Ba’zan o Velînin bunlardan
haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zemân, evimde idim. O
memleketlere gitmemişdim, o şehrleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der.
Yine bunlar gibi, güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlükelerden kurtulmak
için, ölü veyâ diri olan ba’zı Evliyâdan yardım istemişdir. O büyüklerin, kendi
şekllerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdâdlarına yetişdiklerini
görmüşlerdir. Bu Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, yapdıkları
yardımdan ba’zan haberi olmakda, ba’zan da olmamakdadır. [Bu hâl, bilhâssa
muhârebelerde görülmüşdür.] Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin
rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri ba’zan, bu âlem-i şehâdetde, ba’zan da
âlem-i misâlde şekl almakdadır. Nitekim Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve
sellem” bir gecede, binlerce kimse, rü’yâda görüp istifâde etmekdedir. Bu
gördükleri, hep Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” latîfelerinin ve sıfatlarının
âlem-i misâldeki şeklleridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i
misâldeki sûretlerinden istifâde ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.
Ehî-zâde
Abdülhalîm efendi (Rıyâdüssâdât fî isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-hayât
ve ba’del-memât) kitâbında Evliyânın vefâtdan sonra da kerâmetleri olduğunu
isbât etmekdedir.
Ba’zı Evliyânın
kümûn ve bürûz etmesi, (Tenâsüh) değildir. Çünki, tenâsühde rûh, ikinci bir
bedene hayât vermek, onda his ve hareket hâsıl etmek için te’alluk eder. Bürûz
etmekde ise, rûhun başka bir bedene te’alluk etmesi; bunları hâsıl etmek için
değil, bu bedeni olgunlaşdırmak, derecesini yükseltmek içindir. Nitekim cin de,
bir insana te’alluk eder, onda bürûz eder. Fekat, bu te’alluku, bu kimseye hayât
vermek için değildir. Çünki, bu kimse, cin te’alluk etmeden önce diridir ve
duyar, hareket eder. Te’allukdan sonra, bu kimsenin hareketleri ve ba’zı
sözleri, o cinnînin sıfatlarının, hareketlerinin görünmesidir. Evliyânın
büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrarehümül’azîz” kümûn ve bürûz için, birşey
söylememiş, böylece, câhilleri yanlış inanışlara sürüklemeğe sebeb
olmamışlardır.
Bu fakîre
“rahmetullahi aleyh” göre, kümûn ve bürûza lüzûm yokdur. Bir Velî, bir câhili
terbiye etmek, yetişdirmek için, onda bürûz etmeksizin, Allahü teâlânın verdiği
bir kuvvetle, kendi yüksek sıfatlarını, o kimseye aks etdirir. Teveccüh ve
iltifât buyurarak, o iyi sıfatları onda yerleşdirir. Böylece, o aşağı derecedeki
insan, yükselerek kâmil olur. Âdî sıfatlardan kurtulup iyi sıfatlara kavuşur.
Bunun için de, kümûn ve bürûza hiç hâcet yokdur. Bu, öyle büyük bir ni’metdir
ki, Allahü teâlâ, dilediği kimselere ihsân eder. Onun ni’metleri, ihsânları pek
çokdur.
Ba’zı kimseler
de, rûhlar nakl edilir diyor. Bir rûh, kemâle erdikden sonra, kendi bedenini
bırakıp başka bir bedene girebilir diyor. Misâl olarak, bu kemâle ermiş, bu
kuvveti kazanmış bir zâtın komşusu bulunan bir genç ölmüşdü. Bu zâtın rûhu,
ihtiyârlamış olan bedeninden ayrılıp, gencin ölü bedenine girdi. İhtiyârın
bedeni ölüp, genç dirildi, diyorlar. Böyle sözler, doğru değildir. Tenâsüha
dayanan hikâyelerdir. Çünki, bir rûhun ölü bir bedene hayât vermesi için
te’alluk etmesi, tenâsüh demekdir. Rûh naklinin tenâsühden farkı, tenâsüha
inananlar, rûhun, noksan olduğunu, tenâsüh yolu ile kemâl bulduğunu sanıyor.
Bunlar ise, rûhu kâmil bilip kemâle erdikden sonra, başka bedene nakl
edebiliyor, diyor. Bu fakîre göre, rûhun nakline inanmak, tenâsüha inanmakdan
dahâ kötüdür. Çünki, tenâsüh, rûhu olgunlaşdırmak içindir diyorlar. Bu sözleri
yanlış olmakla berâber, rûh kemâle erdikden sonra, başka bedene niçin geçsin?
Kemâl bulan kimse, dünyâyı seyr ve temâşâ için genç bedenlere neden nakl etsin?
Kemâl bulan rûh, bedenlere girmek değil, bedenlerden kurtulmak ister. Çünki,
rûhun bedene te’alluk etmesinden maksad ele geçmiş, kemâl hâsıl olmuşdur. Bundan
başka, rûh naklinde, birinci beden ölerek ikinci beden dirilmekdedir. Hâlbuki,
birinci bedenin, kabrde azâb veyâ sevâb görmesi lâzımdır. İkinci bedenin tekrâr
dirilmesi, dünyâda, kıyâmet kopup, haşr olması demekdir. Bilmiyorum ki, rûh
nakline inananlar, kabr azâbına ve kıyâmet gününe îmân ediyorlar mı? Yazıklar
olsun ki, böyle îmânsızlar, kendilerini din adamı tanıtmış, kitâbları,
mecmû’aları ile, millete müslimânlık öğretmeğe kalkışmışlardır. Gençleri,
kendileri gibi dinsiz, îmânsız yapmağa çalışıyorlar. Yâ Rabbî, bizleri böyle
yazılara inanmakdan, aldanmakdan koru! Sevgili dînimizden, kıymetli îmânımızdan
ayırma! Bu küfr ve şaşkınlıkdan insanı ancak sen korursun.
EK:
Sırası gelmişken, (Âlem-i misâl) için de, birkaç şey bildireyim: Âlem-i
misâl, bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan herşeyin, âlem-i
misâlde bir sûreti, bir görünüşü vardır. Akla, hayâle gelen şeylerin,
ma’nâların, düşüncelerin de bu âlemde bir sûreti vardır. Âlimlerimiz, Allahü
teâlânın misli, benzeri yokdur, fekat misâli vardır demişlerdir. Bu fakîr,
mektûblarımda yazmışımdır ki, tâm tenzîh mertebesinde, misli olmadığı gibi,
misâli de yokdur. Nahl sûresinde, (Allahü teâlâ için misâller getirmeyin)
meâlindeki âyet-i kerîme, bu mertebeye işâret etmekdedir. İnsana, (Âlem-i
sagîr) denir. Âlem-i kebîrdeki herşeyin, insanda bir nümûnesi vardır. Âlem-i
misâlin de, âlem-i sagîrdeki nümûnesi, benzeri, insanın hayâlidir. Çünki,
herşeyin hayâlimizde bir sûreti vardır. Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerin,
hâllerinin, derecelerinin de hayâlde birer sûreti vardır. Sâliklere, hâllerini
haber veren hayâldir. Hayâl olmasaydı veyâ vazîfesini yapmasaydı, tesavvufcular,
hâllerini bilemezdi. Bunun içindir ki, zıllerin, görünüşlerin üstündeki
mertebelere ilerleyenler, kendi hâllerine câhil ve şaşkın olur. Çünki, insan
hayâli, zıllerin sûretini gösterebilir. Hayâl zıllin dışına çıkamaz. Zât-i
ilâhînin âlem-i misâlde sûretinin olmadığını bildirmişdik. Âlem-i misâlin örneği
olan hayâlde, sûret-i ilâhî olabilir mi? Bunun için, Zât-ı ilâhîden insanın
nasîbi, ancak cehldir, bilmemekdir. Bilinmeyen şey için, birşey söylenemez.
Bundan dolayı, (Allahü teâlâyı tanıyanların dilleri söyleyemez) buyurmuşlardır.
Bilinen şey anlatılır. Bundan dolayı, zıller âleminde çok şeyler söylenir. Zıl
âleminden çıkanların dili söylemez olur. Allahü teâlânın fi’llerinin,
sıfatlarının, ismlerinin zıllerine ve asllarına yükselenlerin hâlleri, işte
böyledir. Görülüyor ki, hayâlde bulunabilen herşey, zılden hâsıl olmakdadır.
Fekat, matlûbun [ya’nî Zât-ı ilâhînin] nişânları, alâmetleri olduklarından
(İlm-ül-yakîn) denilen bilgiye sebeb olurlar. (Ayn-ül-yakîn) ve
(Hakk-ul-yakîn) denilen bilgiler, zıllerin üstünde, hayâlin dışında hâsıl
olan bilgilerdir. Hayâl bilgilerinden kurtulmak için, tesavvufun (Seyr-i
enfüsî) dediği yolu ve dereceleri de, (Seyr-i âfâkî) denilen yol gibi
aşmak, âfâk ve enfüsün dışında ilerlemek lâzımdır. Evliyânın çoğu, ancak
öldükden sonra, buraya varmakdadır. Bu dünyâ hayâtında, hayâlden kurtulmaları
imkânsızdır. Evliyânın büyüklerinden, pek az seçilmişleri, bu dünyâ hayâtında
iken, bu devlete erdirmekle şereflendirirler. Dünyâda oldukları hâlde,
bilgilerine hayâl karışmaz. Hayâl araya girmeden matlûba kavuşurlar.
Başkalarına, şimşek gibi çakıp geçen Zât-ı ilâhînin tecellîleri, bu büyüklere
dâimî olur. (Vasl-ı uryânî)ye kavuşurlar.
Ni’mete kavuşanlara, bol bol,
âfiyet olsun,
Zevallı, fakîr âşıklar, birkaç
lokmayla doysun!
|