| 
 
    
39 -  
İKİNCİ CİLD - 58.MEKTÛB
      
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, 
Muhammed Takıyye cevâb olarak yazılmış olup, âlem-i misâl hakkında bilgi 
vermekde ve tenâsüh olmadığını bildirmekde ve insan rûhlarının nakl edilmediğini 
ve kümûn ve bürûz ne demek olduğunu bildirmekdedir: 
Bütün âlemlerin 
rabbi, sâhibi olan, Allahü teâlâya hamd olsun ve Peygamberlerinin en yükseği, 
Muhammed aleyhisselâma ve tertemiz akrabâsının ve Eshâbının hepsine selâmlar 
olsun! Güzel ahlâkınızın ve ulvî fıtratınızın eseri olan kıymetli mektûbunuzu 
okumakla şereflendik. Allahü teâlâ, sizi bütün ayb ve kusûrlardan muhâfaza 
buyursun! Soruyorsunuz ki, şeyh Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, 
(Fütûhât-ı mekkiyye) kitâbında, bir hadîs-i şerîf bildiriyor. Bu hadîs-i 
şerîfde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ, yüzbin 
Âdem yaratmışdır) buyurmakdadır. Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” 
sonra âlem-i misâlden gördüğü birkaç şeyi yazıyor ve diyor ki, (Kâ’be-i 
mu’azzamayı tavâf ederken, yanımda birkaç kişi vardı. Bunları hiç tanımıyordum. 
Tavâf yaparken, arabî iki beyt okudular. Bir beytin ma’nâsı şöyle idi: 
  
Yıllarca, 
biz de sizin gibi, 
Hepimiz, 
tavâf etdik bu evi. 
  
Bu beyti 
duyunca, bu kimselerin âlem-i misâlden olması hâtırıma geldi. Böyle düşünürken, 
içlerinden biri, bana bakarak, ben, senin dedelerinden birisiyim, dedi. Sen 
öleli kaç sene oldu? dedim. Kırkbin seneden çok dedi. Bu sözüne şaşdım ve 
târîhciler, insanların ilk babası olan Âdemden “aleyhisselâm”, bugüne kadar, 
yedibin sene geçmediğini söylüyor dedim. Sen, hangi Âdemi diyorsun? Ben, yedibin 
seneden çok önceki zemânlarda yaşıyan Âdemin evlâdındanım, dedi. Bunu işitince, 
yukarıdaki hadîs-i şerîfi hâtırladım). 
[Tenbîh: 
Erd küresinin ömrünü, ya’nî yaratıldığı günden kıyâmete kadar olan zemânı, eski 
müneccimler, ya’nî astronomlar, seyyâre yıldızların adedince bin sene, ya’nî 
yedibin sene demişlerdir. Zîrâ onlar, gezegen adedini yedi biliyordu. Târîhlerin 
çoğunda yazılı bulunan ve ba’zı din kitâblarına da geçmiş olan yedibin sene, 
buradan gelmekdedir. Ba’zıları da, burc adedince, onikibin sene, bir kısmı da, 
meridyen derecesi adedince, üçyüzaltmış [360] bin sene dedi ki, bu üç aded de, 
zan ve faraziyye hâlindedir. İdrîs “aleyhisselâm” buyurmuş ki, (Bizler, 
Peygamber olduğumuz hâlde, dünyânın ömrünü bilemedik). 
Endülüs 
âlimlerinin büyüklerinden, Ebû Abdüllah-i Kurtubînin (Tezkire)sinden 
Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin “kuddise sirruhümâ” hülâsa etdiği (Muhtasar) 
ismindeki kitâbında (360 bin x 360 bin) ya’nî yüzyirmidokuz milyar, altıyüz 
milyon sene olduğu yazılıdır. Bugün fen adamları, (Radyoaktiflik sâati) denilen 
usûl ile, ya’nî Pechblend filizinde şimdi mevcûd olan kurşun ve uran 
ma’denlerinin mikdârları nisbeti bulunup, bu kadar kurşunun, şimdiki uran ile, 
bu kurşuna tebeddül etmiş bulunan uran mikdârlarından teşekkülü için lâzım olan 
zemânı, Uran I’in bozulma sâbitesine göre hesâb ederek, Erd kabuğunun yaşını 
ya’nî dünyânın ömrünü, dörtmilyarbeşyüz milyon sene olarak bulmakdadırlar.] 
Kıymetli 
yavrum! Bu mes’ele üzerinde, Allahü teâlânın bu fakîre ihsân etdiği bilgi 
şöyledir: İlk insan ve ilk Peygamber olan Âdemden “aleyhisselâm” önce yaşayan 
Âdemler, hep âlem-i misâlde idi. Âlem-i şehâdetde değildi. Âlem-i şehâdetde, 
ya’nî gördüğümüz madde âleminde bulunan, yalnız bildiğimiz bir Âdem vardı ki, 
Peygamber idi. Melekler kendisine karşı secde etmişlerdi. Allahü teâlâ, balçık 
çamurundan insan şeklinde bir heykel yapıp, bunu ete ve kemiğe çevirmişdi. 
[Bugün 
biliyoruz ki, Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki 
fabrikasında, proteinlere (yumurta akı maddelerine) döndürmekde, bu nebâtî 
proteinleri de, hayvan vücûdünde, ete ve kemiğe ve a’zâ şekline çevirmekdedir. 
Bugün fen bunu anlayabildiği gibi, katalizör ismini verdiğimiz maddeler yardımı 
ile, binlerce sene sürecek olan kimyâ reaksiyonlarını, bir sâniyede, pek çabuk, 
yapabiliyoruz. İnsanlar binlerce senelik bir işi bir ânda yapıyor da, Allahü 
teâlânın, toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, 
bugün bildiğimize göre, bir ânda çevireceği fen yolu ile kolayca 
anlaşılmakdadır. Allahü teâlâ toprak maddelerini, bir ânda organik hâle çevirip, 
rûhu bu bedene bağlıyarak, ilk Âdemi yaratdığı gibi, kıyâmetde de, elemanları, 
bir ânda, bir araya toplayıp, insan vücûdünü yapacak ve zâten mevcûd olan önceki 
rûhları, bu vücûdlara verecekdir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması 
demekdir. Rûh ölmez. Kıyâmetde, herşeyle berâber, rûhlar da yok edilip tekrar 
yaratılacakdır.  Bugün, fizik, kimyâ, fizyoloji ve astronomi gibi ilmlerde 
Allahü teâlânın kudretini iyi anlıyan, zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve 
kıyâmetde bütün insan ve hayvanların toprakdan çıkarılacaklarını, bir fen olayı 
olarak, kolayca anlıyabilir. Bir asr evvel, müslimânlar, buna, anlamadan 
inanıyordu. Bugün ise, basît bir fennî olay şeklinde görüyor ve pek bedîhî 
olarak, inanıyoruz. 
Allahü teâlâ 
Cenneti ve Cehennemi yaratmış, her ikisini de, cin ve insan ile dolduracağını 
haber vermişdir. Bunun için, ilk insan olan Âdemden “aleyhisselâm” beri, her 
zemân, yeryüzünde îmânlılar ve dinsizler bulunmuş ve birbirleri ile atışmışdır. 
Dinsizler, Allahdan başka şeylere tapınmış, îmânlılar ise, Allahü teâlânın 
gönderdiği Peygamberlere ve kitâblara tâbi’ olmuşdur. İlk insanlar, ba’zı 
târîhcilerin zan etdiği gibi ve islâm dînine inanmıyanların uydurduğu, filmlerde 
görüldüğü gibi, ilmsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşî kimseler değildi. Evet 
bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere 
benziyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basît yaşıyanlar 
vardı. Fekat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, 
vahşîdir denilemez. Âdem “aleyhisselâm” ve ona îmân edenler şehrlerde yaşardı. 
Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, 
ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Âdem “aleyhisselâm”ın boyu ve ömrü kesin 
olarak bildirilmedi. Bir rivâyetde, bin sene yaşayıp, beşyüz yaşında iken 
Peygamber oldu. Allahü teâlâ, kendisine on kitâb gönderdi. Cebrâîl 
“aleyhisselâm”, oniki kerre gelmişdi. Bu kitâblarda, îmân edilecek şeyler, 
çeşidli dillerde lügatlar, hergün bir vakt nemâz kılmak, [Bunun sabâh nemâzı 
olduğu İbni Âbidînde yazılıdır.], gusl abdesti almak, oruc tutmak, leş, kan, 
domuz yimemek, birçok san’atlar, tıb, ilâclar, hesâb, hendese [ya’nî geometri] 
gibi şeyler bildirilmişdi. Altın üzerine para dahî basmış, ma’den ocakları 
işletilip âletler yapılmışdı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateş yanarak, kazanı 
kaynayarak hareket etdiğini, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildiriyor. Ba’zı târîhciler, 
hiçbir vesîka ve incelemeğe dayanmadan, yalnız dinleri inkâr etmek, 
Peygamberleri küçültmek maksadı ile, ilk insanlar vahşî idi, birşey bilmezdi 
diyerek Âdem, Şis [Şît] ve İdrîs “aleyhimüsselâm” gibi Peygamberlerin birer 
masal, birer hurâfe olduğunu göstermek, böylece müslimân evlâdlarını dinsiz, 
îmânsız yetişdirmek istiyorlar. 
Hiçbir dîne 
inanmıyanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini, fen 
perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ (Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, 
milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen kendi kendine meydâna gelip, 
zemânla küçük deniz nebâtları ve hayvanları ve sonra karadakiler meydâna gelmiş, 
en son insan hâline dönmüşdür) gibi şeyler söylüyorlar. Böylece, Âdem 
aleyhisselâmın toprakdan yaratılmadığını, Kur’ân-ı kerîmin ve mukaddes 
kitâbların, hâşâ, hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûde getiren büyük bir 
kudretin varlığına inanmanın fenne uymıyacağını anlatıyorlar. Böyle kâfirlere 
(Dehrî) denir. Bunlardan müslimân görünenlere (Zındık) ve (Fen 
yobazı) denir. 
Bu fen 
yobazları ne kadar zevallıdır. Evet, fizyolojist Haldene, (Bundan milyonlarca 
sene evvel, sıcak denizlerde, güneşden gelen ültra viole şuâ’lar te’sîri ile, 
inorganik gazlardan, uzvî bileşikler meydâna gelmiş ve ekviproduktif hâssası 
olan ilk molekülün, ya’nî aldığı gıdâ maddelerini, kendi gibi canlı şekle 
çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf eseri teşekkül etmiş) olmak 
ihtimâlini söylemişdir. Fekat, bu bir hipotez [faraziyye] olup, bir tecribe ve 
hattâ bir teori [nazariyye] bile değildir. Ekviproduktif özelliği olan bir 
molekülün nasıl meydâna geldiğini gösteren bir bilgi, hattâ bir nazariyye bugün 
mevcûd değildir. Fen bilgileri, müşâhede ve tedkîk ilmleridir. Fen olayları, 
önce his uzvları ile veyâ bunları takviye eden âletlerle gözlenir ve olayın 
sebebleri tahmîn olunur. Sonra, bu olay, tecribe ve tekrâr edilerek, bu 
sebeblerin te’sîrleri, rolleri tesbît edilir. Bir hâdisenin sebebi ve oluş tarzı 
biliniyorsa, buna inanırız. Fekat tecribe edildiği hâlde, sebebleri 
anlaşılamıyan hâdiseler de vardır. Bunlara sebeb olarak, birçok fikrler ileri 
sürülür. Bu fikrler mutlak değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif adamların başka 
başka tefsîr etdikleri de olur. 
Aynı sebeblerle 
îzâh edilen çeşidli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilecek umûmî bir fikre, 
faraziyye [hipotez] diyoruz. Bir veyâ birkaç hipotez ile, birçok hâdiseleri îzâh 
etmek ve bunlardan yeni hâdiselere varmak ve bu hâdiseleri tecribe ile tahkîk 
ederek, hipotezlerin doğru görülenlerine nazariyye [teori] denir. Bir teori, az 
hipoteze dayanır ve ne kadar çok hâdise îzâh ederse, o derece mükemmeldir. 
Haldenenin sözü, nihâyet bir hipotezdir, teori olmakdan da, çok uzakdır. 
İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldığı 
hakkında doğru bilgi edinilirse, İslâmiyyete zararlı değil, fâideli olur. Çünki, 
canlı ve cansız, herşey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Bir âyet-i kerîmenin 
meâl-i şerîfi, (Herşeyi nasıl yaratdığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, 
incelikleri görün! Böylece varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın!)dir. 
Evet, din düşmanları, ilk canlı, kendi kendine meydâna gelmiş dedikleri gibi, 
güneş sisteminin, yıldızların, çeşidli fizik, kimyâ ve bioloji hâdiselerinin de, 
hep kendiliklerinden olduğunu söylüyor. Ehl-i sünnet âlimleri, binlerle 
kitâblarında, bunlara, gerekli cevâbları verip, hepsini susdurmuşdur. 
Aldandıklarını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Dînimiz, Âdem aleyhisselâmın 
balçıkdan yaratıldığını bildiriyor. Diğer hayvanların ve nebâtların ne sûretle 
yaratıldığını bildirmiyor ki, Haldene faraziyyesinin, dîne zararı dokunsun. 
İster o söylesin, isterse Darwin veyâ İbni Sînâ söylesin, herşeyi hareket 
etdiren, yapan, yaratan Allahü teâlâdır. Bütün enerji şeklleri, hep Onun 
kudretinin tezâhürüdür. Îmânı gideren; herhangi bir hâdisenin kendi kendine 
olduğuna inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara doğru, 
birbirlerine ve nihâyet insana döndüğünü söylemekdir ki, fen bunu göstermiyor ve 
fen adamları böyle söylemiyor. 
İmâm-ı 
Gazâlînin “rahmetullahi aleyh” (Tehâfüt-ül-felâsife) kitâbından bir 
parçası arabîden türkçeye terceme edilerek (Ma’rifetnâme)nin kırkbeşinci 
sahîfesine yazılmışdır. (Ma’rifetnâme)de diyor ki: (Fen adamlarının 
sözleri üç kısmdır: Birinci kısmdaki sözleri, fennin, tecribenin meydâna 
çıkardığı hakîkatleri bildiriyor. Bu sözleri, islâmiyyete uyuyor ise de, yanlış 
kelimeler kullanıyorlar. Meselâ bir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi 
harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, tabî’at kuvvetleridir. Herşeyi 
tabî’at kuvvetleri yapıyor diyorlar. İslâmiyyet de hiçbirşey, kendiliğinden 
hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, 
Allahü teâlânın kudretidir. Herşeyi Allahü teâlâ yapıyor, diyor. Görülüyor ki, 
islâmiyyet ve fen, aynı şeyi söylemekde olup, arada yalnız, ism farkı vardır. 
Böyle sözlerine i’tirâz etmeyiz. Yalnız, ism değişdirip kabûl ederiz. İkinci 
kısmdaki sözleri, islâmiyyetin haber vermeyip, arayıp bulunuz! dediği şeylerdir. 
Bu sözlerine inanıp inanmamak, îmânın gitmesine sebeb olmaz. Meselâ, ay 
tutulması, Erd küremizin Güneş ile Ay arasına girmesinden oluyor, diyor ve 
zemânını önceden hesâb ediyorlar. Çünki Ay, Güneş karşısında olduğu vakt, parlak 
görünür. Ay, Erd küresinin gölgesine girince, Güneşden ziyâ alamayıp kararır ve 
görünmez, diyorlar. Güneş tutulması da, Ayın Erd ile Güneş arasına girerek, Erd 
üzerinde Güneşin görünmesine mâni’ olması sebebi iledir. Ay tutulması, arabî 
ayların ortasında, Güneş tutulması ise, ayın ilk veyâ son günü olur, diyorlar. 
[Güneş, Erd ve Ay, karpuz gibi, küre şeklinde olup hepsi, birinci semâda hareket 
etmekdedir. Eski fizikciler, yedi seyyâre yıldızdan her birinin, birer semâda 
bulunduğunu söylerdi. Hâlbuki, yıldızların hepsinin yer kürenin de içinde 
bulunduğu birinci semâda bulundukları, Tebâreke sûresinde, bildirilmekdedir.] 
Fen adamlarının, ikinci kısmdan olan, böyle sözlerine de i’tirâz etmeyiz. 
Müslimânların, böyle sözlere inanmaması lâzımdır diyerek, i’tirâz eden bir 
kimse, dîne zarar vermeğe ve islâmiyyeti yıkmağa uğraşmış olur. Çünki, hesâb ve 
fizik, kimyâ kanûnları ve tecribeler, bu sözlerin doğruluğunu gösterirken, 
bunlar islâmiyyete uygun değildir denirse, fen adamları bu sözlerinde şübhe 
etmeyip, bunlara uymayan islâmiyyetin doğru olduğunda şübhe eder. Görülüyor ki, 
islâmiyyete yersiz ve yolsuz yardım etmek istiyen câhillerin zararı, yolu ile 
hücûm edenlerin zararlarından dahâ büyükdür. [Medîneli Muhammed Osmân efendi de, 
1341 [m. 1923] de İstanbulda basılmış (Basîret-üs-sâlikîn) kitâbında, 
Erdin döndüğünü red etmekde, sahîh hadîslere mevdû’ diyerek de, gençleri 
yanıltmakdadır. Hâlbuki islâm âlimleri, dünyânın yuvarlak olduğunu, döndüğünü, 
birçok kitâblarında, meselâ Ebû Bekr Râzî (Küriyet-ül-Erd) kitâbında ve
(Şerh-ı Mevâkıf)de isbât etmişlerdir. Fıkh âlimleri bunun üzerine 
mes’eleler kurmuşlardır. Bekara sûresinin 22. ci âyetinde meâlen, (Rabbiniz 
Erdı sizin için, yatak gibi döşedi) buyuruldu. (Tefsîr-i Azîzî)de, 
(Üzerinde oturmanız, uyuyabilmeniz için, yeryüzünü sâkin, hareketsiz yapdı) 
diyor. Nahl sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (Erdın sizi sarsmaması için, 
üzerinde dağlar döşedim) buyuruldu. (Sâvî tefsîri), burada (Erdın 
hareket etmemesi, size ızdırâb yapmaması için dağları yaratdı) ve (Beydâvî)de 
(Dağlar yaratılmadan evvel, Erd, yüzü düz küre idi. Dönerken yâhud başka sebeb 
ile hareket eder idi. Dağlar yaratılınca, hareketine, ızdırâbına, sarsılmasına 
mâni’ oldular) diyor. Mü’min sûresinin 64. cü âyetinde meâlen, (Allah, Erdı 
size karâr yapdı) buyuruldu. (Şeyhzâde), (Abdüllah ibni Abbâs, karâr 
menzil, konacak yer demekdir dedi) diyor. Görülüyor ki, âyet-i kerîmeler ve 
tefsîrler, Erd yüzünün bir beşik, yatak gibi, sarsıntısız, râhat olduğunu 
bildiriyor. Erdın sarsıntısız, hareketsiz olmasından, bunun mihveri etrâfında 
dönmediğini ve güneş etrâfında hareket etmediğini anlamak doğru değildir. Erdın 
bu iki hareketi bugün kat’î olarak bilinmekde, nemâz vaktleri hesâb 
edilmekdedir. Üçüncü kısmda, 64. cü maddeye bakınız!] İmâm-ı Gazâlî, sözüne 
devâm ederek, buyuruyor ki: Kat’î ve doğru oldukları, hesâb ve tecribe ile 
anlaşılan hâdiseler karşısında, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri (Te’vîl 
etmek), ya’nî ma’nâlarını çevirip, bunlara uydurmak lâzımdır. Böyle 
te’vîller çok yapılmışdır. [Şunu da söyliyelim ki, âyet-i kerîme ve hadîs-i 
şerîflere ma’nâ vermek, bizim gibi, câhillerin işi değildir. Din âlimi olmak, 
ya’nî dinde söz sâhibi olmak için, ictihâd derecesine yükselmek lâzımdır. Şimdi 
dünyâda böyle bir âlim yokdur. Şimdi, âlim olmıyanlar, çeşidli maksadlarla, din 
kitâbları yazıyor ve âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere, çala kalem, ma’nâlar 
verip, Allahü teâlâ böyle söylüyor, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” 
böyle emr ediyor, diyorlar. İslâmiyyeti oyun hâline sokuyorlar. Böyle din 
kitâblarını almamalı, okumamalıdır. Din âlimlerinin sözlerini değişdirmeden 
yazan kitâb bulup okumak lâzımdır. Fekat, ne yazık ki, böyle din kitâbı, bugün 
hemen yok gibidir. Din büyüklerinin ismini koyarak, onlardan terceme diyerek 
satılan kitâbların çoğunda da, ilâveler, değişdirmeler veyâ çıkarmalar 
yapılarak, kitâbların zararlı bir şekle sokulduğu acı acı görülüyor. Asrlardan 
beri câhillerin bu şeklde kitâblar yazmış olduğunu, hele âyet-i kerîme ve 
hadîs-i şerîflere, kendi zemânlarındaki, fen bilgilerinden yanlış olanlarına 
uydurarak, yanlış ve gülünç ma’nâlar vermiş oldukları, mevcûd ve hattâ meşhûr 
ba’zı kitâblarda esefle görülmekdedir.] İslâm dînine inanmıyanları en çok 
sevindiren şey, fen ile isbât edilen, meydânda olan hakîkatleri, müslimânların 
red etmesi, bunlar kâfirlikdir, demesidir. Çünki, bu sûretle gençleri 
aldatmaları çok kolay olur. Fen adamları, maddenin, hücrenin, canlının ve 
cansızın yok iken, sonradan var olduğunu söyledikden sonra, ister denizde 
tesâdüfen olsun, ister başka dürlü meydâna gelsin, islâmiyyete zarar vermez. 
Çünki, herşeyi yapan Allahü teâlâdır. 
Üçüncü kısmdan 
olan sözleri, islâmiyyetde açıkça bildirilmiş olanlara uymıyan sözlerdir. 
Bunların hepsi faraziyye, ya’nî zan ile veyâ fen perdesi altında, koyu bir 
te’assub ve fen yobazlığı ile söyledikleridir. Herşeyin yokdan yaratılmış 
olduğu, Âdem aleyhisselâmın çamurdan yapılan bedeninin, et ve kemiğe dönüp 
canlanması, Allahü teâlânın var olduğu ve sıfatları ve kıyâmetde olacak şeyler, 
tekrâr dirilmek, îmânın esâslarındandır. Bunlara uymıyan, bunlara olan îmânı 
bozacak sözlere inanılmaz. Fen adamı, bunlara uymıyan söz söylemez. Çünki 
bunlar, fenne uymıyan şeyler değildir. Herkesi bunlara inandırmak ve aksini 
söyliyenleri red etmek lâzımdır). 
Âdem 
aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistân, Mısr, Anadolu ve Hindistâna 
yayılmışdı. Nûh “aleyhisselâm” zemânında tûfanda, hepsi boğularak, yalnız 
gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türedi. Zemânla çoğalarak, Asya, 
Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusyaya, ya’nî bütün yeryüzüne yayıldı. Bu 
yayılma, hem karadan, hem büyük gemilerle, denizden olmuşdu. O zemânlarda 
Asyadan Amerikaya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı. 
Fen 
ilerledikce, müslimânların, görmeden, akl ermeden, inandıkları birçok şeyler, 
birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmakdadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerikada, 
mekteblerde, şöyle okutuluyor: (Eski jeolojik devrlerde, güney kıt’aları 
arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmişdir. Meşhûr Meteoroloji âlimi 
Alfred Wegener, Kontinentverschiebung [karaların kayması] nazariyyesini kurmuş 
ve beş [bugün için altı] kıt’anın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş 
yavaş ayrıldıklarını söylemişdir. Başka bir profesör, kıt’alar arasında köprü 
gibi kara parçaları olduğunu, Zoocoğrafik tecribelere dayanarak, iddi’â 
etmişdir. Wegenere göre, Paleozoikum ve Mezozoikum devrlerinde, kıt’alar 
birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar, Cenûbî Amerika 
ile Afrika, Asya [doğruca Hindistândan] ve Avustralya arasında kara yolculuğu 
yapmışlar, Eosenden i’tibâren Afrikada yaşayan hayvanlar, karadan, Cenûbî 
Amerikaya geçmişlerdir) teorileri öğretilmekdedir. 
Görülüyor ki, 
Âdem aleyhisselâmın toprakdan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Sûriye, Irâk 
ve orta Asyadan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmakdadır. Hâdiseleri 
değil de, propagandaları yazan ve hakîkatlere değil de, siyâsî menfe’atlere 
koşan ba’zı târîhciler, islâmiyyete ve islâm büyüklerine, körü körüne hakâret 
etmekde hâlâ inâd ederken, fen adamları, fen bilgileri, islâmın büyüklüğünü, 
doğruluğunu, gün geçdikce dahâ yakından görmekde ve anlamakdadır]. 
Allahü teâlâ, 
Âdem aleyhisselâmda herşeyin bir nümûnesini, misâlini yaratmışdır. Onda birçok 
sıfatlar, latîfeler, kuvvetler vardır. Allahü teâlâ, Onu yaratmadan çok önce, 
Onun bir latîfesini, bir sıfatını, uzun zemân için âlem-i misâlde Onun şeklinde 
yaratmış, Onun ismini vermiş, Onun bütün işlerini ve kıyâmete kadar olacak 
evlâdlarını, ismleri ile birlikde, âlem-i misâlde meydâna çıkarmışdır. Hepsi 
zemânlarında yaşamışdır. Hattâ Cennetlik veyâ Cehennemlik olmuşlar, kıyâmetleri 
kopmuş, hesâbları görülmüş, Cennete ve Cehenneme gitmişlerdir. Allahü teâlânın 
dilediği çok uzun zemân sonra, Âdem aleyhisselâmın sıfatlarından ve 
latîfelerinden başka birisi, yine âlem-i misâlde, evvelki gibi yaratılıp, bunun 
da vakti temâm olunca sıfatlarından ve latîfelerinden, üçüncüsünün devresi 
başlamışdır. Bunun devresi bitince, dördüncü sıfat, âlem-i misâlde 
gösterilmişdir. Böyle devâm etmiş ve bütün sıfatları ve latîfeleri temâm olunca, 
en son, bütün sıfatları ve latîfeleri kendisinde toplamış olan Âdem 
“aleyhisselâm”, âlem-i şehâdetde, ya’nî madde âleminde yaratılmışdır. Allahü 
teâlâ, kendisini kıymetli eylemişdir. Önceden gelen yüzbinlerce Âdemler, hep bu 
Âdem aleyhisselâmın parçaları ve başlangıçlarıdır. [Güneş doğmadan önce, 
ziyâsının sıfatlarının yavaş yavaş görünmesi gibidir.] 
Muhyiddîn-i 
Arabînin “kuddise sirruh”, kırkbin sene önce ölen dedesi, âlem-i şehâdetdeki 
dedesinin latîfe ve sıfatlarından birinin, âlem-i misâldeki varlığı idi. Kâ’be-i 
mu’azzamayı âlem-i misâlde tavâf etmişdi. Çünki, her şey gibi, Kâ’benin de 
âlem-i misâlde sûreti, benzeri vardır. Bu fakîr, [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kuddise 
sirruh”] çok düşünüyor, araşdırıyorum, âlem-i şehâdetde, bir Âdemden başka 
göremiyorum. Âlem-i misâldeki görünüşlerden gayrı birşey bulamıyorum. Kırkbin 
sene önce yaşadığını söyleyen kimsenin, ben senin dedelerinden biriyim, demesi 
de gösteriyor ki, Âdem aleyhisselâmdan önce bulunan Âdemler, Âdem aleyhisselâmın 
latîfelerinin ve sıfatlarının görünüşleridir. Âdem aleyhisselâmdan başka birer 
varlık değildirler. Çünki, başka Âdemin oğulları, bu Âdem aleyhisselâmın 
oğullarının dedesi olamaz. 
Kalbleri hasta, 
bilgileri az olan ba’zı kimseler, bu vak’a ve benzerlerini işitince, tenâsüh 
sanıyor. Böylece âlemin kadîm olduğunu, yokdan var edilmediğini söylüyorlar ve 
tekrâr yok olacağını, kıyâmetin kopacağını inkâr ediyorlar. Kendilerini, şeyh, 
mürşid olarak tanıtan ba’zı dinsizler, tenâsüha inanıyor. Rûhlar olgunlaşmadan 
önce, bir bedenden ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemâle geldikden sonra, 
insanlara gelmezler, tenâsüh yolu ile olgunlaşmış olurlar, diyor ve tenâsühü 
gösteren birçok hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki tenâsüha, ya’nî ölen insan 
rûhunun başka bir çocuğa geçerek tekrâr dünyâya gelmesine inanmak küfrdür. 
Tenâsüh vardır diyen, dîn-i islâma inanmamış olur. Ya’nî, müslimânlıkdan çıkar. 
Anlamıyorlar ki, tenâsüh ile rûhlar kemâle gelirse, Cehennem kimler için olur, 
kimler azâb görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek ve hattâ öldükden sonra 
tekrâr dirilmeğe inanmamak olur. Zîrâ onlara göre, rûhun olgunlaşmasına vâsıta 
olan bedene ihtiyâcı kalmamışdır ki, bedenle haşr olunsun. Bu yalancı şeyhlerin 
sözleri, tıbkı, eski felsefecilerin [ve şimdiki spritizmacıların, medyumların] 
sözlerine benziyor. Eski felsefeciler, bedenlerin tekrâr dirileceklerine 
inanmıyordu. Cennet ni’metleri ve Cehennem azâbları yalnız rûhlara olacak, 
diyordu. Bunlar, o felsefecilerden de dahâ fenâdır. Çünki, onlar tenâsühu red 
edip, azâbın sâdece rûha olacağını söyliyorlar. Bunlar ise, hem tenâsüha 
inanıyor, hem de âhıret azâbını inkâr ediyor. Bunlara göre azâb, sâdece 
dünyâdadır ve rûhların temizlenmesi içindir. [Cinnin heykellere, hasta ve 
çocuklara girerek konuşdukları görülmüşdür. Böyle konuşanları iki rûhlu 
sanıyorlar. Böyle sanmak da, tenâsüha inanmak demekdir.] 
                                                |