36
-
BİR ÜNİVERSİTELİYE CEVÂB
Abdülhakîm
efendinin, İstanbulda, Sultân Selîm Câmi-i şerîfi bağçesindeki,
(Medrese-tül-mütehassısîn)de tesavvuf müderrisi [Ya’nî, ilâhiyyât fakültesinde,
tesavvuf kürsîsi, ordinaryüs profesörü] iken, bir üniversitelinin süâline karşı,
yazmış olduğu mektûbu, kelimelerini sâdeleşdirerek, aşağıya yazıyoruz:
Bütün
kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sâhasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız!
Fekat, çıkamazsınız. Bu sâhanın dışı, adem diyârıdır. O adem [ya’nî yokluk]
diyârı da, Onun kudreti içindedir.
Bir sırası
düşerek, İbrâhîm-i Edhemden “kuddise sirruh”, birisi nasîhat istedi. Buyurdu ki,
altı şeyi kabûl edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur:
1 — Günâh
yapacağın zemân, Onun rızkını yime! Rızkını yiyip de, Ona ısyân etmek, doğru
olur mu?
2 — Ona âsî
olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona ısyân etmek, lâyık
olur mu?
3 — Ona
ısyân etmek istersen, gördüğü yerde günâh yapma! Görmediği bir yerde yap! Onun
mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun değildir.
4 — Can
alıcı melek, rûhunu almağa geldiği zemân, tevbe edinceye kadar izn iste! O
meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu
sâatdir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, ânî gelir.
5 — Mezârda,
Münker ve Nekîr ismindeki iki melek, süâl için geldikleri vakt, onları kov, seni
imtihân etmesinler! Soran kimse dedi ki, (Buna imkân yokdur). Şeyh buyurdu ki,
(Öyle ise, şimdiden onlara cevâb hâzırla!)
6 — Kıyâmet
günü Allahü teâlâ
(Günâhı olanlar, Cehenneme gitsin!)
diye emr edince, ben gitmem de! Soran kimse dedi
ki, (Bu sözümü dinlemezler). Bunun üzerine, o kimse, tevbe etdi ve ölünceye
kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyânın sözünde, rabbânî te’sîr vardır.
İbrâhîm-i
Edhemden “kuddise sirruh” sordular ki, Allahü teâlâ,
(Ey kullarım!
Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm)
buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevâb
buyurdu ki, Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itâ’at etmezsiniz. Peygamberini
“sallallahü aleyhi ve sellem” tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur’ân-ı kerîmi
okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni’metlerinden
fâidelenirsiniz, Ona şükr etmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için olduğunu
bilirsiniz, hâzırlıkda bulunmazsınız. Cehennemi, âsîler için yaratdığını
bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını
görür, ibret almazsınız. Aybınıza bakmayıp, başkalarının ayblarını
araşdırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere
batmadıklarına, gökden ateş yağmadığına şükr etsin! Dahâ ne isterler? Düâlarının
netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?
[Allahü teâlâ,
Mü’min sûresinin altmışıncı âyetinde, (Düâ ediniz, kabûl ederim),
isteyiniz, veririm buyuruyor. Düânın kabûl olması için, beş şart vardır: Düâ
edenin müslimân olması, Ehl-i sünnet i’tikâdında olması, harâm işlemekden,
bilhâssa harâm yimekden, içmekden sakınması, farzları yapması, bilhâssa beş vakt
nemâz kılması, Ramezân oruclarını tutması, zekât vermesi, Allahü teâlâdan
istediği şeyin sebebini öğrenip, bunu araması lâzımdır. Allahü teâlâ, herşeyi
bir sebeb ile yaratmakdadır. Birşey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu
sebebe te’sîr ihsân eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Evliyâsının
hâtırı için, âdetini bozarak, bunlar düâ edince veyâ Evliyâyı kirâm vesîle
edilerek düâ edilince, bunlara (Kerâmet) olarak, sebebe hâcet kalmadan,
doğruca istenileni verir.]
Siz, adem
diyârından, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya,
kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işitdiğiniz kulaklar, duygu
edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar,
geçeceğiniz bütün yollar, girip çıkdığınız bütün mahaller, hulâsa, rûh ve
cesedinize bağlı bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk
ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir şey gasb edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve
kayyûmdur. Ya’nî, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkda
durdurmakdadır. Hepsinin idâresinden, hâllerinden bir ân gâfil olmaz. Mülkünü
kimseye çaldırmaz. Emrlerine uymayanların cezâsını vermekden de, âciz kalmaz.
Meselâ, Ayda, Merihde ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, bu Erd küresinde
de bulunmasaydı, birşey lâzım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden birşey
eksilmezdi.
Hadîs-i kudsîde
buyuruyor ki, (Önce gelenleriniz, sonra
gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız,
cinleriniz; en müttekî, itâ’atli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine
olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi “aleyhimüsselâm” aşağı gören,
düşmanım gibi olsanız, ülûhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden
ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkda
kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtâcsınız).
Güneşden ziyâ
ve harâret gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks etdiriyor. Siyâh toprakdan,
tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan
gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıkdaki
yıldızlardan, şu çıkdığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nûrlar yağdırıyor.
Zerrelerinde nice nice titreşimlerle te’sîrler uyandırıyor. [Bir tarafdan,
beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakîr mahlûkları
[mikroplar] vâsıtası ile, toprağa çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları bitki
fabrikasında, vücûdünüz makinasının yapı taşı olan, protein, ya’nî yumurta akı
maddesi hâline döndürüyor. Bir tarafdan da yine nebâtât fabrikasında, toprağın
suyunu, havânın boğucu gazı ile birleşdirerek ve içerisine, semâdan gönderdiği
enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, ya’nî
vücûdünüz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor.] Böylece, tarlalarda,
çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebâtlarda ve yer yüzünde ve denizlerin
dibinde gezdirdiği hayvanlarda, mi’delerinize gidecek, sizi besliyecek rızk,
gıdâ hâzırlıyor. Akciğerlerinizde kimyâhâneler açarak, burada kanınızın zehrini
ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Dimâglarınızda, fizik
laboratuvarları açarak, burada his uzvlarından, sinirlerden gelen haberler
alınıp, demir taşına miknâtis kuvvetini yerleşdirdiği gibi, beyninize
yerleşdirdiği akl ve yüreğinize yerleşdirdiği kalb kuvvetleri te’sîri ile, bir
ânda, çeşidli plânlar hâzırlanıp, emrler, hareketler meydâna getiriyor.
Yüreğinizi çok karışık ve hârika dediğiniz te’sîrlerle, geceli gündüzlü
çalışdırıp, damarlarınızda kan nehrleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akllarınızı
şaşırtan, nice nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde sermâyeler gizliyor.
Dahâ ve dahâ birçok hârikalarla, vücûdünüzü techîz ediyor, temâmlıyor. Hepsine
fizik kanûnları, kimyâ reaksiyonları ve bioloji olayları gibi ismler takdığınız,
bir nizâm ve âhenkle, te’sîs ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize
yerleşdiriyor. Gereken tedbîrleri rûh ve şu’ûrunuza tersîm ediyor. Zihn denilen
bir hazîne, akl nâmında bir mi’yâr, fikr dedikleri bir âlet, irâde dediğiniz bir
anahtar da, ihsân ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı,
acı ihtârlar, işâretler, meyller, şehvetler de veriyor. Dahâ büyük bir ni’met
olarak, sâdık ve emîn Resûllerle açıkca, ta’lîmât gönderiyor. Nihâyet, vücûdünüz
makinesini işletip ve tecribelerini gösterip, maksada göre kullanmanız ve
istifâde etmeniz için elinize teslîm ediyor. Bütün bunları, size ve irâdenize ve
yardımınıza muhtâc olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir mevkı’,
bir salâhiyyet vererek, mes’ûd ve bahtiyâr olmanız için yapıyor. Ellerinizi,
ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzûnuza bırakmayıp da,
yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden
habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el,
kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir
siğirme olsaydı, kendiliğinize ve emânetlere mâlik olduğunuzu iddi’â edebilir mi
idiniz? Sizi, cansızlar gibi, sâde dış kuvvetler te’sîri ile veyâ hayvanlar
gibi, yalnız dış ve iç kuvvetler ile aklsız, şu’ûrsuz hareket etdirse idi ve
evlerinize taşıdığınız ni’metlerden, yük hayvanı gibi, ağzınıza bir lokma
verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz?
Doğmadan
evvelki, doğduğunuz zemânki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp
kalkdığınız, yiyip içdiğiniz, gezip dolaşdığınız, gülüp oynadığınız,
derdlerinize devâ, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve
zehrli hayvanların ve düşmanların hücûmlarına karşı koyacak vâsıtaları
bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının
ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden
çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Bugün,
bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin,
ovaların, tepelerin döşenildiği zemân, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı
suları, Hakkın kudreti ile buharlaşdırılarak, gökde bulutlar yapılırken, o
bulutlardan yağan yağmurlar, [çakan şimşeklerin ve güneşden gelen kudret, enerji
dalgalarının hâzırladığı gıdâ maddelerini,] yanmış, kurumuş toprakların
zerrelerine işletip, o maddeler, [ziyâ ve harâret şu’âları te’sîri ile] oynayıp
titreşerek hayâtın hücrelerini yetişdirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?
Bugün kendinize
maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür, herşeyi O
yapar derler inanmak istemezsiniz.
Ey insan! Acabâ
sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye
hakâret etdiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin. O zemân,
seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin râhatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir
çöplüğe atabilirdi, fekat atmadı. Seni, bir emânet gibi sakladı. Bol bol
besleneceğin bir gülşen serây-ı ismete tevdi’ etdi ve nice zemân himâyene
uğraşdı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı mes’ûl tutarak tahkîr ediyorsun
da, ni’metlerinden ona ve yaratanına bir şükr payı ayırmıyorsun? Sonra sen,
emânetini niçin herkesin kirletdiği çöplüklere döküyorsun?
Etrâfın, arzû
ve emellerine uyduğu zemân, herşeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle,
kuvvetinle yaratarak yapdığına, bütün başarıları îcâd etdiğine inanıyorsun.
Hakkın sana verdiği vazîfeyi unutuyor ve o yüksek me’mûrlukdan isti’fâ ediyor ve
emânete sâhib çıkmağa kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıtdırmak
istiyorsun. Öte tarafdan, etrâfın, arzûlarına uymaz, dış kuvvetler seni mağlûb
etmeğe başlarsa, o zemân da, kendinde hasret ve husrândan, acz ve yeisden başka
birşey görmüyorsun. Hiçbir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadığını, herşeyin cebr
elinde esîr olduğunu ve varlığının, otomatik ve fekat zembereği kırık bir makina
gibi olduğunu iddi’â ediyorsun. Kaderi bir (İlm-i mütekaddim) değil, bir
(cebr-i mütehakkim) ma’nâsında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının,
gramofon gibi olmadığını da, sezmez değilsin.
Sofrana,
sevdiğin yemekler gelmediği zemân eline geçirebileceğin kuru ekmeği yimekle,
yimeyip açlıkdan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar,
ağzına zorla tıkılmadığı hâlde, elini, dilini uzatır, onları yirsin. Hem yirsin,
hem de birşey yapmadığına hükm edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine
arzûnla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamışdır. Fekat, böyle
mecbûr olduğun zemânlarında bile, irâdene mâlik olduğun hâlde, seni âciz
bırakan, hâricî kuvvetler karşısında kendini mecbûr, esîr, hâsılı bir hiç
bilirsin.
Yâhû! İşin
yolunda, muvaffakıyyet ve muzafferiyyet yanında olunca (Hep), işlerin aksi, ters
olduğu zemânında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye iddi’â
etdiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?
Ey Âdem oğlu!
Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz!
Her hâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, îcâd etmekden, herşeye hâkim ve
gâlib olmakdan, şübhesiz uzaksınız. Fekat, inkâr olunamayan bir hürriyyet ve
ihtiyârınız, sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi
ortağı bulunmıyan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan, Hak teâlânın
emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan, birer me’mûrsunuz! Onun
koyduğu ahkâm ve nizâm ile, Onun ta’yîn etdiği mevkı’leriniz ve halk edip emânet
olarak verdiği salâhiyyet ve vâsıtalarınız nisbetinde vazîfe yaparsınız. Âmir
ancak O, hâkim yalnız O, mâlik yine Odur. Ondan başka âmir, Ona benzer hâkim,
Ona ortak mâlik yokdur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız
maksadlar, gâyeler, girişdiğiniz mücâdeleler, sarf etdiğiniz gayretler,
duyduğunuz iftihârlar, kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan,
hep boşdur. O hâlde kalblerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz da, şirklere
sapıyorsunuz? Niçin, eşsiz hâkim olan, Hak teâlânın emrlerine uymuyor, Onu
ma’bûd tanımıyorsunuz da, binlerce, hâyal olan, ma’bûdlar arkasında koşuyor,
hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen
bir emel, bir ihtiyâr, bir îmân değil midir? Niçin o emeli Hakdan başkasında
arıyorsunuz? Niçin, o îmânı Hakka tahsîs etmiyor, o ihtiyârı bu îmâna ve îmânın
netîcesi olan amellere sarf etmiyorsunuz?
Hak teâlânın
hâkimliğini tanıdığınız, emâneti ve emniyyeti bozmayarak çalışdığınız zemân,
birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o
kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacakdır. Kavuşduğunuz her
ni’met, hep Hakka îmânın hâsıl etdiği kardeşliğin netîcesi ve Allahü teâlânın
merhameti ve ihsânıdır. Gördüğünüz her musîbet ve felâket de, hep kızgınlığın,
nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulm ve
haksızlık etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmağa kalkışmanın, Hak
teâlâ ile yarış edebilecek şerîklere tâbi’ olmanın, hâsılı, hâlis tevhîd ile,
yalnız Hak teâlâya îmân etmemenin netîcesidir.
Hulâsa,
insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve
müşriklikdir. İlm ve fen, ilerlediği hâlde, insanlığın ufklarını sarmış olan
fesâd karanlığı, hep şirkin, îmânsızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin
netîcesidir. Beşeriyyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb
ve felâketden kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim
bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hakdan ve Hak
yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur. Görmez
misiniz, câmi’e gidenler sevişir, meyhâneye gidenler döğüşür.
Hak teâlâdan
başka herneye gönül verseniz, herneye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukâbili
vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Şerîki, nazîri,
misli, zıddı, mukâbili olmayan, yegâne hâkim, ancak Hak teâlâdır ve ancak Onun
mukâbili bâtıldır, yanlışdır ve varlığı mümkin olmıyan bir yoklukdur.
Hak teâlâdan
başka, herneye tâbi’ olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi sever ve hakîkî
hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacakdır. [Yukarıdaki
mektûbun ingilizce tercemesi, Abdülhakîm efendinin ingilizce hâl tercemesi ile
birlikde, (The Proof of Prophethood) kitâbının içinde, Hakîkat Kitâbevi
tarafından neşr edilmişdir.]
Merkez-i dâire-i iflâs
ve bî nevâî Ser şâr-ı sahbây-ı hodgâmî ve nâ âşinâî
esseyyid
Abdülhakîm
efendi
Kâfirin topu çok, hîlesi çok, azâbı çokdur.
Mü’minin ilmi çok, hayâsı çok, râhatı çokdur.
|