| 
 
    
35 -  
ÜÇÜNCÜ CİLD - 22.MEKTÛB
      
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Bu mektûb, 
molla Maksûd Alî Tebrîzîye yazılmış olup, müşriklerin pis olması, rûhlarının, 
i’tikâdlarının pis olmasıdır. Bedenlerinin, a’zâlarının pis olmayabileceğini 
bildirmekdedir: 
Her hamd, 
Allahü teâlânın hakkıdır. Onun seçdiği temiz insanlara selâm ederim. Şefkatli 
efendim! Hüseyn vâ’ızî tefsîrini niçin gönderdiğinizi anlıyamadık. Bu tefsîrde, 
Tevbe sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken (Müşriklerin içleri, 
inanışları pis olduğu için, onlar elbette pisdir) buyurmakdadır. Hanefî mezhebi 
âlimleri de, böyle tefsîr etmişdir. Ya’nî, Allahü teâlânın (Müşrikler pisdir) 
buyurması, kalblerinin, i’tikâdlarının pis olduğu içindir demişlerdir. 
(Hüseyn tefsîri)nde de yazılı olduğu gibi, ba’zı âlimler, (Müşrikler, 
necâsetden sakınmadıkları için pisdir) demiş ise de, böyle tefsîr etmek uygun 
değildir. Çünki, bugün müslimânların çoğu da necâsetden sakınmıyor. 
Müslimânların câhilleri de, kâfirler gibi temizliğe ehemmiyyet vermiyor. 
Necâsetden sakınmamak, insanın pis olmasına sebeb olsaydı, müslimânların işi güç 
olurdu. Hâlbuki, (Müslimânlıkda güçlük yokdur) buyuruldu. (Hüseyn tefsîri)nde 
(Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki, müşriklerin bedenleri, 
köpekler gibi pisdir) diye de yazıyorsa da, din büyüklerinden böyle umûma 
uymayan, herkesin söylediğine benzemiyen haberler çok gelmişdir. Böyle haberleri 
evirip çevirip, ana haberlere uydurmak lâzımdır. Kâfirlerin dışları, bedenleri 
nasıl pis olur ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir yehûdî 
evinde yemek yidi. Bir müşrikin kabı ile tahâretlendi. Ömer “radıyallahü anh” 
da, hıristiyan kadınının kabından tahâretlendi. Bunlar, âyet-i kerîme gelmeden 
önce yapılmış olabilir denirse, zan etmekle cevâb verilmiş olmaz. Âyet-i 
kerîmenin sonra geldiğini isbât etmek lâzımdır. Eğer isbât edilebilirse, onların 
necs, pis olduğunu, dokundukları şeyleri pis ve harâm yapacağını göstermez. 
Nihâyet, i’tikâdlarının pis olduğunu gösterir. Çünki, hiçbir Peygamber kendi 
dîninde veyâ başka dinlerde harâm olmuş veyâ olacak birşeyi hiç yapmaz. Ya’nî 
sonradan harâm olacak şeyi, önceden, halâl iken yine kullanmaz. Meselâ, şerâb 
içmek önce halâl idi. Sonra harâm oldu. Hiçbir Peygamber hiçbir zemânda şerâb 
içmedi. Eğer kâfirlerin bedenlerinin, köpekler gibi pis olduğu, sonradan 
bildirilecek olsaydı, Allahü teâlânın sevgilisi olan Muhammed “aleyhisselâm”, 
onların kablarına hiçbir zemân dokunmaz idi. Nerde kaldı ki, sularını içmiş ve 
yemeklerini yimiş olsun! Sonra, birşeyin kendisi pis olunca, her zemân pisdir. 
Bir vakt pis olması, başka vakt temiz olması düşünülemez. Müşriklerin bedenleri 
pis olsaydı, her zemân pis olurdu ve Muhammed “aleyhisselâm” hiçbir vakt 
dokunmazdı. Nerede kaldı ki, onlardan su içsin ve yemek yisin. Bir de aynî necs 
olan her zemân necsdir. Önce ve sonra mubâh olamaz. Müşrikler aynî necs 
olsalardı, evvelden beri böyle olmaları gerekirdi ve Resûlullah “sallallahü 
aleyhi ve sellem” önceden de buna uygun olarak onlara muâmele ederdi. O 
olmayınca, bu nasıl olsun. Bundan başka, bunların bedenini pis bilmek, 
müslimânları, çok sıkıntıya sokar. Hanefî mezhebi âlimlerine Allahü teâlâ sonsuz 
iyilik versin ki, müslimânların işini kolaylaşdırdı. Onları harâm işlemekden 
kurtardılar. Bu büyük âlimlere teşekkür edilecek yerde, dil uzatmak, yapdıkları 
isâbetli tefsîri ayblamak nasıl doğru olabilir? Müctehidlere karşı birşey 
söylenebilir mi? Çünki onların yanlış buluşlarına da, bir sevâb verilmekdedir. 
Onların yanlış bulduklarını yapan müslimânlar, azâbdan kurtulacakdır. Kâfirler 
pis olunca, onların dokunduğu, yapdığı şeyler de pis ve harâm olur. Kâfirlere 
pis diyenler, onların yapdıkları yemek ve şerbetlere harâm demiş olur ki, böyle 
söyliyenler, kendilerini bu harâmdan koruyamaz. Hele Hindistândaki müslimânların 
korunmaları imkânsız gibidir. Müslimânlar, her yerde, kâfirlerle temâs hâlinde 
olduğundan, en kolay olan fetvâyı vermek dahâ iyidir. Hattâ, kendi mezhebine 
uygun olmasa da, başka mezhebdeki kolay fetvâ söylenmelidir. Bekara sûresi, 
yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, size kolay olan şeyleri 
yapdırmak istiyor, güç olanı istemiyor) ve Nisâ sûresi, yirmisekizinci 
âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, ibâdetlerinizin hafîf, kolay olmasını 
istiyor. İnsan za’îf, dayanıksız yaratıldı) buyuruldu. Müslimânları 
sıkışdırmak, onları incitmek harâmdır ve Allahü teâlânın beğenmediği şeydir. 
Şâfi’î âlimleri, kendi mezheblerinde yapılması güçleşen şeylerin hanefî 
mezhebine göre yapılmasına fetvâ vermiş, müslimânların işini 
kolaylaşdırmışlardır. Meselâ, şâfi’î mezhebine göre, zekât vermek için, zekâtın, 
Tevbe sûresi, altmışıncı âyetinde bildirilen sekiz sınıf insanın her sınıfına 
verilmesi lâzımdır. Bunlardan, gönlünü alması lâzım gelen kâfir sınıfı [ve zekât 
toplıyan me’mûr sınıfı ve kölelikden kurtarılacak borclu sınıfı] bugün yokdur. 
Bunları bulup zekât vermek imkânsız olmuşdur. Bunun için, şâfi’î âlimleri 
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hanefî mezhebine göre zekât verilmesine 
fetvâ verdi. Çünki, hanefî mezhebinde, bu sınıflardan herhangi birine vermek 
yetişir. 
[Bunun gibi, 
gusl abdesti alırken, hanefî mezhebinde ağzın içini, dişlerin arasını ve diş 
çukurunu yıkamak farzdır. Kaplama ve dolguların içine su girmediği için, 
bunların gusl abdestleri sahîh olmaz, pis kalırlar. Şâfi’î mezhebinde ise, ağız 
içini yıkamak farz değildir. Hanefî mezhebinde olan kimse, dişlerini zarûret ile 
kaplatınca veyâ doldurunca, gusl abdesti alırken (Yâ Rabbî! Şâfi’î mezhebine 
göre gusl abdesti alıyorum) diye kalbinden geçirse, gusl abdesti sahîh olur ve 
temiz temiz nemâz kılabilir. (Hadîka) kitâbının yediyüzdokuzuncu 
sahîfesinde diyor ki, (Abdest ve guslde başka mezhebi taklîd etmek câizdir. 
Bunun için, o mezhebin şartlarına da uymak lâzımdır. Bütün şartlarına uymazsa, 
taklîd câiz olmaz. Kendi mezhebine uymıyan işi yapdıkdan sonra bile, taklîd 
yapmak câiz olur. Meselâ Ebû Yûsüf hazretlerine, Cum’a nemâzını kıldıkdan sonra, 
gusl abdesti aldığı kuyuda fâre ölüsü görüldü dediler. (Şâfi’î mezhebine göre 
guslümüz sahîhdir. Çünki, hadîs-i şerîfde kulleteyn olan suya necâset karışınca, 
üç sıfatından biri değişmedikce necs olmaz buyuruldu) dedi. (Kulleteyn, iki 
testi dolusu, beşyüz rıtldır). İkiyüzyirmi [220] kilogram sudur. (Berîka) 
kitâbı, burayı açıklarken, zarûret olan her işde de başka mezhebi taklîd 
câizdir, diyor. (Dürr-ül-muhtâr)da, nemâz vaktlerinin sonunda diyor ki, 
(Zarûret zemânında, başka mezheb taklîd edilir). İbni Âbidîn, bunu açıklarken, 
diyor ki, (Burada, iki kavlden biri bildirilmişdir. İkinci kavle göre, zarûret 
olsa da, olmasa da, harac, güçlük olduğu zemân, diğer üç mezhebden biri taklîd 
edilir. Muhtâr olan da budur. Yapılmasında güçlük olduğu zemân, kendi mezhebi 
kolaylık gösteriyorsa veyâ yapılmasını afv ediyorsa, başka mezhebi taklîd etmeğe 
lüzûm kalmaz). (Hadîka)nın ikiyüzonbirinci sahîfesinde, 
(Hüsn-üt-tenebbüh fit-teşebbüh) kitâbından alarak diyor ki, (Bir kimsenin 
nefsi, kolaylıkları yapmak istemezse, bunun azîmetleri bırakıp, ruhsatla amel 
etmesi efdal olur. Fekat ruhsatla amel etmek, ruhsatları araşdırmağa yol 
açmamalıdır. Çünki nefse, şeytâna uyarak, mezheblerin kolay yerlerini araşdırıp 
toplamak, ya’nî (Telfîk) etmek harâmdır.] 
Müşriklerin 
kendileri pis olsaydı, îmân edince, temiz olmamaları lâzım gelirdi. O hâlde, 
onlara pis denilmesi, kalblerinin pis olduğunu bildirmek içindir. Îmân edince, 
bu pislik gider, temiz olurlar. İ’tikâdlarının, kalblerinin pis olması, 
bedenlerinin pis olması demek değildir. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin pis 
olduğunu haber vermekdedir. Haberi değişdirmek olmaz. Emrde ve yasakda 
değişiklik yapılabilir. Bir şeyin nasıl olduğunu haber vermekde değişiklik 
yapılmaz. [(Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken diyor ki, (Allahü teâlâ, 
emr ve yasakları bildiren yirmi âyet-i kerîmede nesh, değişiklik yapmışdır). 
Kısasda ve haberlerde nesh yapmamışdır.] Haber değişmediği için, müşriklerin her 
zemân pis olması lâzım olur. Bu da, müşriklik, i’tikâd pisliğidir. Böylece, ana 
bilgiye uygun tefsîr yapılmış olur. Bilgiler çatışmaz. Kâfirlere ve onların 
eşyâsına dokunmak harâm olmaz. Birgün, bunları anlatırken, meâl-i şerîfi, 
(Ehl-i kitâbın, ya’nî yehûdî ve nasârânın pişirdiklerini, kesdiklerini yimeniz 
halâldir) olan, Mâide sûresinin beşinci âyetini okumuşdum. Siz, halâl olan, 
buğday, nohud ve mercimekdir demişdiniz. Bugün, bu hâle düşen müslimânlardan 
biri, bu sözünüzü beğenirse birşey diyemem. Fekat insâf edilirse, sözün doğrusu 
meydândadır. O hâlde, müslimânlara merhamet edip, kâfirlerin pis olduğunu 
anlamamalı ve kâfirlerle karışan, alış veriş eden müslimânları, pis 
bilmemelidir. Böyle müslimânları, pis oldu sanarak, bunların yemek ve 
içmelerinden sakınmamalı, müslimânlardan kaçınmak, ayrılmak yoluna sapmamalıdır. 
Bu hâl, ihtiyât değildir. Bu hâlden kurtulmak, ihtiyâtdır. Başınızı fazla 
ağrıtmıyayım. 
Beyt: 
 
Az söyledim, dikkat etdim, kalbini 
kırmamağa, 
Çekindim kalb kırmakdan, yoksa sözüm çokdur sana! 
  
Selâm ederim. 
  
Sabâh düâsı: 
(Allahümme 
mâ esbaha bî min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke 
leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr). 
111.ci sahîfeye bakınız! 
  
Gizlendi güneş artık, oldu her 
taraf zındân, 
görmek istiyor gözüm, durmadan, yorulmadan, 
nerde o Işık gelsin! Hiç olmazsa ırakdan, 
aydınlatsın çehremi, bakışlariyle bir an, 
  
Ne olurdu yâ Rabbî! Onu hep 
görebilsem, 
gönlüme sürûr veren, sözlerini duyabilsem, 
gözlerine bakmağa, yine doydum diyemem, 
o hüsn-i cemâlini, bir milyon kerre görsem, 
  
Nice zulmetleri hep, aydınlatdı bu 
Işık, 
rûhlara hayât veren, şuâ’ları ne de şık, 
Düşdüm zulmete, nerde aradığım bu Işık? 
imdâdıma gel artık, yolum karmakarışık. 
  
Kalbim râhatlıyor pek, sizi her ân 
andıkça, 
bakışların gel diyor, hayâlin canlandıkça. 
O eski hâtıralar, göz önüne geldikçe, 
diyorum gelsin artık, nerde kaldı bu Işık? 
  
Tâli’ gülmedi bana, çabuk kaçırdım 
sizi, 
mâziye karışdırdı, tatlı günlerimizi, 
yakdı bu hasret artık, kül etdi bendenizi, 
gelsin diyorum gelsin! gelsin artık bu Işık! 
  
Gitdi gideli beri, beni üzüntü 
aldı, 
her zerrede bir neş’e, bir parlak ışık vardı. 
Ne çâre kaldım yalnız, felek elimden aldı, 
bu virâne zındânda, bir garîb (Ahmed) kaldı.  
                                                |