31 -
İKİNCİ CİLD - 67.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb,
Hân-ı Hânân-ı cihâna yazılmış olup, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve islâmın beş
şartını ve günâhlardan tevbe etmeği bildirmekdedir:
Mektûbuma
Besmele ile başlıyorum. [Ya’nî, dünyâda, bütün insanlara fâideli şeyleri yaratıp
göndermekle merhamet eden ve âhıretde, Cehennemi hak etmiş olan mü’minleri, afv
ve inâyet buyuran, mahlûkâtı yaratan ve her ân varlıkda durduran ve korku ve
dehşetden muhâfaza buyuran Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile, bu mektûbu yazmağa
başlıyorum.] Onun seçdiği, beğendiği iyi insanlara selâmetler olsun!
[İbni Âbidîn,
birinci cild, altıncı sahîfede buyuruyor ki, (Hayvan keserken, av hayvanına ok
atarken, ava ta’lîm edilmiş köpeği gönderirken, (Bismillâh) veyâ
(Allahü ekber) demek vâcibdir. Besmeleyi temâm söylemek de olur. Her
rek’atde, Fâtihadan önce, Besmele çekmek vâcib diyenler vardır. Fekat, sünnet
olduğu dahâ doğrudur. Abdest almağa, yimeğe, içmeğe ve her fâideli işe
başlarken, Besmele çekmek sünnetdir. Fâtiha ile sûre arasında Besmele çekmek,
câiz veyâ müstehabdır. Yürümeğe, oturmağa, kalkmağa başlarken okumak mubâhdır.
Avret yerini
açarken, necâset bulunan yere girerken ve Berâe sûresini, evvelki sûreye bitişik
okurken ve sigara içmeğe ve bunun gibi, fenâ kokulu şeyleri, meselâ soğan,
sarmısak gibi şeyleri yimeğe [ve sakal traşı olmağa başlarken], Besmele çekmek
mekrûhdur. [Sigaranın, soğan ve sarmısak gibi fenâ kokulu şeylere benzetilmesi,
tütünün, bu şeyler gibi, tab’an mekrûh olduğunu, şer’an mekrûh olmadığını
göstermekdedir.] Harâm işlemeğe başlarken çekmek, harâmdır. Hattâ, kat’î harâm
olan şeye, bile bile, Besmele çeken kâfir olur dediler. Kur’ân-ı kerîm niyyeti
ile, cünübün Kur’ân-ı kerîm okuması harâmdır.
Hamd etmek,
nemâzda vâcib, hutbede ve her düâdan önce ve yimekden, içmekden sonra sünnetdir.
Her hâtırladıkca söylemek mubâhdır. Pis yerlerde söylemek mekrûh, harâm
yidikden, içdikden sonra söylemek, harâmdır ve belki, küfre sebeb olur.)].
Lutf ederek
göndermiş olduğunuz kıymetli mektûbunuz geldi. Allahü teâlâya hamd ve şükrler
olsun ki, şübhelerin artdığı şu zemânda, hiçbirşeye ihtiyâcı olmıyan sizin gibi
bahtiyârlar, temiz mayalarının îcâbı olarak, hiçbir münâsebet olmadığı hâlde,
bir köşede kalmış, unutulmuş olan bu fakîrleri düşünmekle, iltifât buyuruyor ve
bu tâifeye îmân ediyorsunuz. Ne büyük ni’metdir ki, çeşidli meşgûliyyet ve
bağlılıklarınız, sizleri bu devletden alıkoymamış ve dağınık işleriniz, onlara
muhabbetinize mâni’ olmamış. Bu büyük ni’metin şükrünü yerine getirmelisiniz ve
(El mer’ü me’a men ehabbe), ya’nî, (Herkes, âhıretde, dünyâda iken
sevmiş olduğu kimselerle berâber bulunacakdır) hadîs-i şerîfinden ümmîdli
olmalısınız!
Ey kıymetli ve
bahtiyâr insan! Yetmişüç fırka içinde, Cehennemden kurtulan, yalnız (Ehl-i
sünnet vel-cemâ’at) fırkasıdır. Her müslimân, Ehl-i sünnet i’tikâdını
öğrenmeli, îmânını buna göre düzeltmelidir. Asrlardan beri dünyâya yayılmış olan
müslimânların çoğu, Ehl-i sünnet idi. [Gelmiş olan yüzbinlerle Ehl-i sünnet
âlimlerinin, milyonları aşan kitâbları, dünyânın her tarafına, islâmiyyeti
yaymış, tanıtdırmışdır. Cehennemden kurtulmak istiyen, bu doğru kitâbları bulup,
okuyup i’tikâdını düzeltmelidir.] Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı
olan i’tikâda uymıyan fenâ, bozuk i’tikâdlar, îmânlar, ya’nî bunlara gönül
bağlamak, gönlü öldüren bir zehrdir. İnsanı sonsuz ölüme, ebedî azâba götürür.
Amelde, ibâdetlerde tenbellik, gevşeklik olursa, afv olunabilir. Ammâ, i’tikâdda
gevşek davranmak afv olunmaz. (Şirki, ya’nî küfrü, aslâ afv etmiyeceğim.
Diğer bütün günâhları, istediğim kimselerden afv ederim!) meâlindeki âyet-i
kerîme meşhûrdur.
Ehl-i sünnet
i’tikâdını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre i’tikâdı düzeltmelidir. Hak
teâlâdan, yalvararak, bu i’tikâd üzere dâim olmayı istemelidir.
Biliniz ki,
Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi
ile var olmuş, Onun yaratması ile yoklukdan varlığa gelmişdir. O, sonsuz olarak
var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz.
Ondan başka herşey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yaratdı. Kadîm ve
ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur,
ya’nî yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî, varlığı lâzım olan, yalnız Odur.
İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka herşeyin var olmasına lüzûm
yokdur. Olsalar da olur, olmasalar da. Ondan başka hiçbirşey, ibâdet olunmağa
lâyık değildir.
Allahü teâlânın
kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, İrâde,
Kelâm ve Tekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları
Zât-i ilâhî iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydâna
gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı
şeylerin sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni’ olmaz.
Felsefeciler, yalnız akla güvendiklerinden, aklları da noksân olduğundan,
müslimânlardan mu’tezile fırkası da, iyi göremediğinden, eşyâ hâdis olduğu için,
bunları var eden ve idâre eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu sûretle
kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi, inkâr etdiler. İlm sıfatı, zerrelere kadar
işlemez. Ya’nî, Allahü teâlâ, ufak tefek şeyleri bilmez. Çünki, eşyâdaki
değişiklikler, ilm sıfatında değişiklik yapar. Kadîm olanda ise, değişiklik
olamaz, dediler. Hâlbuki bilmediler ki, sıfatlar ezelîdir. Bunların eşyâya
te’allukları, bağlantıları hâdisdir.
Noksân
sıfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cismlerin, arazların, ya’nî
hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır.
Allahü teâlâ, zemânlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde,
bir tarafda değildir. Zemânları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Birşey
bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı
da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır.
Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zemân var olana, yer olabilir mi?
Yalnız şu kadar var ki, Arş, mahlûkların en şereflisidir. Herşeyden dahâ sâf ve
dahâ nûrludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada
görünür. Bunun içindir ki, ona (Arşullah) denir. Yoksa, Allahü teâlâya
göre, Arş da, diğer eşyâ gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur. Yalnız Arş, ayna
gibidir. Diğer eşyâda bu kâbiliyyet yokdur. Aynada görünen bir insana, aynanın
içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti, karşısında bulunan diğer
eşyâya olan nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münâsebeti aynıdır. Yalnız,
ayna ile diğer eşyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini gösterebiliyor,
diğer eşyâ ise, göstermiyor.
Allahü teâlâ,
madde değildir, cism değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir.
Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi’) ya’nî geniş deriz. Fekat; bu
genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir.
Ya’nî herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi
değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımız
gibi değil! Onun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız.
Fekat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır,
deriz. Allahü teâlâ, hiçbirşeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de Onunla
birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, birşeye hulûl etmez. Allahü teâlâ,
ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri,
eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler
gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz.
Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fekat
kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden
münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda,
Onu anlıyanlar, O vardır diyip kesdiler
sözü.
Allahü teâlânın
ismleri, (Tevkîfî)dir. Ya’nî dînin sâhibinin bildirmesine mevkûfdur,
bağlıdır. İslâmiyyetin söylediği ismi söylemelidir. İslâmiyyetin bildirmediği
ism söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel ism olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir.
Çünki islâmiyyet, Cevâd demekdedir. Fekat, yine cömerd ma’nâsında olan (Sahî)
ismi söylenemez. Çünki islâmiyyet, Ona sahî dememişdir. [Şu hâlde, tanrı da
denemez. Hele ibâdet ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok
günâh olur.]
Kur’ân-ı kerîm
Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, islâm harflerinin ve seslerinin içine
sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermişdir. Bununla kullarına
emrlerini, nehy [ya’nî yasak]lerini bildirmişdir.
Biz mahlûklar,
[buğazımızdaki ses iplikcikleri], dil ve damağımız ile konuşuyor, arzûlarımızı
harf ve ses şeklinde meydâna çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil
olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına
göndermişdir. Emrlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydâna çıkarmışdır. Her
iki kelâm da Onundur. Ya’nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-ı
nefsî)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelâm-ı lafzî)si hep Onun
kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî
kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz demek,
ya’nî kelâm gibi demek, yanlışdır. Çünki, mecâz olan şeyler red edilebilir.
Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek,
küfrdür. Evvelce gelen Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilen kitâblar ve sahîfeler de, hep Allah kelâmıdır. O
kitâblarda ve sahîfelerde ve Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı
ilâhî)dir. Her vakte uygun olan hükmleri, o zemânın insanlarına göndermiş ve
onları bunlardan mes’ûl tutmuşdur.
Allahü teâlâyı
mü’minler Cennetde, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmıyarak ve nasıl olduğu
anlaşılmıyarak ve ihâtasız, ya’nî bir şeklde olmıyarak görecekdir. Allahü
teâlâyı âhıretde görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünki, Onu
görmeği akl anlıyamaz. İnanmakdan başka çâre yokdur. Felsefecilere ve mu’tezile
ismindeki müslimânlara ve Ehl-i sünnetden başka bütün fırkalara yazıklar olsun
ki, kör olduklarından, buna inanmakdan mahrûm kaldılar. Görmedikleri,
bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine
kavuşamadılar. [Allahü teâlâ, dünyâda kendini göstermedi. His uzvları ile
anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmetdir. Görülseydi, kötü
kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr ve gadab-ı ilâhîye sebeb
olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görürdü. Dünyâda râhat, huzûr
kalmazdı.]
Allahü teâlâ,
insanları yaratdığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fenâ
şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fekat, iyi işlerden râzıdır,
beğenir. Fenâlardan râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi
ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak
adlandırmak edebsizlik olur. Kötülüklerin yaratıcısı dememelidir. İyi ve kötünün
yaratıcısıdır demelidir. Meselâ, herşeyin hâlıkıdır demeli. Fekat, pisliklerin
veyâ domuzların hâlıkı dememelidir. Ona karşı edeb, böyle olur. Mu’tezile
fırkası [ve ba’zı sapık kimseler] ne kadar bayağı düşünüyor! İyi, kötü her
işini, insan, kendi yaratır diyor. Akl da, din de bunun yanlış olduğunu
gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, ya’nî Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” insanın, yapdığı işde, kendi kuvveti de te’sîr ediyor
dedi ve bu te’sîre (Kesb) ismini verdiler. Çünki, elin titremesi ile,
istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve
kesbi karışmıyor. İhtiyârî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar
karışmaları, süâle ve cezâya sebeb olmakda, insan, sevâb veyâ günâh
kazanmakdadır. İnsanların kudret ve ihtiyârına inanmıyan, insanları âciz ve
mecbûr zan eden, din âlimlerinin sözlerini anlamamışdır. Bu büyüklerin insanda
kudret ve irâde var demeleri, insan her istediğini yapar ve istemediklerini
yapmaz demek değildir. Böyle olmak kullukdan uzakdır. Büyüklerin sözü, insanlar,
emr olunan şeyleri yapabilir demekdir. Meselâ, beş vakt nemâz kılabilir. Malın
kırkda birini zekât verebilir. Oniki ayda, bir ay oruc tutabilir. Yol ve yiyecek
parası olan, ömründe bir kerre hac yapabilir. Bunlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyenin
hepsini yapabilir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, insanların
za’îfliğine ve kuvvetlerinin azlığına göre, bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay
olanları emr etmişdir. (Allahü teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük
istemiyor) ve (Allahü teâlâ sizlere hafîf, kolay emr etmek istiyor.
İnsanlar, za’îf, kuvveti az yaratılmışdır) meâlindeki âyet-i kerîmeler
meşhûrdur.
[Dinde harac,
zorluk yokdur, demenin ma’nâsı da budur. Ya’nî, Allahü teâlâ kolaylık emr
etmişdir, demekdir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor
gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri râhat ve kolay ve keyfine göre değişdirsin
demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik yapmak, küfrdür, dinsizlikdir.]
Peygamberler
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş
insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru,
se’âdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâ’vetlerini kabûl edenlere,
Cenneti müjdelemişler, inanmıyanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların
Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yokdur.
Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır “sallallahü aleyhi ve selleme
aleyhi ve aleyhim ecma’în”. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükden
kaldırmışdır. Onun kitâbı, geçmiş kitâbların en iyisidir. Onun dîni kıyâmete
kadar bâkîdir. Kimse tarafından değişdirilmiyecekdir. Îsâ “aleyhisselâm” gökden
inecek, Onun dîni ile amel edecek, ya’nî Onun ümmeti olacakdır.
[Ba’zı
kimseler, din, zemâna göre değişir, islâm ahkâmı tefessüh etmiş, eskimişdir.
Asrımızın îcâblarını karşılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zemânla
değişir. Fekat bunu, sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ değişdirir. Nitekim Âdem
aleyhisselâmdan beri, çok kerre değişdirmiş ve en son olarak ve kıyâmete kadar
bütün îcâbları, ihtiyâcları karşılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak,
Muhammed aleyhisselâmın dînini göndermişdir. Zevallı insanlar, Allahü teâlânın
mükemmel dediği dinden dahâ iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanûnları
da, zemânla değişir. Fekat, bunu ancak millet meclisleri değişdirebilir. Her
bekçi ve çoban değil! (Mecelle)nin otuzdokuzuncu maddesinde ve şerhinde
diyor ki, (Ahkâm zemânla değişir. Örf ve âdete tâbi’ olan ahkâm değişir. Nass
ile anlaşılan ahkâm zemânla değişmez.)]
Muhammed
aleyhisselâmın kıyâmetden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabr azâbı,
kabrin ölüyü sıkması, kabrde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin süâl sorması,
kıyâmetde herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından
çıkıp dağılacakları, küre-i Erdın, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan
çıkması, mahşer yerine toplanması, ya’nî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet
gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmetde süâl ve hesâb ve
dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her a’zânın şehâdet
etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol tarafdan verilmesi
ve iyiliklerin ve günâhların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır,
doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân
edecekdir. Oradaki terâzî, bilinmiyen bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi
dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîfdir.
[Orada yer çekimi kuvveti yokdur.]
Orada önce
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sonra sâlih kullar ya’nî Evliyâ-i
kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Allahü teâlânın izni ile, günâhı
çok olan mü’minlere şefâ’at edecekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden büyük günâhları olanlara şefâ’at edeceğim).
Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip,
Cennete gidecekdir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.
[Sırât köprüsü
deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için,
imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi
buradan geçdiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiçbir
tarafı yokdur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip,
yuvarlananlar da olur. Fekat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân
köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes
geçecek, ba’zıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacakdır. Fekat, bu köprü ve
buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi
değildir. Bunlara hiç benzemez.]
Mü’minlere
mükâfât ve ni’met için hâzırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için
hâzırlanmış olan Cehennem [şimdi] vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yokdan
var etmişdir. [Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrâr yaratıldıkdan sonra] ebedî
olarak varlıkda kalacaklar, hiç yok olmıyacaklardır. Süâl ve hesâbdan sonra,
mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç
çıkmıyacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz
kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması
câiz değildir. [İbni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr
etmekdedir.] (Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım
olunmıyacakdır) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar
îmânı bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları
kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar.
Kâfirlerin yüzleri ise, siyâh yapılır. Mü’minleri Cehennemde zincirlere
bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın
hurmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.
Melekler,
Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emrlerine ısyân etmeleri
câiz değildir. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yokdur. Doğurmazlar,
çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan ba’zılarını peygamber olarak seçmişdir.
[Diğer meleklere] Vahy [haber] götürmek vazîfesi ile şereflendirmişdir.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmat” kitâblarını ve sahîfelerini
getiren bunlardır. [Meselâ En’âm sûresini Cebrâîl “aleyhisselâm” ile birlikde
yetmişbin melek getirmişdir.] Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz,
aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şübheli,
ihtimâlli değildir. Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden
korkudadır. Kendilerine verilen emrleri yapmakdan başka işleri yokdur.
|