| 
 
    
31 -  
İKİNCİ CİLD - 67.MEKTÛB
      
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
ÎMÂN: 
 
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü 
aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demekdir. [Her 
lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler, 
îmândan değildir. Fekat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı 
a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki îmân, 
kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. İnanmanın azı, çoğu 
olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Îmânın 
kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. İbâdet çok 
olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin 
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları 
ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmışdır. Diğer mü’minlerin îmânları 
oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de, 
birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka dürlü olmuşdur. Sanki aralarında 
benzerlik yokdur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler 
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile ortakdır. Fekat, başka kıymetler, 
üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmışdır. İnsanlıkları, sanki başka 
dürlü olmuşdur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan dahâ yüksek insandırlar. Belki, 
insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir. 
İmâm-ı a’zam 
Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette mü’minim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfi’î 
“aleyhirrahme” ise (Ben inşâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de 
doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette mü’minim) demelidir. Son 
nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü’minim) der. Fekat, burada da, 
şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir. 
Mü’minin, büyük 
dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. İşitdiğime göre, İmâm-ı 
a’zam, Bağdâdın büyük âlimleri ile, bir yerde oturmuşlardı. Biri gelip dedi ki: 
(Bir mü’min, babasını haksız olarak öldürse, (ve sonra şerâb içerek) serhoş olsa 
ve zinâ etse, îmânı gider mi?). İşiten âlimlerin hepsi, o mü’mine kızdı. Bunu 
sormağa lüzûm yok! Îmânı elbet gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı a’zam 
“aleyhirrahme” buyurdu ki, (O kimse yine mü’mindir. Günâh işlemekle, îmânı 
gitmez). Âlimler, bu cevâbı beğenmeyip, İmâm-ı a’zama dil uzatdılar. Sonra, İmâm 
sözünü isbât edince, hepsi kabûl etdi. Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi 
buğazına gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü 
teâlâ, tevbeyi kabûl edeceğini va’d buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine 
kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse 
günâhlarının hepsini afv ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ 
sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb yapar. Fekat sonunda kurtularak, yine 
Cennete girer. Çünki, âhıretde merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre 
kadar îmânı olan, rahmete kavuşacakdır. Eğer günâhlarından dolayı önceleri 
rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır. 
[Onbirinci maddeye bakınız!] Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, 
doğru yolu gösterdikden sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, 
bizleri koru! Bizlere merhamet et! Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât 
karanlığından ancak sen koruyabilirsin! 
Ehl-i sünnet 
âlimlerine “Allahü teâlâ onların çalışmasına bol bol mükâfât versin!” göre 
halîfelikden konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Ya’nî îmâna bağlı 
birşey değildir. Fekat, ba’zıları bunda taşkınlık yapdığından, [hoca şekline 
giren, çenesi kuvvetli birkaç câhil, kendilerine âlim deyip, sözleri ile, kitâb 
ve mecmû’aları ile, iftirâ ederek, müslimânları zehrlediklerinden], doğru 
müslimânların âlimleri, halîfeliğe âid bilgileri, kelâm ilmine, ya’nî îmân 
bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan 
Muhammed Mustafâdan sonra “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” 
müslimânların halîfesi, ya’nî Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” vekîli ve 
müslimânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. Ondan sonra, halîfe 
Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”. Ondan sonra, Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü 
anh”, ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü anh”. Bu dördünün üstünlük 
sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. Bunlardan Şeyhaynın [ya’nî ilk 
ikisinin], diğer ikisinden dahâ üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i 
ızâmın hepsi söylemişdir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız bildirmekdedir. 
Meselâ imâm-ı Şâfi’înin “aleyhirrahme” sözü meşhûrdur. Ehl-i sünnetin 
reîslerinden olan Ebül-Hasen-i Eş’ârî buyuruyor ki, (Şeyhaynın, diğer bütün 
ümmetden üstün olduğu muhakkakdır. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ inâdcıdır). 
İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Beni, Ebû Bekr ile Ömerden 
“radıyallahü anhümâ” üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri 
gibi, onu döverim). Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye-tüt-tâlibîn) 
kitâbında buyuruyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
(Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe 
olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! 
Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) 
Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine buyurdu ki, Alî “radıyallahü anh” 
dedi ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bana buyurdu ki: (Benden 
sonra halîfe Ebû Bekr olacakdır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan 
sonra da sen “radıyallahü anhüm” 
olacaksın!). 
İmâm-ı Hasen, 
İmâm-ı Hüseynden dahâ üstündür “radıyallahü anhümâ”. Ehl-i sünnet âlimleri 
“rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyurdu ki: İlmde ve ictihâdda Âişe “radıyallahü 
anhâ”, Fâtımadan “radıyallahü anhâ” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî “radıyallahü 
anh”, (Gunye) kitâbında diyor ki, (Âişe “radıyallahü anhâ” dahâ 
üstündür). Bu fakîre göre ise, ilmde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan 
kesilmekde ise, Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımaya 
(Betûl) [ya’nî çok temiz] demişlerdir “radıyallahü anhümâ”. Âişe 
“radıyallahü anhâ” ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti öğretirdi. Eshâb-ı kirâm, 
bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi. 
Eshâb-ı kirâm 
“aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeler, meselâ Deve vak’ası ve Sıffîn vak’ası, 
iyi niyyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzûları ile, inâd ve 
düşmanlık ile değildi. Çünki, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber 
efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde ve mubârek nazarları 
karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamışdı. Bunların 
sulhları da, ayrılık ve muhârebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına 
göre hareket etmişdir. İctihâdlarına uymıyanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, 
onlardan ayrılmışdır. İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet 
etmiyenlere de, bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp 
yanılanlarına da, doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünki, bunlar da, 
sevâb kazanmışdır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde Emîr 
[ya’nî Alî] “radıyallahü anh” haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar doğru değildi. 
Fekat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu 
muhârebelerde Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. 
Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünki, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar). 
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eshâbıma dil 
uzatmakdan sakınınız!). Görülüyor ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve 
sellem” Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hurmetle, iyilikle 
söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız! 
Onların birbirleri ile olan muhârebelerini, başkalarının sulhlarından dahâ iyi 
bilmelidir. Kurtuluş yolu budur. Çünki, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber 
efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevmekden ileri gelir. Onlara 
düşmanlık, Ona düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh” 
buyurdu ki: (Eshâb-ı kirâma hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma 
îmân etmiş olmaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.)]. 
[Âlûsî, 
(Gâliyye) kitâbında diyor ki, (Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı 
övmekdedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde 
olanlardan râzı olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak mü’min olarak 
öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan 
râzı olduğunu bildirmesine imkân yokdur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i 
kerîmeler, onların âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted 
olduklarını söyliyenleri red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli 
olduklarını bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek 
çokdur. Bunların meşhûrlarından biri, Dârimînin ve İbni Adînin bildirdikleri 
(Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz!) 
hadîs-i şerîfidir). Ahmed Nâmıkî Câmînin “rahmetullahi aleyh” (Üns-üt-tâibîn)
kitâbı fârisîdir. Rızâ şâh zemânında Tahranda basılmış olanın kırkdördüncü 
sahîfesinde, dört halîfe ismleri ile yazılarak herbiri ve Eshâb-ı kirâmın hepsi 
çok övülmekde ve hepsini sevmemiz lâzımdır demekdedir. Eshâb-ı kirâmın 
“aleyhimürrıdvân” kıymetini, büyüklüğünü bilemiyen, bu büyükleri kendileri gibi 
sanıp, kötüleyen sapıklara çok şaşılır. Cehenneme gidecekleri bildirilen, 
yetmişiki bid’at fırkasının en kötüsü bunlardır. Bunlar, hazret-i Alînin 
“radıyallahü anh” izinde gidiyoruz diyerek, müslimânların çok sevdiği, mubârek
(Alevî) ismini kendilerine takıyorlar. İslâm düşmanlığını bu mubârek 
ismin maskesi altında yapıyorlar. Şunu iyi bilmelidir ki, (Alevî) ismini 
taşıyan kimseler iki kısmdır. Biri, müslimân ismini taşıyan sinsi islâm 
düşmanlarıdır. Bunların ismine aldanmamalıdır. İkinci kısm (Alevîler), 
hazret-i Alîyi seven hakîkî müslimânlardır. Yalancı alevîler, temiz gençleri 
aldatıyorlar. [m. 1958] de, İstanbulda türkçe basdırdıkları (Hüsniyye) 
ismli bir kitâbdaki, uydurma hikâyeleri, câhiller ve en çok köylü kadınlar 
arasına yayarak, islâm büyüklerini kötüliyorlar. Bu kitâbın, Mürtezâ adındaki 
bir yehûdî tarafından arabî olarak yazıldığı, (Tuhfe) kitâbında 
bildirilmekdedir. Sonra, İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfînin fârisîye 
terceme etdiği ve 958 [m. 1551] de öldüğü (Esmâ-ül müellifîn)de 
yazılıdır. (Eshâb-ı Kirâm)da ve (Hak Sözün Vesîkaları)  
kitâbındaki (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risâlesinde o bozuk yazılar, çirkin 
iftirâlar, vesîkalarla çürütülmüş, Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardeşi Radî bin 
Tâhir de, [406] da Bağdâdda ölmüşdür. Türkçe (Menâkıb-i Çihâr yâr-ı güzîn)
kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır. Bu kitâb, 1998 de 
İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından basdırılmışdır. 
Hurûfî denilen 
sapıkların i’tikâdda ve amelde birçok noktaları, Ehl-i sünnetden ayrılıyor ise 
de, bunların taşkınlık yapanları, kâfir olmakdadır. Bunlar, yok olmak üzere 
iken, içlerinden, şâh İsmâ’îlin devlet kurması ile, çoğaldılar. Memleketimize de 
sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulaşmış ve birçok ma’sûmlar bu sârî 
hastalığa yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmişdir. Cenâb-ı Hak, bizleri, Ehl-i 
sünnetin doğru, temiz i’tikâdından ayırmasın. Müslimânlar arasında bölücülük 
yapan vehhâbîlik ve kızılbaşlık tehlükesinden muhâfaza buyursun! Âmîn. 
(Tuhfe-i isnâ aşeriyye) başında diyor ki: Bu sapık inanışı kuran, Abdüllah 
bin Sebe’ adında Yemenli bir yehûdîdir. Sen tanrısın dediği için hazret-i Alî 
bunu Medâyine sürdü. [Bunun yehûdî olduğu, 34 [m. 654] senesinde Mısrdan 
Medîneye gelip, müslimân olduğunu söylediği, (Müncid)de yazılıdır.] Bu 
dalâlet fırkası, her asrda başka bir hâl almış, şâh İsmâ’îl zemânında, belli bir 
şekle sokularak, kitâblar yazılmışdır. Şî’îlik, hazret-i Alî zemânında kuruldu. 
İnsanlar arasında yayılması dahâ sonra başladı. Hicretin altmış senesinde 
(Kîsâniyye), altmışaltı senesinde (Muhtâriyye) ve yüzdokuz senesinde
(Hişâmiyye) fırkaları ortaya çıkdı ise de, tutunamadılar, yok oldular. 
Asrlar boyunca müslimânları doğru yoldan ayıran (Zeydiyye) fırkası, 
yüzoniki senesinde ve öteki fırkaların hepsi dahâ sonra meydâna çıkdı. 
Müslimânlar arasında bölücülük yapan bid’at fırkalarının birkaçı Eshâb-ı kirâm 
zemânında ortaya çıkmış, diğerlerinin ortaya çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek 
müslimânlar arasına yayılması, Eshâb-ı kirâmın hepsinin ölümünden sonra 
olmuşdur. Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grubda toplanmakdadır: 
1) 
(Tafdîliyye), hazret-i Alî, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar. 
2) 
(Sebbiyye), Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kâfir oldular, 
diyorlar. Bunları sebb ediyorlar. Ya’nî kötülüyorlar. 
3) (Gulât),
hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” tanrıdır diyorlar. (Sebeiyye)
ve (Nusayriyye) fırkaları böyledir. İbâdet etmezler. Bu fırkayı, 
Abdüllah bin Sebe’ ismindeki bir yehûdî kurmuşdur. 
Bunlar, her 
zemân, hazret-i Alînin ve hazret-i Abbâsın “radıyallahü anhümâ” torunlarından 
birinin etrâfına toplanıp çeşidli fırkalara ayrıldılar. İmâm-ı Zeynel’âbidîn 
vefât edince, çoğu bunun oğlu Zeydin yanında toplandı. Emevî hükümdârı Hişâm bin 
Abdülmelik tarafından Irâk vâlîsi olan Yûsüf-i Sekafî ile harb etmeğe 
giderlerken, bir kısmı Zeydden ayrıldı. Zeyd bunlara (Râfizî) dedi. 
Kendileri ise (İmâmiyye) adını aldılar. Zeydin yanında kalanlara 
(Zeydî) denildi. Her ikisi de, (Resûlullahdan sonra hilâfet oniki imâmdadır) 
dediler. 
(Oniki 
imâm): 
Alî bin Ebî Tâlib, Hasen, Hüseyn, Zeynel’âbidîn, 
Muhammed Bâkır, Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Alî Rızâ, Muhammed Cevâd Takıy, Alî 
Nakıy, Hasen Askerî Zekiy ve Muhammed Mehdîdir. Bu oniki imâmın çeşidli 
oğullarına bağlanarak başka başka fırka oldular. Bugün, çoğu imâmiyye olup üç 
ana inançdan birincisinde iseler de, inançlarında, zemânla çeşidli değişiklikler 
olmuşdur. Bunlar, şimdi kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferîler 
hakkında, kitâbın sonundaki ism cedvelinde, (Ca’fer-i Sâdık) kelimesinde 
uzun bilgi vardır]. 
Muhbir-i sâdık 
[ya’nî hep doğru haber verici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet 
alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zemân 
güneş, âdet dışı olarak garbdan doğacakdır. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân” 
çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve 
Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacakdır. 
[(Huccet-ullahi 
alel’âlemîn)de diyor ki, (Ye’cûc ve Me’cûc denilen kimseler, Nûh 
aleyhisselâmın oğlu Yâfesin soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, 
kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Cin ve 
insanların adedlerinin onda dokuzu Ye’cûc ve Me’cûcdur. Arkasında kaldıkları 
seddi hergün oyarlar. Gece eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca 
insanlara saldırırlar. İnsanlar şehrlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları 
bitirirler. Nehrleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı düâ ederler. 
Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek 
çoğalırlar. Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır). (Ye’cûc)
ve (Me’cûc) çok eski zemânda, bir dıvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete 
yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur’ân-ı kerîmde haber 
verilmişdir. Arkeolojik araşdırmalar, yer altında kalmış şehrleri, dağ 
tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o dıvârın bugün meydânda 
bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü 
milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydâna geldi ise, o iki milletin de, bugün 
nerde oldukları bilinemiyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları 
düşünülebilir]. 
(Dabbetülerd) 
denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman 
kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından düâ 
edip, (Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!) diyecekdir. 
Alâmetlerin sonuncusu, bir ateşdir ki, Adenden çıkacakdır. [Aden, Yemendedir.] 
Hindistânda birisi, Mehdî olduğunu iddi’â etmişdi. Mezârı da Fere şehrinde imiş. 
Meşhûr, hattâ ma’nâsı tevâtür derecesine varmış birçok hadîs-i şerîfler 
böylelerinin bu i’tikâd ve sözlerini yalanlamakdadır. [Memleketimizde de, ba’zı 
câhiller, tesavvuf kitâblarından terceme ederek söyliyen ve yazan kimselere 
Mehdî diyor. Bunları, kendisi yazıyor sanıyorlar.] Hâlbuki birçok hadîs-i 
şerîflerde buyuruldu ki, (Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacakdır. 
Bulutdan bir melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz!) diyecekdir. Bir hadîs-i 
şerîfde buyuruldu ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne [ya’nî, o 
zemân bilinen memleketlerin çoğuna] dört 
kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, 
Zülkarneyn ile Süleymân “aleyhimesselâm” idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile 
Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, ya’nî Mehdî 
de, mâlik olacakdır). 
Bir hadîs-i 
şerîfde buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan 
birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi 
gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken, onun 
zemânında adl ile dolar). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Eshâb-ı 
Kehf, hazret-i Mehdînin yardımcıları olacakdır ve Îsâ “aleyhisselâm” bunun 
zemânında gökden inecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccâl ile harb ederken, 
hazret-i Mehdî, onunla berâber olacakdır. Bunun hükümdârlığı zemânında, her 
zemânkinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramezân-ı şerîfin 
ondördüncü günü güneş tutulacakdır ve birinci gecesinde ay tutulacakdır). O 
hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler, [câhillerin, Mehdî zan etdikleri 
kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır, yok mudur. Hazret-i Mehdînin dahâ birçok 
alâmetlerini, Muhbir-i sâdık “aleyhissalâtü vesselâm” haber vermişdir. Ahmed 
ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar fî alâmâtil-Mehdî) 
ismindeki kitâbında, hazret-i Mehdînin ikiyüze yakın alâmetlerini yazmışdır. 
Geleceği bildirilen Mehdînin alâmetleri meydânda iken, başkalarını Mehdî 
sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara, doğruyu görmek nasîb eylesin! 
[Celâleddîn-i Süyûtînin (Cüz’ün minel-ehâdis vel-âsâr-il-vâride-ti fî 
hakk-ıl-Mehdî) kitâbında da hazret-i Mehdînin alâmetleri bildirilmekdedir]. 
Peygamberimiz 
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benî İsrâîl, yetmişbir fırkaya 
ayrılmışdı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuşdur. 
Nasârâ da, yetmişiki fırkaya ayrılmışdı. Yetmişbiri Cehenneme gitmişdir. Bir 
zemân sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi, 
Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur). Eshâb-ı kirâm, bu bir 
fırkanın kimler olduğunu sordukda, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve 
Eshâbımın gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. [Bu hadîs-i şerîfin dört 
(Sünen) kitâbında bulunduğu (Milel-Nihâl) tercemesinde yazılıdır.] O 
kurtulan fırka, Ehl-i sünnet velcemâ’atdir ki, insanların en iyisinin 
“sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmışlardır. Yâ Rabbî! Bizleri, Ehl-i 
sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bildirdiği îmândan, i’tikâddan 
ayırma! Onlarla birlik olduğumuz hâlde, bu dünyâdan çıkar! Bizi onlarla haşr 
eyle, yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi doğrudan kaydırma ve 
bize yüce katından rahmet ver. Sen ihsân edenlerin en büyüğüsün! 
İslâmın birinci 
şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” îmândır. 
Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmekdir. 
İ’tikâdı 
düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasak etdiği şeylerden 
kaçınmak, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak, elbette lâzımdır. Beş vakt nemâzı, 
gevşek ve tenbel olmaksızın, kılmalıdır. Ta’dîl-i erkân ile kılmalıdır ve 
cemâ’at ile kılmalıdır. (Müslimân ile kâfiri birbirinden ayıran nemâzdır).
[Nemâzı doğru ve iyi kılan bir kimse müslimândır. Nemâzı doğru kılmıyan veyâ 
hiç kılmıyan kimsenin müslimânlığı şübhelidir.] Bir kimse, nemâzı doğru ve iyi 
kılınca, islâm ipine yapışmış olur. Çünki, nemâz, islâmın beş şartından 
ikincisidir. 
İslâmın üçüncü 
şartı, zekât vermekdir. 
İslâmın 
dördüncü şartı, Ramezân-ı şerîf ayında hergün oruc tutmakdır. 
Beşinci şart, 
Kâ’be-i mu’azzamayı hac etmekdir. 
İslâmın birinci 
şartı, îmân olup, kalb ile inanmak ve dil ile de söylemekdir. Diğer dört şart 
ise, vücûd ile yapılacak ve kalb ile niyyet edilecek ibâdetlerdir. Nemâz, bütün 
ibâdetleri kendisinde toplamışdır ve hepsinden dahâ üstündür. Kıyâmetde evvelâ 
nemâz sorulacakdır. Nemâz doğru ise, diğerlerinin hesâbı, Allahü teâlânın 
yardımı ile, kolay geçecekdir. 
Dinde yapılması 
yasak edilenlerden, mümkin olduğu kadar sakınmalıdır. Allahü teâlânın râzı 
olmadığı şeyleri, öldürücü zehr bilmelidir. Kusûrlarını düşünüp, bunları 
yapdığına mahcûb olmalı, utanmalıdır. Pişmân olup üzülmelidir. Hiç günâh 
yapmamağa karâr vermelidir. [Bu üzülmeğe ve karâra (Tevbe etmek) denir. 
Günâhlarını afv etmesi için Allahü teâlâya yalvarmağa (İstigfâr etmek) 
denir.] Allahü teâlânın beğenmediği şeyleri utanmadan, sıkılmadan söyliyen ve 
yapan, Allahü teâlâya karşı durmuş, inâd etmiş olur. Bu inâdları, hemen hemen 
onları islâmiyyetden çıkarır. 
[(Rıyâd-un-nâsıhîn) 
kitâbının dördüncü kısmı, ikinci bâbının, üçüncü  faslında buyuruyor ki: 
(Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük 
günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekdir. 
Çünki, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. İstediğini yapmakda hiç 
kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemişdir. Küçük 
sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir). 
(Rıyâd-un-nâsıhîn) 
üçüncü bâbı, birinci faslında buyuruyor ki: 
(Küfrden ve bid’atden başka günâhlar ikiye ayrılır: Birinci kısm, Allahü teâlâ 
ile kul arasında olan günâhlardır. İçki içmek, nemâz kılmamak ve bunlar gibi. Bu 
günâhların, büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah 
“aleyhisselâm” buyurdu ki: (Bir zerrecik [ya’nî çok az] bir günâhdan 
kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından dahâ iyidir). 
Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyükdür. Fekat, 
ba’zısı, ba’zısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, 
zinâ yapmakdan dahâ küçükdür. [El ile, ihtiyâcını gidermek, her ikisinden dahâ 
küçükdür.] Bir küçük günâhı yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden dahâ 
sevâbdır. Çünki, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise, 
herkese farzdır. Büyük günâhlardan kaçınabilmek için, başka çâre yoksa, küçük 
günâhı işlemek câiz olur. 
Her günâhı 
yapdıkdan sonra tevbe ve (istigfâr etmek) de farzdır. Her günâhın tevbesi 
kabûl olur. (Kimyâ-i se’âdet)de buyuruyor ki: (Şartlarına uygun yapılan 
tevbe, muhakkak kabûl olur. Tevbenin kabûl edileceğinde şübhe etmemelidir. 
Tevbenin şartlarına uygun olmasında şübhe etmelidir). Tevbe edilmiyen herhangi 
bir günâhdan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünki, Allahü teâlânın gadabı, 
günâhlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm 
alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz 
olarak red edebilir ve hiçbirşeyden çekinmez. Bunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor ve 
ikiyüzbin sene itâ’at eden iblîsin [şeytânın], kibr edip, secde etmediği için, 
ebedî mel’ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem 
aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eyledi. Mûsâ 
“aleyhisselâm” zemânında, Bel’am bin Bâûrâ (İsm-i a’zam)ı biliyordu. Her 
düâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti, o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde 
etmek için, ikibin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel’am, Allahü 
teâlânın bir harâmına, az bir meyl etdiği için, îmânsız gitdi. (Onun gibiler 
köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. 
Mûsâ “aleyhisselâm” buna hayr düâ edip ve kimyâ ilmi öğretip, o kadar zengin 
olmuşdu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş 
zekât vermediği için, bütün malı ile birlikde, yer altına sokuldu. Sa’lebe, 
sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmi’den çıkmazdı. Bir kerre 
sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitdi. Peygamber 
efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” onun için düâ etmemesi emr olundu. 
Allahü teâlâ, nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almışdır. O 
hâlde, her mü’minin günâh işlemekden çok korkması lâzımdır. Ufak bir günâh 
işledikde tevbe, istigfâr etmesi, yalvarması lâzımdır). 
(Rıyâd-un-nâsıhîn) 
ikinci kısm, ikinci bâbı, birinci faslda diyor ki, 
(Tevbe ve istigfâr kalb ile, dil ile ve günâh işliyen a’zâ ile birlikde 
olmalıdır. Kalb pişmân olmalı. Dil, düâ etmeli, yalvarmalı. A’zâ da günâhdan 
çekilmelidir. [Birçok âyet-i kerîmede (Beni çok zikr edin) ve (İzâ 
câe) sûresinde (Bana istigfâr edin. Düâlarınızı kabûl ederim, 
günâhlarınızı afv ederim) buyuruldu. Görülüyor ki, Allahü teâlâ, çok 
istigfâr edilmesini emr ediyor. Bunun için, Muhammed Ma’sûm hazretleri, ikinci 
cild, 80.ci mektûbunda (Bu emre uyarak, her nemâzdan sonra yetmiş kerre istigfâr 
ediyorum. Ya’nî, (Estagfirullah) diyorum. Siz de bunu çok okuyunuz! 
Herbirini söylerken ma’nâsını (Beni afv et Allahım) olarak düşünmelidir. Okuyanı 
ve yanındakileri, derdlerden, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtarır. Çok kimse, 
okudu. Fâidesi hep görüldü) buyurdu.] [Yatarken, sağ tarafa yatıp, bir e’ûzü ve 
Besmele, bir Âyetelkürsî, üç İhlâs, bir Fâtiha, bir Kul e’ûzüler, bir 
(tevekkeltü alellah lâ havle velâ kuvvete illâ billah) oku. Büyüklerimiz, 
cinleri def’ için, bu kelime-i temcîdi okurdu. Sonra, bir istigfâr düâsı ya’nî,
(Estagfirullâhel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü 
ileyh), bir (Allahümmagfirlî ve li-vâlideyye ve lil mü’minîne vel 
mü’minât) ve bir salevât-ı şerîfe ve bir (Allahümme rabbenâ âtinâ 
fiddünyâ haseneten ve fil-âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr bi-rahmetike yâ 
Erhamerrâhimîn) ve üç veyâ on veyâ kırk yâhud yetmiş kerre istigfâr ve bir 
kelime-i tevhîd okuyup uyumalıdır. Bütün gece okuyup uykusuz kalmamalıdır. 
Hastaya şifâ için, yetmiş istigfâr okumalı, temâm olunca, başı üzerine üfürmeli 
ve kısa bir düâ etmelidir. Düâların ve istigfârın kabûl olması için, nemâzları 
kılmak ve harâmlardan sakınmak ve abdestli okumak lâzımdır. İstigfârı ve düâları 
abdestli okumak müstehabdır.] Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Muhammed 
aleyhisselâmın haber verdiği gibi, Sana inanıyorum. Beni kabûl et! Beni afv et! 
Muhammed aleyhisselâm, Seni bize haber vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz 
bulmak, Seni tanımak şerefine kavuşamazdık. Hayvanlardan aşağı olur, Cehennemin 
ateşinde yanmak, cezâmız olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki 
hakkın sonsuzdur. Bizi, Allahımızı tanımakla şereflendirdin. Müslimân olmak 
se’âdetine kavuşdurdun. Sonsuz yanmak azâbından kurtardın. Bunun için, benden 
sana sonsuz selâmlar, sonsuz düâlar olsun! Allahım! Bu büyük Peygamberi bize 
tanıtan, analarımıza, babalarımıza ve hocalarımıza ve Ehl-i sünnet kitâblarını 
yazanlara ve yayanlara rahmet eyle yâ Rabbî! Âmîn. 
İkinci kısm 
günâhlar, kullar arasındadır ki, bunlara tevbe etmek için, o kulu hoşnûd etmek, 
râzı etmek de lâzımdır). (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, 
hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Gizli 
yapılan günâhın tevbesini gizli yapınız! Âşikâre yapılan günâhın tevbesini 
âşikâre yapınız! Günâhınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz!). 
O hâlde islâm 
dînine inanmıyanlar, müslimânlara sıkıntı verenler öldükden sonra, bunlar için, 
(Belki tevbe etmişdir, irtidâddan vaz geçmişdir) demek boşdur. Bunların zulm 
yapan a’zâlarının iyilik yapması, dili ile düâ etmesi ve mazlûmları hoşnûd 
edecek vasıyyetde bulunmaları lâzımdır. Böyle tevbe etmiyen mürtedlerin 
ölülerine hüsn-i zan edilmez]. 
Oradaki 
insanların bilmediği, belki sizin dahî anlamadığınız, Cenâb-ı Hakkın size mahsûs 
kıldığı bir devlete, bir ni’mete sâhibsiniz. Şöyle ki, vaktin sultânı yedinci 
ceddinden i’tibâren müslimân olup, Ehl-i sünnetdendir ve hanefî mezhebindendir. 
Her ne kadar, kıyâmetin yakın olduğu, Resûlullahın zemânından uzak bulunan 
zemânımızda, bir kaç seneden beri ba’zı ilm talebeleri, içlerindeki pislikden 
doğan ihtirâs ve çirkin isteklerini tatmin için devlet adamlarına ve sultânlara 
yaklaşmış ve onların gözlerine girmeğe çalışmış ve böylece sağlam dinde şek ve 
şübheler ortaya çıkarmışlar, ahmakları doğru yoldan ayırmışlar ise de, böyle 
şânı büyük bir pâdişâhın, sizin sözünüzü dinleyip, kabûl buyurması büyük bir 
se’âdetdir. Ehl-i sünnet ve cemâ’at i’tikâdına uygun olan hak ve islâm 
kelimesini açık veyâ işâret ile ona anlatınız! Onun huzûrunda imkân nisbetinde 
hak ehlinin, doğru yolun âlimlerinin sözlerini arz ediniz! Hattâ dâimâ, bir 
yolunu bulup, mezheb ve dinle ilgili bilgileri anlatmak için fırsat kollayınız! 
Böylece, İslâmın hakîkati ortaya çıkar. Sapıklık, bâtıllık ve küfrün ve 
kâfirliğin çirkinliği ve kötülüğü anlaşılmış olur. Küfrün bâtıl olduğu zâten 
âşikârdır. Aklı olan bir kimse onu beğenmez. Küfrün bâtıl olduğunu çekinmeden 
söylemeli, onların tapındıkları bâtıl ilâhları, tanrıları, en ağır dille nefy ve 
red etmelidir. Çünki hak üzere ilâh, ancak ve ancak tereddütsüz ve şübhesiz, 
göklerin yaratıcısıdır. Kâfirlerin tapındıkları, yaratıcı diye övdükleri şeyler, 
bir sivrisineği yaratmış mıdır? Hepsi bir araya gelse, birşey yaratamaz. İbâdet 
etdikleri şeylerden birini, bir sivrisinek ısırsa, kendini bundan koruyamaz. 
Nasıl olur da, başkalarını zarardan koruyabilir? Kâfirler, bu yapdıklarının kötü 
olduğunu işitince, kabâhatlerini anlıyarak, putlarımız, heykellerimiz, Allahü 
teâlânın yanında bize şefâ’at edecek. Bizi Ona yaklaşdıracaklar. Onun için, 
bunlara ibâdet ediyoruz diyorlar. Bunlar, ne kadar abdaldır. Bu cânsız şeylerin, 
kendilerine şefâ’at edeceklerini nereden bilmişler? Hak teâlânın, kendisine 
ortak yapılan ve büyük düşmanı olan bu putların, şefâ’atlerini kabûl edeceğini, 
nereden anlamışlardır? Bunların hâli, şu ahmaklara benzer ki, hükûmete karşı 
ısyân edenlere, yardım eder. Sıkışdığımız zemân, hükûmetin yardımına kavuşmamız 
için, bu âsîler, bize şefâ’at ve iltimâs edecekdir derler. Ne kadar ahmaklıkdır 
ki, âsîlere hurmet ediyor ve bunların şefâ’ati ile hükûmet bizi afv edecekdir 
diyorlar. Hâlbuki, bunların hükûmete yardım etmesi ve âsîleri basdırması lâzım 
idi. Ancak böylece hükûmete yaklaşır ve doğru yolda yürümüş olur ve emniyyete ve 
râhata kavuşmuş olurlardı. Ahmaklar, birkaç taşı elleri ile yontarak, senelerle 
ona tapıyor. Kıyâmet günü, ondan yardım bekliyorlar. O hâlde, kâfirlerin 
dinlerinin bozukluğu meydândadır. 
Müslimânlardan, 
doğru yoldan ayrılanlara, (Bid’at sâhibi) denir. Doğru yol, Muhammed 
“sallallahü aleyhi ve sellem”in ve Onun dört halîfesinin “aleyhimürrıdvân” 
yoludur. Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” (Gunye) kitâbında buyuruyor 
ki: (Yetmişiki bid’at yolunun esâsı, dokuz fırkadır ki, hâricî, şî’î, mu’tezile, 
mürci’e, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir. 
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin 
“aleyhimürrıdvân” zemânında bunların hiçbiri yokdu. Bunların meydâna çıkması, 
ayrı ayrı yollara ayrılması, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın ve Fükahâ-i 
seb’anın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” ölümlerinden senelerce sonra idi). 
[(Fükahâ-i 
seb’a), yedi büyük âlim demekdir. Buhârî muhtasarı olan (Tecrîd-i sarîh)
tercemesi, birinci cild, otuzdördüncü sahîfesinde diyor ki, (Medîne-i 
münevverenin bu yedi âlimi, Sa’îd ibni Müseyyib, Kâsım bin Muhammed bin Ebî 
Bekr-i Sıddîk, Urve-tebniz-Zübeyr, Hârice-tebni-Zeyd, Ebû 
Seleme-tebni-Abdürrahmân bin Afv, Ubeydüllah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân 
“radıyallahü anhüm” idi)]. 
Peygamberimiz 
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: 
(Benden sonra müslimânlar arasında çok ayrılık 
olacakdır. O zemânlarda yaşıyanlar benim yoluma ve Hulefâ-i râşidînin 
“aleyhimürrıdvân” yoluna yapışsın! Sonradan meydâna çıkan, moda olan şeylerden 
kaçınsın! Çünki, dinde yenilik, reform yapmak doğru yoldan çıkmakdır. Benden 
sonra, dinde yapılacak değişikliklerin hepsi dinsizlikdir). 
Bu hadîs-i 
şerîf gösteriyor ki, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Hulefâ-i 
râşidînden sonra, dinde meydâna çıkarılan bu bozuk mezhebler, kıymetsizdir. 
Bunlara güvenilmez. Allahü teâlâya çok şükr edelim ki, bizi, Cehennemden 
kurtulan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasından eyledi. Cehenneme gidecek 
olan yetmişiki bid’at fırkasından etmedi. Onların bozuk i’tikâdlarına 
kapılmakdan muhâfaza buyurdu ve ba’zı kimseleri Allahlık derecesine çıkaran, 
[Sen yaratdın, senden din isteriz] diyenlerden eylemedi. İnsan kendi işini, 
hareketini kendi yaratıyor diyenlerden de eylemedi. Cennetde Allahü teâlâyı 
görmeğe inanmıyanlardan da etmedi. Hâlbuki bu görmek, dünyâ ve âhıret 
ni’metlerinin en büyüğüdür. Şu iki fırkadan da etmedi ki, insanların en iyisinin 
“sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına dil uzatarak, onları incitiyor. Bu din 
büyüklerini fenâ sanıyor. Onları, birbirine düşman idi, düşmanlıklarını ve 
kinlerini gizliyerek iki yüzlülükle geçiniyorlardı biliyorlar. Hâlbuki, Allahü 
teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” birbirlerini her 
zemân sevdiklerini bildiriyor. Bu iki fırka, Kur’ân-ı kerîme inanmamış oluyor. 
Aralarında kin ve düşmanlık vardır diyorlar. Allahü teâlâ akl ve insâf versin ve 
doğru yolu göstersin! Yine şükrler olsun ki, bizleri, Allahü teâlâya madde ve 
cism diyen, Onu zemânlı, mekânlı bilenlerden, yaratanı, mahlûklarına 
benzetenlerden etmedi ve [paraya, mevkı’a, rütbeye, râhata kavuşmak, keyf sürmek 
için, dinlerini satan, ecdâdının mukaddesâtını ayaklar altına alan (Mürted)lerden, 
ahmaklardan eylemedi]. 
Şunu da iyi 
bilmek lâzımdır ki, idâreciler, cem’ıyyetleri idâre edenler, rûh gibidir, cân 
gibidir. Millet, ya’nî bütün insanlar da, cesed, beden gibidir. Rûh iyi ise, 
beden de sâlih, iyi olur. Rûh bozuk ise, beden de bozuk olur. O hâlde, âmirlerin 
iyi olmalarına, [milleti idâre için, islâm düşmanı olmıyanların seçilmesine] 
çalışmak, herkesin iyiliğine çalışmak olur. Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeğe 
çalışmak, ona islâmiyyeti bildirmekle olur. Her ne yolla olursa olsun, milleti 
idâre edeceklerin müslimân olmalarına çalışmak lâzımdır. Müslimân oldukdan 
sonra, onlara, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdını bildirmelidir. Bozuk 
fikrlerin ortadan kalkmasına çalışmalıdır. Bunları yapmak nasîb olan bir kimse, 
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vârisi olur. Bu fırsat, size 
bedâva nasîb olmuşdur. Bunun kıymetini biliniz! Bu yolda ne kadar çok yazsam, 
yeridir. Fekat size bu kadar yetişir. İnsanları herşeye kavuşduran, ancak Allahü 
teâlâdır. 
[(Mecelle)nin 
otuzdokuzuncu (39) maddesinde, (Zemânın değişmesi ile, âdete dayanan hükmler 
değişebilir) diyor. Fekat, (Nass) ile bildirilmiş olan ahkâm hiçbir zemân 
değişmez. Her âdet, delîl-i şer’î olamaz. Bir âdetden hükm çıkarılabilmesi için, 
bu âdetin Nasslara muhâlif olmaması ve sâlih müslimânlar arasında Selefden 
gelmiş olması lâzımdır. Harâm işliyenler çoğalır, harâmlar âdet hâline gelirse, 
yine halâl olmazlar. Küfr alâmetleri de âdet olur, müslimânlar arasına 
yayılırsa, islâm âdeti olmaz. Küfr alâmeti olmakdan çıkmazlar. Mubâh olan 
âdetlerde ve fen bilgilerinde zemâna uyulur. Teknikde ilerliyenlere ayak 
uydurulur. Din bilgilerinde, ibâdetlerde zemâna uyulmaz. Îmân bilgileri, din 
bilgileri zemânla değişmez. Bunları değişdirmek, zemâna uydurmak istiyenler, 
Ehl-i sünnetden ayrılır, kâfir veyâ sapık olurlar]. 
                                                |