31 -
İKİNCİ CİLD - 67.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
ÎMÂN:
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü
aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demekdir. [Her
lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler,
îmândan değildir. Fekat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı
a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki îmân,
kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. İnanmanın azı, çoğu
olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Îmânın
kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. İbâdet çok
olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları
ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmışdır. Diğer mü’minlerin îmânları
oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de,
birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka dürlü olmuşdur. Sanki aralarında
benzerlik yokdur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile ortakdır. Fekat, başka kıymetler,
üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmışdır. İnsanlıkları, sanki başka
dürlü olmuşdur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan dahâ yüksek insandırlar. Belki,
insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.
İmâm-ı a’zam
Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette mü’minim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfi’î
“aleyhirrahme” ise (Ben inşâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de
doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette mü’minim) demelidir. Son
nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü’minim) der. Fekat, burada da,
şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.
Mü’minin, büyük
dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. İşitdiğime göre, İmâm-ı
a’zam, Bağdâdın büyük âlimleri ile, bir yerde oturmuşlardı. Biri gelip dedi ki:
(Bir mü’min, babasını haksız olarak öldürse, (ve sonra şerâb içerek) serhoş olsa
ve zinâ etse, îmânı gider mi?). İşiten âlimlerin hepsi, o mü’mine kızdı. Bunu
sormağa lüzûm yok! Îmânı elbet gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı a’zam
“aleyhirrahme” buyurdu ki, (O kimse yine mü’mindir. Günâh işlemekle, îmânı
gitmez). Âlimler, bu cevâbı beğenmeyip, İmâm-ı a’zama dil uzatdılar. Sonra, İmâm
sözünü isbât edince, hepsi kabûl etdi. Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi
buğazına gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü
teâlâ, tevbeyi kabûl edeceğini va’d buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine
kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse
günâhlarının hepsini afv ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ
sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb yapar. Fekat sonunda kurtularak, yine
Cennete girer. Çünki, âhıretde merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre
kadar îmânı olan, rahmete kavuşacakdır. Eğer günâhlarından dolayı önceleri
rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır.
[Onbirinci maddeye bakınız!] Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra,
doğru yolu gösterdikden sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından,
bizleri koru! Bizlere merhamet et! Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât
karanlığından ancak sen koruyabilirsin!
Ehl-i sünnet
âlimlerine “Allahü teâlâ onların çalışmasına bol bol mükâfât versin!” göre
halîfelikden konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Ya’nî îmâna bağlı
birşey değildir. Fekat, ba’zıları bunda taşkınlık yapdığından, [hoca şekline
giren, çenesi kuvvetli birkaç câhil, kendilerine âlim deyip, sözleri ile, kitâb
ve mecmû’aları ile, iftirâ ederek, müslimânları zehrlediklerinden], doğru
müslimânların âlimleri, halîfeliğe âid bilgileri, kelâm ilmine, ya’nî îmân
bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan
Muhammed Mustafâdan sonra “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”
müslimânların halîfesi, ya’nî Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” vekîli ve
müslimânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. Ondan sonra, halîfe
Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”. Ondan sonra, Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü
anh”, ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü anh”. Bu dördünün üstünlük
sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. Bunlardan Şeyhaynın [ya’nî ilk
ikisinin], diğer ikisinden dahâ üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i
ızâmın hepsi söylemişdir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız bildirmekdedir.
Meselâ imâm-ı Şâfi’înin “aleyhirrahme” sözü meşhûrdur. Ehl-i sünnetin
reîslerinden olan Ebül-Hasen-i Eş’ârî buyuruyor ki, (Şeyhaynın, diğer bütün
ümmetden üstün olduğu muhakkakdır. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ inâdcıdır).
İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Beni, Ebû Bekr ile Ömerden
“radıyallahü anhümâ” üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri
gibi, onu döverim). Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye-tüt-tâlibîn)
kitâbında buyuruyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
(Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe
olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”!
Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.)
Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine buyurdu ki, Alî “radıyallahü anh”
dedi ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bana buyurdu ki: (Benden
sonra halîfe Ebû Bekr olacakdır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan
sonra da sen “radıyallahü anhüm”
olacaksın!).
İmâm-ı Hasen,
İmâm-ı Hüseynden dahâ üstündür “radıyallahü anhümâ”. Ehl-i sünnet âlimleri
“rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyurdu ki: İlmde ve ictihâdda Âişe “radıyallahü
anhâ”, Fâtımadan “radıyallahü anhâ” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî “radıyallahü
anh”, (Gunye) kitâbında diyor ki, (Âişe “radıyallahü anhâ” dahâ
üstündür). Bu fakîre göre ise, ilmde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan
kesilmekde ise, Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımaya
(Betûl) [ya’nî çok temiz] demişlerdir “radıyallahü anhümâ”. Âişe
“radıyallahü anhâ” ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti öğretirdi. Eshâb-ı kirâm,
bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi.
Eshâb-ı kirâm
“aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeler, meselâ Deve vak’ası ve Sıffîn vak’ası,
iyi niyyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzûları ile, inâd ve
düşmanlık ile değildi. Çünki, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber
efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde ve mubârek nazarları
karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamışdı. Bunların
sulhları da, ayrılık ve muhârebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına
göre hareket etmişdir. İctihâdlarına uymıyanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek,
onlardan ayrılmışdır. İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet
etmiyenlere de, bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp
yanılanlarına da, doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünki, bunlar da,
sevâb kazanmışdır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde Emîr
[ya’nî Alî] “radıyallahü anh” haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar doğru değildi.
Fekat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu
muhârebelerde Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı.
Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünki, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar).
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eshâbıma dil
uzatmakdan sakınınız!). Görülüyor ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hurmetle, iyilikle
söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız!
Onların birbirleri ile olan muhârebelerini, başkalarının sulhlarından dahâ iyi
bilmelidir. Kurtuluş yolu budur. Çünki, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber
efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevmekden ileri gelir. Onlara
düşmanlık, Ona düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh”
buyurdu ki: (Eshâb-ı kirâma hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma
îmân etmiş olmaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.)].
[Âlûsî,
(Gâliyye) kitâbında diyor ki, (Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı
övmekdedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde
olanlardan râzı olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak mü’min olarak
öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan
râzı olduğunu bildirmesine imkân yokdur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i
kerîmeler, onların âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted
olduklarını söyliyenleri red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli
olduklarını bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek
çokdur. Bunların meşhûrlarından biri, Dârimînin ve İbni Adînin bildirdikleri
(Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz!)
hadîs-i şerîfidir). Ahmed Nâmıkî Câmînin “rahmetullahi aleyh” (Üns-üt-tâibîn)
kitâbı fârisîdir. Rızâ şâh zemânında Tahranda basılmış olanın kırkdördüncü
sahîfesinde, dört halîfe ismleri ile yazılarak herbiri ve Eshâb-ı kirâmın hepsi
çok övülmekde ve hepsini sevmemiz lâzımdır demekdedir. Eshâb-ı kirâmın
“aleyhimürrıdvân” kıymetini, büyüklüğünü bilemiyen, bu büyükleri kendileri gibi
sanıp, kötüleyen sapıklara çok şaşılır. Cehenneme gidecekleri bildirilen,
yetmişiki bid’at fırkasının en kötüsü bunlardır. Bunlar, hazret-i Alînin
“radıyallahü anh” izinde gidiyoruz diyerek, müslimânların çok sevdiği, mubârek
(Alevî) ismini kendilerine takıyorlar. İslâm düşmanlığını bu mubârek
ismin maskesi altında yapıyorlar. Şunu iyi bilmelidir ki, (Alevî) ismini
taşıyan kimseler iki kısmdır. Biri, müslimân ismini taşıyan sinsi islâm
düşmanlarıdır. Bunların ismine aldanmamalıdır. İkinci kısm (Alevîler),
hazret-i Alîyi seven hakîkî müslimânlardır. Yalancı alevîler, temiz gençleri
aldatıyorlar. [m. 1958] de, İstanbulda türkçe basdırdıkları (Hüsniyye)
ismli bir kitâbdaki, uydurma hikâyeleri, câhiller ve en çok köylü kadınlar
arasına yayarak, islâm büyüklerini kötüliyorlar. Bu kitâbın, Mürtezâ adındaki
bir yehûdî tarafından arabî olarak yazıldığı, (Tuhfe) kitâbında
bildirilmekdedir. Sonra, İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfînin fârisîye
terceme etdiği ve 958 [m. 1551] de öldüğü (Esmâ-ül müellifîn)de
yazılıdır. (Eshâb-ı Kirâm)da ve (Hak Sözün Vesîkaları)
kitâbındaki (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risâlesinde o bozuk yazılar, çirkin
iftirâlar, vesîkalarla çürütülmüş, Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardeşi Radî bin
Tâhir de, [406] da Bağdâdda ölmüşdür. Türkçe (Menâkıb-i Çihâr yâr-ı güzîn)
kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır. Bu kitâb, 1998 de
İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından basdırılmışdır.
Hurûfî denilen
sapıkların i’tikâdda ve amelde birçok noktaları, Ehl-i sünnetden ayrılıyor ise
de, bunların taşkınlık yapanları, kâfir olmakdadır. Bunlar, yok olmak üzere
iken, içlerinden, şâh İsmâ’îlin devlet kurması ile, çoğaldılar. Memleketimize de
sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulaşmış ve birçok ma’sûmlar bu sârî
hastalığa yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmişdir. Cenâb-ı Hak, bizleri, Ehl-i
sünnetin doğru, temiz i’tikâdından ayırmasın. Müslimânlar arasında bölücülük
yapan vehhâbîlik ve kızılbaşlık tehlükesinden muhâfaza buyursun! Âmîn.
(Tuhfe-i isnâ aşeriyye) başında diyor ki: Bu sapık inanışı kuran, Abdüllah
bin Sebe’ adında Yemenli bir yehûdîdir. Sen tanrısın dediği için hazret-i Alî
bunu Medâyine sürdü. [Bunun yehûdî olduğu, 34 [m. 654] senesinde Mısrdan
Medîneye gelip, müslimân olduğunu söylediği, (Müncid)de yazılıdır.] Bu
dalâlet fırkası, her asrda başka bir hâl almış, şâh İsmâ’îl zemânında, belli bir
şekle sokularak, kitâblar yazılmışdır. Şî’îlik, hazret-i Alî zemânında kuruldu.
İnsanlar arasında yayılması dahâ sonra başladı. Hicretin altmış senesinde
(Kîsâniyye), altmışaltı senesinde (Muhtâriyye) ve yüzdokuz senesinde
(Hişâmiyye) fırkaları ortaya çıkdı ise de, tutunamadılar, yok oldular.
Asrlar boyunca müslimânları doğru yoldan ayıran (Zeydiyye) fırkası,
yüzoniki senesinde ve öteki fırkaların hepsi dahâ sonra meydâna çıkdı.
Müslimânlar arasında bölücülük yapan bid’at fırkalarının birkaçı Eshâb-ı kirâm
zemânında ortaya çıkmış, diğerlerinin ortaya çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek
müslimânlar arasına yayılması, Eshâb-ı kirâmın hepsinin ölümünden sonra
olmuşdur. Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grubda toplanmakdadır:
1)
(Tafdîliyye), hazret-i Alî, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.
2)
(Sebbiyye), Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kâfir oldular,
diyorlar. Bunları sebb ediyorlar. Ya’nî kötülüyorlar.
3) (Gulât),
hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” tanrıdır diyorlar. (Sebeiyye)
ve (Nusayriyye) fırkaları böyledir. İbâdet etmezler. Bu fırkayı,
Abdüllah bin Sebe’ ismindeki bir yehûdî kurmuşdur.
Bunlar, her
zemân, hazret-i Alînin ve hazret-i Abbâsın “radıyallahü anhümâ” torunlarından
birinin etrâfına toplanıp çeşidli fırkalara ayrıldılar. İmâm-ı Zeynel’âbidîn
vefât edince, çoğu bunun oğlu Zeydin yanında toplandı. Emevî hükümdârı Hişâm bin
Abdülmelik tarafından Irâk vâlîsi olan Yûsüf-i Sekafî ile harb etmeğe
giderlerken, bir kısmı Zeydden ayrıldı. Zeyd bunlara (Râfizî) dedi.
Kendileri ise (İmâmiyye) adını aldılar. Zeydin yanında kalanlara
(Zeydî) denildi. Her ikisi de, (Resûlullahdan sonra hilâfet oniki imâmdadır)
dediler.
(Oniki
imâm):
Alî bin Ebî Tâlib, Hasen, Hüseyn, Zeynel’âbidîn,
Muhammed Bâkır, Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Alî Rızâ, Muhammed Cevâd Takıy, Alî
Nakıy, Hasen Askerî Zekiy ve Muhammed Mehdîdir. Bu oniki imâmın çeşidli
oğullarına bağlanarak başka başka fırka oldular. Bugün, çoğu imâmiyye olup üç
ana inançdan birincisinde iseler de, inançlarında, zemânla çeşidli değişiklikler
olmuşdur. Bunlar, şimdi kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferîler
hakkında, kitâbın sonundaki ism cedvelinde, (Ca’fer-i Sâdık) kelimesinde
uzun bilgi vardır].
Muhbir-i sâdık
[ya’nî hep doğru haber verici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet
alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zemân
güneş, âdet dışı olarak garbdan doğacakdır. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân”
çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve
Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacakdır.
[(Huccet-ullahi
alel’âlemîn)de diyor ki, (Ye’cûc ve Me’cûc denilen kimseler, Nûh
aleyhisselâmın oğlu Yâfesin soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük,
kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Cin ve
insanların adedlerinin onda dokuzu Ye’cûc ve Me’cûcdur. Arkasında kaldıkları
seddi hergün oyarlar. Gece eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca
insanlara saldırırlar. İnsanlar şehrlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları
bitirirler. Nehrleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı düâ ederler.
Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek
çoğalırlar. Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır). (Ye’cûc)
ve (Me’cûc) çok eski zemânda, bir dıvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete
yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur’ân-ı kerîmde haber
verilmişdir. Arkeolojik araşdırmalar, yer altında kalmış şehrleri, dağ
tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o dıvârın bugün meydânda
bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü
milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydâna geldi ise, o iki milletin de, bugün
nerde oldukları bilinemiyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları
düşünülebilir].
(Dabbetülerd)
denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman
kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından düâ
edip, (Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!) diyecekdir.
Alâmetlerin sonuncusu, bir ateşdir ki, Adenden çıkacakdır. [Aden, Yemendedir.]
Hindistânda birisi, Mehdî olduğunu iddi’â etmişdi. Mezârı da Fere şehrinde imiş.
Meşhûr, hattâ ma’nâsı tevâtür derecesine varmış birçok hadîs-i şerîfler
böylelerinin bu i’tikâd ve sözlerini yalanlamakdadır. [Memleketimizde de, ba’zı
câhiller, tesavvuf kitâblarından terceme ederek söyliyen ve yazan kimselere
Mehdî diyor. Bunları, kendisi yazıyor sanıyorlar.] Hâlbuki birçok hadîs-i
şerîflerde buyuruldu ki, (Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacakdır.
Bulutdan bir melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz!) diyecekdir. Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne [ya’nî, o
zemân bilinen memleketlerin çoğuna] dört
kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi,
Zülkarneyn ile Süleymân “aleyhimesselâm” idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile
Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, ya’nî Mehdî
de, mâlik olacakdır).
Bir hadîs-i
şerîfde buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan
birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi
gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken, onun
zemânında adl ile dolar). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Eshâb-ı
Kehf, hazret-i Mehdînin yardımcıları olacakdır ve Îsâ “aleyhisselâm” bunun
zemânında gökden inecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccâl ile harb ederken,
hazret-i Mehdî, onunla berâber olacakdır. Bunun hükümdârlığı zemânında, her
zemânkinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramezân-ı şerîfin
ondördüncü günü güneş tutulacakdır ve birinci gecesinde ay tutulacakdır). O
hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler, [câhillerin, Mehdî zan etdikleri
kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır, yok mudur. Hazret-i Mehdînin dahâ birçok
alâmetlerini, Muhbir-i sâdık “aleyhissalâtü vesselâm” haber vermişdir. Ahmed
ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar fî alâmâtil-Mehdî)
ismindeki kitâbında, hazret-i Mehdînin ikiyüze yakın alâmetlerini yazmışdır.
Geleceği bildirilen Mehdînin alâmetleri meydânda iken, başkalarını Mehdî
sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara, doğruyu görmek nasîb eylesin!
[Celâleddîn-i Süyûtînin (Cüz’ün minel-ehâdis vel-âsâr-il-vâride-ti fî
hakk-ıl-Mehdî) kitâbında da hazret-i Mehdînin alâmetleri bildirilmekdedir].
Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benî İsrâîl, yetmişbir fırkaya
ayrılmışdı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuşdur.
Nasârâ da, yetmişiki fırkaya ayrılmışdı. Yetmişbiri Cehenneme gitmişdir. Bir
zemân sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi,
Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur). Eshâb-ı kirâm, bu bir
fırkanın kimler olduğunu sordukda, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve
Eshâbımın gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. [Bu hadîs-i şerîfin dört
(Sünen) kitâbında bulunduğu (Milel-Nihâl) tercemesinde yazılıdır.] O
kurtulan fırka, Ehl-i sünnet velcemâ’atdir ki, insanların en iyisinin
“sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmışlardır. Yâ Rabbî! Bizleri, Ehl-i
sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bildirdiği îmândan, i’tikâddan
ayırma! Onlarla birlik olduğumuz hâlde, bu dünyâdan çıkar! Bizi onlarla haşr
eyle, yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi doğrudan kaydırma ve
bize yüce katından rahmet ver. Sen ihsân edenlerin en büyüğüsün!
İslâmın birinci
şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” îmândır.
Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmekdir.
İ’tikâdı
düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasak etdiği şeylerden
kaçınmak, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak, elbette lâzımdır. Beş vakt nemâzı,
gevşek ve tenbel olmaksızın, kılmalıdır. Ta’dîl-i erkân ile kılmalıdır ve
cemâ’at ile kılmalıdır. (Müslimân ile kâfiri birbirinden ayıran nemâzdır).
[Nemâzı doğru ve iyi kılan bir kimse müslimândır. Nemâzı doğru kılmıyan veyâ
hiç kılmıyan kimsenin müslimânlığı şübhelidir.] Bir kimse, nemâzı doğru ve iyi
kılınca, islâm ipine yapışmış olur. Çünki, nemâz, islâmın beş şartından
ikincisidir.
İslâmın üçüncü
şartı, zekât vermekdir.
İslâmın
dördüncü şartı, Ramezân-ı şerîf ayında hergün oruc tutmakdır.
Beşinci şart,
Kâ’be-i mu’azzamayı hac etmekdir.
İslâmın birinci
şartı, îmân olup, kalb ile inanmak ve dil ile de söylemekdir. Diğer dört şart
ise, vücûd ile yapılacak ve kalb ile niyyet edilecek ibâdetlerdir. Nemâz, bütün
ibâdetleri kendisinde toplamışdır ve hepsinden dahâ üstündür. Kıyâmetde evvelâ
nemâz sorulacakdır. Nemâz doğru ise, diğerlerinin hesâbı, Allahü teâlânın
yardımı ile, kolay geçecekdir.
Dinde yapılması
yasak edilenlerden, mümkin olduğu kadar sakınmalıdır. Allahü teâlânın râzı
olmadığı şeyleri, öldürücü zehr bilmelidir. Kusûrlarını düşünüp, bunları
yapdığına mahcûb olmalı, utanmalıdır. Pişmân olup üzülmelidir. Hiç günâh
yapmamağa karâr vermelidir. [Bu üzülmeğe ve karâra (Tevbe etmek) denir.
Günâhlarını afv etmesi için Allahü teâlâya yalvarmağa (İstigfâr etmek)
denir.] Allahü teâlânın beğenmediği şeyleri utanmadan, sıkılmadan söyliyen ve
yapan, Allahü teâlâya karşı durmuş, inâd etmiş olur. Bu inâdları, hemen hemen
onları islâmiyyetden çıkarır.
[(Rıyâd-un-nâsıhîn)
kitâbının dördüncü kısmı, ikinci bâbının, üçüncü faslında buyuruyor ki:
(Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük
günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekdir.
Çünki, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. İstediğini yapmakda hiç
kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemişdir. Küçük
sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir).
(Rıyâd-un-nâsıhîn)
üçüncü bâbı, birinci faslında buyuruyor ki:
(Küfrden ve bid’atden başka günâhlar ikiye ayrılır: Birinci kısm, Allahü teâlâ
ile kul arasında olan günâhlardır. İçki içmek, nemâz kılmamak ve bunlar gibi. Bu
günâhların, büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah
“aleyhisselâm” buyurdu ki: (Bir zerrecik [ya’nî çok az] bir günâhdan
kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından dahâ iyidir).
Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyükdür. Fekat,
ba’zısı, ba’zısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak,
zinâ yapmakdan dahâ küçükdür. [El ile, ihtiyâcını gidermek, her ikisinden dahâ
küçükdür.] Bir küçük günâhı yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden dahâ
sevâbdır. Çünki, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise,
herkese farzdır. Büyük günâhlardan kaçınabilmek için, başka çâre yoksa, küçük
günâhı işlemek câiz olur.
Her günâhı
yapdıkdan sonra tevbe ve (istigfâr etmek) de farzdır. Her günâhın tevbesi
kabûl olur. (Kimyâ-i se’âdet)de buyuruyor ki: (Şartlarına uygun yapılan
tevbe, muhakkak kabûl olur. Tevbenin kabûl edileceğinde şübhe etmemelidir.
Tevbenin şartlarına uygun olmasında şübhe etmelidir). Tevbe edilmiyen herhangi
bir günâhdan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünki, Allahü teâlânın gadabı,
günâhlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm
alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz
olarak red edebilir ve hiçbirşeyden çekinmez. Bunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor ve
ikiyüzbin sene itâ’at eden iblîsin [şeytânın], kibr edip, secde etmediği için,
ebedî mel’ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem
aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eyledi. Mûsâ
“aleyhisselâm” zemânında, Bel’am bin Bâûrâ (İsm-i a’zam)ı biliyordu. Her
düâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti, o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde
etmek için, ikibin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel’am, Allahü
teâlânın bir harâmına, az bir meyl etdiği için, îmânsız gitdi. (Onun gibiler
köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi.
Mûsâ “aleyhisselâm” buna hayr düâ edip ve kimyâ ilmi öğretip, o kadar zengin
olmuşdu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş
zekât vermediği için, bütün malı ile birlikde, yer altına sokuldu. Sa’lebe,
sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmi’den çıkmazdı. Bir kerre
sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitdi. Peygamber
efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” onun için düâ etmemesi emr olundu.
Allahü teâlâ, nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almışdır. O
hâlde, her mü’minin günâh işlemekden çok korkması lâzımdır. Ufak bir günâh
işledikde tevbe, istigfâr etmesi, yalvarması lâzımdır).
(Rıyâd-un-nâsıhîn)
ikinci kısm, ikinci bâbı, birinci faslda diyor ki,
(Tevbe ve istigfâr kalb ile, dil ile ve günâh işliyen a’zâ ile birlikde
olmalıdır. Kalb pişmân olmalı. Dil, düâ etmeli, yalvarmalı. A’zâ da günâhdan
çekilmelidir. [Birçok âyet-i kerîmede (Beni çok zikr edin) ve (İzâ
câe) sûresinde (Bana istigfâr edin. Düâlarınızı kabûl ederim,
günâhlarınızı afv ederim) buyuruldu. Görülüyor ki, Allahü teâlâ, çok
istigfâr edilmesini emr ediyor. Bunun için, Muhammed Ma’sûm hazretleri, ikinci
cild, 80.ci mektûbunda (Bu emre uyarak, her nemâzdan sonra yetmiş kerre istigfâr
ediyorum. Ya’nî, (Estagfirullah) diyorum. Siz de bunu çok okuyunuz!
Herbirini söylerken ma’nâsını (Beni afv et Allahım) olarak düşünmelidir. Okuyanı
ve yanındakileri, derdlerden, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtarır. Çok kimse,
okudu. Fâidesi hep görüldü) buyurdu.] [Yatarken, sağ tarafa yatıp, bir e’ûzü ve
Besmele, bir Âyetelkürsî, üç İhlâs, bir Fâtiha, bir Kul e’ûzüler, bir
(tevekkeltü alellah lâ havle velâ kuvvete illâ billah) oku. Büyüklerimiz,
cinleri def’ için, bu kelime-i temcîdi okurdu. Sonra, bir istigfâr düâsı ya’nî,
(Estagfirullâhel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü
ileyh), bir (Allahümmagfirlî ve li-vâlideyye ve lil mü’minîne vel
mü’minât) ve bir salevât-ı şerîfe ve bir (Allahümme rabbenâ âtinâ
fiddünyâ haseneten ve fil-âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr bi-rahmetike yâ
Erhamerrâhimîn) ve üç veyâ on veyâ kırk yâhud yetmiş kerre istigfâr ve bir
kelime-i tevhîd okuyup uyumalıdır. Bütün gece okuyup uykusuz kalmamalıdır.
Hastaya şifâ için, yetmiş istigfâr okumalı, temâm olunca, başı üzerine üfürmeli
ve kısa bir düâ etmelidir. Düâların ve istigfârın kabûl olması için, nemâzları
kılmak ve harâmlardan sakınmak ve abdestli okumak lâzımdır. İstigfârı ve düâları
abdestli okumak müstehabdır.] Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Muhammed
aleyhisselâmın haber verdiği gibi, Sana inanıyorum. Beni kabûl et! Beni afv et!
Muhammed aleyhisselâm, Seni bize haber vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz
bulmak, Seni tanımak şerefine kavuşamazdık. Hayvanlardan aşağı olur, Cehennemin
ateşinde yanmak, cezâmız olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki
hakkın sonsuzdur. Bizi, Allahımızı tanımakla şereflendirdin. Müslimân olmak
se’âdetine kavuşdurdun. Sonsuz yanmak azâbından kurtardın. Bunun için, benden
sana sonsuz selâmlar, sonsuz düâlar olsun! Allahım! Bu büyük Peygamberi bize
tanıtan, analarımıza, babalarımıza ve hocalarımıza ve Ehl-i sünnet kitâblarını
yazanlara ve yayanlara rahmet eyle yâ Rabbî! Âmîn.
İkinci kısm
günâhlar, kullar arasındadır ki, bunlara tevbe etmek için, o kulu hoşnûd etmek,
râzı etmek de lâzımdır). (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki,
hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Gizli
yapılan günâhın tevbesini gizli yapınız! Âşikâre yapılan günâhın tevbesini
âşikâre yapınız! Günâhınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz!).
O hâlde islâm
dînine inanmıyanlar, müslimânlara sıkıntı verenler öldükden sonra, bunlar için,
(Belki tevbe etmişdir, irtidâddan vaz geçmişdir) demek boşdur. Bunların zulm
yapan a’zâlarının iyilik yapması, dili ile düâ etmesi ve mazlûmları hoşnûd
edecek vasıyyetde bulunmaları lâzımdır. Böyle tevbe etmiyen mürtedlerin
ölülerine hüsn-i zan edilmez].
Oradaki
insanların bilmediği, belki sizin dahî anlamadığınız, Cenâb-ı Hakkın size mahsûs
kıldığı bir devlete, bir ni’mete sâhibsiniz. Şöyle ki, vaktin sultânı yedinci
ceddinden i’tibâren müslimân olup, Ehl-i sünnetdendir ve hanefî mezhebindendir.
Her ne kadar, kıyâmetin yakın olduğu, Resûlullahın zemânından uzak bulunan
zemânımızda, bir kaç seneden beri ba’zı ilm talebeleri, içlerindeki pislikden
doğan ihtirâs ve çirkin isteklerini tatmin için devlet adamlarına ve sultânlara
yaklaşmış ve onların gözlerine girmeğe çalışmış ve böylece sağlam dinde şek ve
şübheler ortaya çıkarmışlar, ahmakları doğru yoldan ayırmışlar ise de, böyle
şânı büyük bir pâdişâhın, sizin sözünüzü dinleyip, kabûl buyurması büyük bir
se’âdetdir. Ehl-i sünnet ve cemâ’at i’tikâdına uygun olan hak ve islâm
kelimesini açık veyâ işâret ile ona anlatınız! Onun huzûrunda imkân nisbetinde
hak ehlinin, doğru yolun âlimlerinin sözlerini arz ediniz! Hattâ dâimâ, bir
yolunu bulup, mezheb ve dinle ilgili bilgileri anlatmak için fırsat kollayınız!
Böylece, İslâmın hakîkati ortaya çıkar. Sapıklık, bâtıllık ve küfrün ve
kâfirliğin çirkinliği ve kötülüğü anlaşılmış olur. Küfrün bâtıl olduğu zâten
âşikârdır. Aklı olan bir kimse onu beğenmez. Küfrün bâtıl olduğunu çekinmeden
söylemeli, onların tapındıkları bâtıl ilâhları, tanrıları, en ağır dille nefy ve
red etmelidir. Çünki hak üzere ilâh, ancak ve ancak tereddütsüz ve şübhesiz,
göklerin yaratıcısıdır. Kâfirlerin tapındıkları, yaratıcı diye övdükleri şeyler,
bir sivrisineği yaratmış mıdır? Hepsi bir araya gelse, birşey yaratamaz. İbâdet
etdikleri şeylerden birini, bir sivrisinek ısırsa, kendini bundan koruyamaz.
Nasıl olur da, başkalarını zarardan koruyabilir? Kâfirler, bu yapdıklarının kötü
olduğunu işitince, kabâhatlerini anlıyarak, putlarımız, heykellerimiz, Allahü
teâlânın yanında bize şefâ’at edecek. Bizi Ona yaklaşdıracaklar. Onun için,
bunlara ibâdet ediyoruz diyorlar. Bunlar, ne kadar abdaldır. Bu cânsız şeylerin,
kendilerine şefâ’at edeceklerini nereden bilmişler? Hak teâlânın, kendisine
ortak yapılan ve büyük düşmanı olan bu putların, şefâ’atlerini kabûl edeceğini,
nereden anlamışlardır? Bunların hâli, şu ahmaklara benzer ki, hükûmete karşı
ısyân edenlere, yardım eder. Sıkışdığımız zemân, hükûmetin yardımına kavuşmamız
için, bu âsîler, bize şefâ’at ve iltimâs edecekdir derler. Ne kadar ahmaklıkdır
ki, âsîlere hurmet ediyor ve bunların şefâ’ati ile hükûmet bizi afv edecekdir
diyorlar. Hâlbuki, bunların hükûmete yardım etmesi ve âsîleri basdırması lâzım
idi. Ancak böylece hükûmete yaklaşır ve doğru yolda yürümüş olur ve emniyyete ve
râhata kavuşmuş olurlardı. Ahmaklar, birkaç taşı elleri ile yontarak, senelerle
ona tapıyor. Kıyâmet günü, ondan yardım bekliyorlar. O hâlde, kâfirlerin
dinlerinin bozukluğu meydândadır.
Müslimânlardan,
doğru yoldan ayrılanlara, (Bid’at sâhibi) denir. Doğru yol, Muhammed
“sallallahü aleyhi ve sellem”in ve Onun dört halîfesinin “aleyhimürrıdvân”
yoludur. Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” (Gunye) kitâbında buyuruyor
ki: (Yetmişiki bid’at yolunun esâsı, dokuz fırkadır ki, hâricî, şî’î, mu’tezile,
mürci’e, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir.
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin
“aleyhimürrıdvân” zemânında bunların hiçbiri yokdu. Bunların meydâna çıkması,
ayrı ayrı yollara ayrılması, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın ve Fükahâ-i
seb’anın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” ölümlerinden senelerce sonra idi).
[(Fükahâ-i
seb’a), yedi büyük âlim demekdir. Buhârî muhtasarı olan (Tecrîd-i sarîh)
tercemesi, birinci cild, otuzdördüncü sahîfesinde diyor ki, (Medîne-i
münevverenin bu yedi âlimi, Sa’îd ibni Müseyyib, Kâsım bin Muhammed bin Ebî
Bekr-i Sıddîk, Urve-tebniz-Zübeyr, Hârice-tebni-Zeyd, Ebû
Seleme-tebni-Abdürrahmân bin Afv, Ubeydüllah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân
“radıyallahü anhüm” idi)].
Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki:
(Benden sonra müslimânlar arasında çok ayrılık
olacakdır. O zemânlarda yaşıyanlar benim yoluma ve Hulefâ-i râşidînin
“aleyhimürrıdvân” yoluna yapışsın! Sonradan meydâna çıkan, moda olan şeylerden
kaçınsın! Çünki, dinde yenilik, reform yapmak doğru yoldan çıkmakdır. Benden
sonra, dinde yapılacak değişikliklerin hepsi dinsizlikdir).
Bu hadîs-i
şerîf gösteriyor ki, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Hulefâ-i
râşidînden sonra, dinde meydâna çıkarılan bu bozuk mezhebler, kıymetsizdir.
Bunlara güvenilmez. Allahü teâlâya çok şükr edelim ki, bizi, Cehennemden
kurtulan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasından eyledi. Cehenneme gidecek
olan yetmişiki bid’at fırkasından etmedi. Onların bozuk i’tikâdlarına
kapılmakdan muhâfaza buyurdu ve ba’zı kimseleri Allahlık derecesine çıkaran,
[Sen yaratdın, senden din isteriz] diyenlerden eylemedi. İnsan kendi işini,
hareketini kendi yaratıyor diyenlerden de eylemedi. Cennetde Allahü teâlâyı
görmeğe inanmıyanlardan da etmedi. Hâlbuki bu görmek, dünyâ ve âhıret
ni’metlerinin en büyüğüdür. Şu iki fırkadan da etmedi ki, insanların en iyisinin
“sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına dil uzatarak, onları incitiyor. Bu din
büyüklerini fenâ sanıyor. Onları, birbirine düşman idi, düşmanlıklarını ve
kinlerini gizliyerek iki yüzlülükle geçiniyorlardı biliyorlar. Hâlbuki, Allahü
teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” birbirlerini her
zemân sevdiklerini bildiriyor. Bu iki fırka, Kur’ân-ı kerîme inanmamış oluyor.
Aralarında kin ve düşmanlık vardır diyorlar. Allahü teâlâ akl ve insâf versin ve
doğru yolu göstersin! Yine şükrler olsun ki, bizleri, Allahü teâlâya madde ve
cism diyen, Onu zemânlı, mekânlı bilenlerden, yaratanı, mahlûklarına
benzetenlerden etmedi ve [paraya, mevkı’a, rütbeye, râhata kavuşmak, keyf sürmek
için, dinlerini satan, ecdâdının mukaddesâtını ayaklar altına alan (Mürted)lerden,
ahmaklardan eylemedi].
Şunu da iyi
bilmek lâzımdır ki, idâreciler, cem’ıyyetleri idâre edenler, rûh gibidir, cân
gibidir. Millet, ya’nî bütün insanlar da, cesed, beden gibidir. Rûh iyi ise,
beden de sâlih, iyi olur. Rûh bozuk ise, beden de bozuk olur. O hâlde, âmirlerin
iyi olmalarına, [milleti idâre için, islâm düşmanı olmıyanların seçilmesine]
çalışmak, herkesin iyiliğine çalışmak olur. Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeğe
çalışmak, ona islâmiyyeti bildirmekle olur. Her ne yolla olursa olsun, milleti
idâre edeceklerin müslimân olmalarına çalışmak lâzımdır. Müslimân oldukdan
sonra, onlara, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdını bildirmelidir. Bozuk
fikrlerin ortadan kalkmasına çalışmalıdır. Bunları yapmak nasîb olan bir kimse,
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vârisi olur. Bu fırsat, size
bedâva nasîb olmuşdur. Bunun kıymetini biliniz! Bu yolda ne kadar çok yazsam,
yeridir. Fekat size bu kadar yetişir. İnsanları herşeye kavuşduran, ancak Allahü
teâlâdır.
[(Mecelle)nin
otuzdokuzuncu (39) maddesinde, (Zemânın değişmesi ile, âdete dayanan hükmler
değişebilir) diyor. Fekat, (Nass) ile bildirilmiş olan ahkâm hiçbir zemân
değişmez. Her âdet, delîl-i şer’î olamaz. Bir âdetden hükm çıkarılabilmesi için,
bu âdetin Nasslara muhâlif olmaması ve sâlih müslimânlar arasında Selefden
gelmiş olması lâzımdır. Harâm işliyenler çoğalır, harâmlar âdet hâline gelirse,
yine halâl olmazlar. Küfr alâmetleri de âdet olur, müslimânlar arasına
yayılırsa, islâm âdeti olmaz. Küfr alâmeti olmakdan çıkmazlar. Mubâh olan
âdetlerde ve fen bilgilerinde zemâna uyulur. Teknikde ilerliyenlere ayak
uydurulur. Din bilgilerinde, ibâdetlerde zemâna uyulmaz. Îmân bilgileri, din
bilgileri zemânla değişmez. Bunları değişdirmek, zemâna uydurmak istiyenler,
Ehl-i sünnetden ayrılır, kâfir veyâ sapık olurlar].
|