26
-
İKİNCİ CİLD - 55.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
İctihâd hatâları.
İmâm-ı a’zamın büyüklüğü.
26 — Ahkâm-ı
islâmiyyenin hepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmakdadır. Kur’ân-ı kerîm, bütün
Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki
ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör, ilmleri az,
aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur’ân-ı kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:
Birinci kısm
ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass)
ile ve (Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve
(İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass) ile kolayca anlıyabilir.
Ya’nî, her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm, iktizâ ve tazammün
bakımından çeşidli ma’nâlar ve hükmler vardır. (Nass), ma’nâları açık ve
meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere denir.
Kur’ân-ı
kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlaşılmaz. İctihâd ve istinbât yolu ile
meydâna çıkarılabilir.
Ahkâm-ı
ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve
sellem” uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve
sellem” zemânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünki, Cebrâîl “aleyhisselâm”
gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak
ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp,
doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy zemânında
ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden
sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan
ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez. [Bu husûs (Mektûbât)ın ikinci
cild, 36. cı mektûb sonunda da yazılıdır.]
Kur’ân-ı
kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları
anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından
bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve
sellem” gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur’ân-ı
kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından
açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm
ahkâmda kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün
müslimânların, bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede
ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Başka
müctehidlerin ahkâmına tâbi’ olamaz. Bir müctehid, başka müctehide, ictihâdından
dolayı yanıldı, doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her müctehide, kendi
ictihâdı hakdır ve doğrudur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak
memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı
kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i
şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile
amel etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, dahâ yüksek olsalar
bile, başkalarının fikr ve ictihâdlarına tâbi’ olmakdan men’ ederdi. Hiçbir
müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık
gibi kötü şeyler söylemedi.
Eshâb-ı
kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonra gelen müctehidlerin en büyüğü,
imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “radıyallahü anh”. Bu büyük imâm, her hareketinde,
vera’ ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”
tâm ma’nâsı ile tâbi’ idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye
ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.
[Kendisinden
dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek kimseler geldi ise de, onların zemânında
sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi’yârlar hâzırlamamışlar,
diğer dahâ kıymetli işlerle uğraşmışlardır.]
İmâm-ı Şâfi’î
hazretleri, İmâm-ı a’zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği
içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır)
demişdir. Îsâ “aleyhisselâm”, kıyâmete yakın bir zemânda, gökden inerek,
Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm
çıkaracakdır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor
ki, (Îsâ “aleyhisselâm” gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün
ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî, İmâm-ı a’zamın ictihâdına
uygun olacakdır). Bu da, İmâm-ı a’zamın “radıyallahü anh” ictihâdının, ne kadar
çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî
mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi
görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri,
ictihâdında da sünnete tâbi’ olmakda, herkesden ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri
bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini,
kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuşdur. Onların, Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile
kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesden dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç
bir müctehid böyle yapamamışdır. İmâm-ı a’zam için, kendi görüşü ile ahkâm
çıkarıp, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler,
yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde olan milyonlarca müslimânı, yanlış ve
uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan ayrı kalmakla lekelemiş
oluyor. Bunu ise, yâ kendi cehllerini de bilmeyen kara kafalı câhiller, yâhud
dîn-i islâmı yıkmak, bozguna uğratmak isteyen islâm düşmanları söyler. Birkaç
câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bu kadarcık
sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr ediyor. Evet, bir kaya
kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden ibâret
sanır.
Ehl-i sünnetin
reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”.
Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan
dörtde birinde de, ortakdır. İslâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün
diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.
[Bir müctehidin
çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce
mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen
unutulmuşdur. Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe 150, Mâlik
bin Enes Esbahî 179, Muhammed Şâfi’î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241 dir. Müctehid
olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde
bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”
yolu, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya’nî sünnet ile ve
müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîkadan başka, bir de,
(İcmâ’-ı ümmet) vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin sözbirliği
olduğu, İbni Âbidînde (Habs) bahsinde yazılıdır. Ya’nî gördükleri ve
işitdikleri zemân, hiçbirisinin red ve inkâr etmediği şeylerdir. Şî’îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn)
kitâbında, ölmüş olana tâbi’ olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]
Dîn-i islâm, bu
dört vesîka ile bizlere gelmişdir. Bu dört vesîkaya (Edille-i şer’ıyye)
denir. Bunların dışında kalan herşey bid’atdir, zındıklıkdır ve dinsizlikdir.
Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşfler, ahkâm-ı islâmiyye için
sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete
uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında
bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir
müctehide tâbi’ olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve
Muhyiddîn-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi’ olarak
yükselmişlerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya
hâsıl olan ilmler, ma’rifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i
zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekden maksad, meyve elde
etmekdir. Fekat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şartdır. Ya’nî, îmân olmazsa
ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle
iddi’âda bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan
kaçmakdan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise,
dînini ve îmânını alır. [(Merec-ül-bahreyn)de, Ahmed Zerrûkdan alarak
diyor ki, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fıkh öğrenmeyip, tesavvuf
ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkh öğrenip tesavvufdan haberi
olmıyan [(Bid’at sâhibi), ya’nî] sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate
varır) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tesavvufun zevkıni alan, kâmil insan
olur. Tesavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkh âliminin
mezhebinde idi. Tesavvufcunun mezhebi yokdur demek, mezheblerin hepsini bilir,
hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demekdir. Cüneyd-i Bağdâdî,
Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. Ebû Bekr-i
Şiblî, mâlikî idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî,
şâfi’î idi “Kaddesallahü teâlâ esrârehüm”.]
|