25 -
Kur’ân-ı Kerîm
nedir? Kur’ân tercemeleri
25 — Kur’ân-ı
kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatda, incileri ipliğe dizmeğe denir. Kelimeleri
de, inci gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Şi’rler birer nazmdır. Kur’ân-ı
kerîmin kelimeleri arabîdir. Fekat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır.
Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ
tarafından, mubârek kalbine bildirilen şeyleri, arabca olarak anlatırsa, Kur’ân-ı
kerîm olmaz. Bunlara (Hadîs-i kudsî) denir. Kur’ân-ı kerîmdeki arabî
kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmişdir.
Cebrâîl ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş,
Muhammed “aleyhisselâm” da, mubârek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen
Eshâbına okumuşdur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi Kureyş kabîlesinin lügatı ile,
dili ile gönderdi. (Redd-ül-muhtâr) kitâbı, üçüncü cild, yemîn bahsinde
buyuruyor ki, [(Feth-ul-kadîr) kitâbında da denildiği gibi, Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf
ve kelimelerin ma’nâsı, kelâm-ı ilâhîyi taşımakdadır. Bu harflere, kelimelere
Kur’ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ândır. Bu kelâm-ı ilâhî
olan Kur’ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve
ebedîdir]. Kur’ân-ı kerîm, Kadr gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi
yirmiüç sene sürmüşdür. Tevrât, İncîl ve bütün kitâblar ve sahîfeler ise, hepsi
birden, bir def’ada inmişdi. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize
değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değişdirildiler. Kur’ân-ı kerîm ise,
Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne
benzememekdedir. Bunlar, imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının, üçüncü cildi,
yüzüncü mektûbunda ve (Huccet-ullahi alel’âlemîn)de ve Zerkânînin (Mevâhib)
şerhı, beşinci cildinde uzun yazılıdır.
Cebrâîl
“aleyhisselâm” her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi,
Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”
efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kerre gelip,
temâmını okudular. Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur’ân-ı
kerîmi temâmen ezberlemişdi. Ba’zıları da, ba’zı kısmları ezberlemiş, birçok
kısmlarını yazmışlardı. Muhammed “aleyhisselâm”, âhırete teşrîf etdiği sene,
halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları
getirtip bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece,
(Mushaf) veyâ (Mıshaf) denilen bir kitâb meydâna geldi. Otuzüçbin
Sahâbî “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu Mushafın her harfinin, tâm yerinde
olduğuna söz birliği ile karâr verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halîfe Osmân
“radıyallahü anh”, hicretin yirmibeşinci [25] senesinde, sûreleri birbirinden
ayırdı. Yerlerini sıraladı. Altı dâne dahâ Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şâm, Mısr,
Bağdâd [Kûfe], Yemen, Mekke ve Medîneye verdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan
mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmışdır. Aralarında bir nokta farkı
bile yokdur.
Kur’ân-ı
kerîmde yüzondört sûre ve altıbinikiyüzotuzaltı âyet vardır. Âyetlerin sayısının
6236 dan az veyâ dahâ çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir
âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veyâ birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet,
yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veyâ ayrı ayrı âyet sayılmasından
ileri gelmişdir. Bu husûsda (Bostân-ül-ârifîn)de geniş bilgi vardır.
Her şâ’irin,
nazm yapmak kâbiliyyeti başkadır. Meselâ, Mehmed Âkifin ve Nâbînin şi’rlerini
iyi bilen usta bir edebiyyâtçıya, Mehmed Âkifin, son yazdığı bir şi’rini
götürüp, bu, Nâbînin şi’ridir desek, bu şi’ri, hiç işitmemiş olduğu hâlde,
okuyunca: (Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve Mehmed Âkifin, tabî’at-ı
şi’riyyelerini iyi bilirim. Bu şi’r Nâbînin değil, Mehmed Âkifindir) demez mi?
Elbette der. İki Türk şâ’irinin türkçe kelimeleri nazm etmesi, dizmesi çok
farklı olduğu gibi, Kur’ân-ı kerîm hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur’ân-ı
kerîmin insan sözü olmadığı tecribe ile de isbât edilmişdir ve her zemân
edilebilir. Şöyle ki, bir arab şâ’iri, bir sahîfede, edebî san’at inceliklerini
göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka
yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan
ve Kur’ândan haberi olmıyan, arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye
okutdurulmuşdur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş ve (Burası, yukarısına
benzemiyor. Buradaki san’at dahâ yüksek) demişdir. Sıra, âyet-i kerîmeye
gelince, şaşkın bir hâlde (Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma’nâ içinde, ma’nâ
çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok) demişdir.
Kur’ân-ı kerîm,
hiçbir dile, hattâ arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir şi’rin, kendi
diline bile, tâm tercemesine imkân yokdur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur’ân-ı
kerîmin ma’nâsını anlamak için tercemesini okumamalıdır. Bir âyetin ma’nâsını
anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istediğini anlamak demekdir.
Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez.
Terceme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir
dinsizin yapdığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, terceme
edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.
Köylüye âid bir
kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünki, köylü okuyabilse bile,
anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, îzâhını
ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da dahâ açıklayarak, nâhiye müdîrlerine
gönderir. Nâhiye müdîrleri, bu açıklamalar yardımı ile kanûnu iyi anlıyabilir ve
muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü
dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur’ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı
rabbânîdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kullarına se’âdet yolunu göstermiş ve
kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermişdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını,
yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse, tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm
“aleyhimürrıdvân”, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları
hâlde, ba’zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”
sorarlardı.
Meselâ Ömer
“radıyallahü anh”, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” birşey anlatdığını gördü.
Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe
çekindiler. Ertesi gün, Ömeri “radıyallahü anh” görünce, (Yâ Ömer, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle,
öğrenelim) dediler. Çünki, dâimâ, (Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize
de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!) buyururdu. Ömer “radıyallahü anh”,
(Dün Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin
ma’nâsını sormuş, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ona anlatıyordu. Bir
sâat dinledim, birşey anlıyamadım) dedi. Çünki, Ebû Bekrin yüksek derecesine
göre anlatıyordu. Ömer “radıyallahü anhümâ”, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden
sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer
Peygamber olurdu) buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve arabîyi çok iyi
bildiği hâlde, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünki, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin
derecesi, ondan çok dahâ yüksekdi. Fekat, bu da, hattâ Cebrâîl “aleyhisselâm”
dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı. [(Hadîka)da,
dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (... Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin
hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirdiğini imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir).]
Hülâsa, Kur’ân-ı
kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadîs-i şerîfleri
ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitâbı da, Onun
hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek,
istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını
yazmışlardır. (Beydâvî) tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. Bu
tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana
ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana
ilmlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok
kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka
ma’nâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka ma’nâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir
kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar
bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre,
yapdıkları Kur’ân tercemeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey
oluyor. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından, mezâyâsından, rumûzundan, işâretlerinden,
herkes îmânının kuvveti kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla
olmaz. Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları,
bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydâna çıkdığı
gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler,
tefsîrleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli
derecedeki insanlara göre, binlerle kitâb yazmışlardır. (Mevâkib), (Tibyân)
ve (Ebülleys) gibi, türkçe kıymetli tefsîrler, bu kitâblardandır.
(Tibyân tefsîri), hicretin [1110] senesinde yapılmış bir tercemedir. Konyalı
Vehbî efendinin tefsîri, bir va’z kitâbıdır. Yeni yazılan türkçe tefsîrlerin ve
ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakda,
okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düşmanlarının, bid’at
sâhiblerinin, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr ve
terceme kitâbları, birer zehrdir. Bunları okuyan genç zihnlerde, bir takım
şübheler, i’tirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların,
islâmiyyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadîs-i şerîf okuması uygun değildir. Çünki,
Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veyâ şübhe etmek insanın
îmânını giderir. Yalnız arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arabca
bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili arabca
olan, arab edebiyyâtını iyi bilen, çok papas var. Fekat, hiçbirinin
islâmiyyetden haberi yok. Çıkardıkları, 1956 baskılı (El-müncid)
ismindeki lügat kitâbında, islâm ismlerini, hattâ Medînenin Bakî’ mezârlığının
ismini ve hattâ, Resûlullah efendimizin vefât târîhini bile yanlış yazmışlardır.
Kur’ân-ı
kerîmin hakîkî ma’nâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin
kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi, Kur’ân-ı
kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmışdır. Kur’ân tercemesi diye
yazılan kitâblar, doğru ma’nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine,
düşüncelerine ve maksadlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur.
Kur’ân-ı
kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünki bu harflerde,
Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yokdur. Bunun için, ma’nâ
bozuluyor. Okunan, Kur’ân olmayıp, ma’nâsız bir ses yığını olacağı 1986 baskılı
(El-muallim) mecmû’asında da uzun yazılıdır. Meselâ, ehad yerine ehat
derse, nemâz fâsid oluyor.
Bugün, çok
kimsenin, böyle bozuk tercemeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu
belirsiz kitâbları (türkçe Kur’ân) diye gençliğin önüne sürdükleri,
köylere dağıtdıkları görülüyor. (Arabca Kur’ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz
dilimizle bunu okuyun) diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun
nemâz kılmadığı, oruc tutmadığı, harâmlara, hattâ dinsizliğe dalmış bulunduğu,
müslimânlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu kimseler, radyoda,
barlarda Beethovenin 9 senphonisini, Mozartın Figarosunu ve Molyerin şi’rlerini
niçin almanca, italyanca, fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı
dildir. Öztürkçe söylemek lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri
türkçeye terceme etmiyorlar. Çünki, türkçeye tâm çevrilemiyeceğini biliyorlar.
Türkçesinden, nefsleri zevk alamıyor. Türkçelerine Beethovenin, Şopenin eseri
denilemiyor. İşte müslimânlar da, bu kitâblardan Kur’ân-ı kerîmin zevkıni
alamaz, rûhlarını besliyemez.
Diyânet İşleri
Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1381 [m. 1961] de neşr edilen, (Kur’ân-ı
kerîmin türkçe meâli) adındaki tercemenin önsözünde de, yukarıda
bildirdiklerimiz çok güzel dile getirilmişdir. Diyânet işleri reîsi muhterem
H.Hüsnü Erdem imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm gibi ilâhî
belâgat ve îcâzı hâiz bir kitâb, yalnız türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyle
çevrilemez. Eski tefsîrlerin ışığı altında verilen ma’nâlara da terceme değil,
meâl demek uygundur. Kur’ânın yalnız ma’nâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân
hükmünde tutmak, nemâzda okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm
çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir terceme, aslının yerini tutamaz. Kur’ân-ı kerîmde,
muhtelif ma’nâlara gelen lafzlar vardır. Böyle bir lafzı terceme etmek, çeşidli
ma’nâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek ma’nânın, murâd-ı ilâhî olduğu
bilinemez. Bunun için, Kur’ân tercemesi demeğe cesâret edilemez. Kur’ân-ı kerîmi
terceme etmek başka, tercemeyi Kur’ân yerine koymağa kalkışmak başkadır).
Önsözden sonra yapılan açıklamalarda diyor ki, (Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz
kitâbın tam hakkını vererek aynen türkçeye çevrilmesi mümkin değildir. Bu
i’tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime kelime aynen terceme etmek yerine,
arabca aslından anlaşılan ma’nâ ve meâli türkçe ile ifâde yolu olsa gerekdir.
Kur’ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek
terceme etmek mümkin değildir. Fekat, meâl olarak tercemesi mümkindir. Bir
dilden başka bir dile yapılan tercemelerde, her iki dilin husûsiyyetlerini
hakkıyle belirtmeğe imkân yokdur. Avrupada ilk Kur’ân tercemesi 537 [m. 1141] de
lâtinceye yapılmışdır. 919 [m. 1513] da italyancaya, 1025 [m. 1616] de almancaya,
1056 [m. 1647] da fransızcaya ve 1057 [m. 1648] de ingilizceye terceme
edilmişdir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercemeleri vardır. Ancak
çeşidli eğilimli kimselerin yapdıkları tercemelerde, pek yanlış, hattâ
garazkârâne olanlar vardır. Kur’ân-ı kerîmi başka dillere terceme etmek câizdir.
Fekat, tercemeden islâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle,
icmâ’ ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile,
fıkh kitâblarından öğrenilir).
Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, İstanbulda, Bâyezîd umûmî
kütübhânesi, şeyhul-islâm Veliyyüddîn efendi kısmında, binyediyüzaltı numaralı
kitâbın 224.cü sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân tercemesi, Kur’ân değildir. Çünki
Kur’ân, ma’lûm mûciz olan nazmdır. Terceme edilince, îcâzı zâil olmakdadır. Bir
şi’r terceme edilince, şi’r olmakdan çıkar). Kitâb, imâm-ı Nevevînin (Ezkâr)
kitâbının şerhidir. Müellifi, Ebû Abdüllah Muhammed Şemsüddîn Ukaylî Behnesî
şâfi’î nakşî 1001 [m. 1592] de vefât etmişdir. Behnes, Mısr-ı vüstâda bir
kasabadır.
Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım arabîdir) diyor. (Muhammed
aleyhisselâma, bu Kur’ânı arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü
teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve ma’nâların toplamı
Kur’ândır. Böyle olmıyan kitâblara, Kur’ân-ı kerîm denemez. Bu kitâblara Kur’ân
diyen müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ arabîye çevrilirse,
Kur’ân açıklaması denir. Ma’nâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur’ân
olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa,
Kur’ân denmez.
(Rıyâd-ün-nâsıhîn)de
diyor ki: Arabî gramer şartlarına uyan ve ma’nâyı değişdirmiyen, fekat ba’zı
kelimeleri Osmân radıyallahü anhın topladığına benzemiyen Kur’ân-ı kerîme (Kırâet-i
şâzze) denir. Bunu nemâzda da, başka yerde de okumak câiz değildir, günâhdır.
Kırâet-i şâzzeyi, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birkaçı
okumuş, fekat sözbirliği olmamışdır. Eshâb-ı kirâmdan birinin okuduğu
bildirilmiyen bir okumağa (Kırâet-i şâzze) denmez. Böyle okuyanı habs
etmek, döğmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadığı şeklde okumak,
ma’nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.
Kur’ân-ı
kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur’ân denmez. Bunlara, Kur’ân-ı
kerîmin meâli, ya’nî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli,
hâlis müslimânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak
için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur’ân diye okunamaz. Bunları,
Kur’ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmi,
Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma’nâsını bilmeden okumak da sevâbdır.
Ma’nâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.
Mısr, Irâk,
Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin
dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki arabcayı değil,
Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek
çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin
yazmış oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma
tercemeleri okuyan gençler, Kur’ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz,
fâidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur’ândan, islâmdan soğuyup, kâfir
olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur’ân tercemelerini sürerek, öztürkçe Kur’ân
okuyunuz, yabancı dil olan arabca Kur’ânı okumayınız demek, müslimân
yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının
yeni bir taktiği, hîlesi olsa gerekdir.
İbni Hacer-i
Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının otuzyedinci sahîfesinde
buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile
terceme edip, Kur’ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır.
Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” Fâtihayı Îrânlılara fârisî harflerle yazmadı.
Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka
harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur’ânı okumak harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi arabî
harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile
harâmdır. Böyle yapmak Selef-i sâlihînin, ya’nî ilk yıllardaki müslimânların
yapdıklarını beğenmemek, onları câhil bilmek olur. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde,
(Ribû) yazılı ise de, (Ribâ) okunur. Bunu, okunduğu gibi (Ribâ)
yazmak câiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi böyle yazarken ve başka dile terceme
ederken, Allah kelâmının îcâzı bozulmakda, nazm-ı ilâhî değişmekdedir. Herhangi
bir sûrede bulunan âyetlerin yerlerini değişdirmek harâmdır. Çünki, âyetlerin
sırası kat’î olarak doğrudur. Sûrelerin sıralarının doğruluğu ise zannîdir.
Bunun için, sûrelerin yerini değişdirerek okumak, yazmak mekrûh olmuşdur. Kur’ân-ı
kerîmi başka harflerle veyâ tercemesini yazmak, okumak, öğrenmesini
kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz olmasına sebeb
olamaz).
(Mevdû’ât-ül-ulûm)da
diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini hiçbir kuluna
bildirmemişdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse
bilemez. İkinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmişdir. Bu
yüce Peygamberden ve onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları
anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine
bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emr buyurmuşdur. Bu ilmler de ikiye ayrılır:
Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda,
âhıretde yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır.
Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile, tecribe ile
anlaşılamaz. Üçüncü kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler ile
anlaşılabilir. Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak
böyledir. İmâm-ı Nesefî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Akâid)de buyuruyor
ki, arabî ilmlere göre ma’nâ verilir. İsmâilî sapıkları gibi, başka ma’nâlar
vermek, ilhâd ve küfr olur.
Kendi aklı ve
görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş dürlüdür:
1 — Tefsîr için
lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.
2 — Müteşâbih
âyetleri tefsîr edenlerdir.
3 — Sapık
fırkalardakilerin ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun
tefsîr yapanlardır.
4 — Delîl ve
sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.
5 — Nefse ve
şeytâna uyarak yanlış tefsîr yapanlardır).
|