Önce malûm olsun ki, gayb âlemi Hak teâlâ hazretlerine mahsustur. Gaybı bilmek yaratığın şanından değildir. Allah'ın Peygamberinin lisanı üzre vâki olan nesne, Hak teâlâ hazretleri katındandır. Ya vahiy ya da ilham yoliyle bildirilmektedir. Bunun delili, Hak teâlâ hazretlerinin şu şerefli sözüdür:

"Âlimü'l-gaybi felâ yuzhiru alâ gaybihi ahaden illâ min artazâ min resûlin — O, gaybı bilicidir. Fakat kendi görünmez bilgisini hiç kimseye göstermez. Ancak râzı olduğu rasüllere gösterir." (Cin sûresi: 72/26-27)

Bu âyet-i kerîme gereğince gaybı bilen, Allahü teâlâ hazretleridir. Hiç kimseyi gaybı hakkında bilgi sahibi etmez, ancak rasüllerinden dilediğini bilgi sahibi eder.

Bazıları bu âyetten evliyanın kerametinin iptaline delil çıkardılar. Buna cevap verenler, resulü meleğe tahsis ettiler. Yâni burada geçen resulden murat, vahiy meleğidir dediler. İzhar'dan (göstermekten) murat da vasıtasız olarak melektir. Evliyanın gayba ait şeyler hakkında bilgi sahibi olması meleğin rüya göstermesiyle müyesser olur; yâni rüyada meleklerden bu bilgiyi alırlar, dediler. Nitekim meleklerin hallerini ve durumlarını biz peygamberler vasıtasiyle biliriz, dediler.

Hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz hazretleri:

"Vallahi innî lâ a'lemu illâ mâ allemenî rabbî — Vallahi ben, Rabbimin bana öğrettiğinden başka bir şey bilmem," buyurmuşlardır.

Hâsılı gayb ilminden olup da Fahr-i Âlem hazretlerinin ondan haber vermiş bulunduğu her nesne, şüphe yoktur ki, nübüvvet ve risaletinin gerçekliğine delâlet etmesi için O'na Allah tarafından bildirilmiştir. Peygamber Efendimiz hazretleri, Allah'ın bildirmesi ve emretmesiyle halka haber vermiştir. O Hazret'te bu sıfatın olduğu sahâbe-i kirâm arasında öyle şöhret bulmuş ve yayılmıştı ki, birbirine:

"Sus! Vallahi eğer yanında haber verecek bir kimse olmasa, Batha deresinin taşları haber verir," derlerdi.

Kasdedilen, "Elbette ve muhakkak gerçekleşir, Allah O'na bildirir" demektir. Yoksa hakikaten taşlar haber verir diye itikat etmezlerdi.

Bu Fasıl, İki Kısım üzredir.

Birinci Kısım

Kur'ân'da Gelen Gayb Haberleri

Peygamber Efendimiz hazretlerinin, gayba dair verdiği haberlerin Kur'an-ı Azîm'de gelenleri cümlesinden biri:

"Ve in küntüm fî reybin mimmâ nezzelnâ alâ abdinâ fe'tû bisûretin min mislihi ved'û şühedâeküm min dûnillahi in küntüm sâdıkîyne. Fein lem tef'alû ve len tef'alû — Eğer kulumuza indirdiğimiz şeyden en küçük bir şüpheniz varsa, haydi, onun gibi bir sûre meydana getirin! Allah'dan başka bütün şahitlerinizi de yardıma çağırın! Eğer sözünde doğru kişilerseniz... Fakat eğer yapamadmızsa, ki aslâ yapamayacaksınız," (Bakara sûresi: 2/23-24) âyet-i kelimesidir. Buraya kadar bu şerefli söz, gaybdan haber vermesidir.

Hâsılı, "Eğer siz, bizim kulumuz Muhammed Mustafa'ya inzal ettiğimiz nesneden şek ve şüphede iseniz, öyleyse onun mislinden bir sûre miktarı getirin ve eğer bu mücadeleye kendiniz kadir değilseniz şâhitlerinizi dâyet edin. Yâni size yardımcı ve destek olanların hepsini dâvet edin. Gelsinler, size yardım etsinler. Eğer Kur'an beşer sözüdür diye iddia ettiğiniz sözde doğrucu iseniz!.. Eğer geçmiş zamanda mücadele ve çekişmeye girmeyip onun mislinden bir sûre getiremedinizse, kesindir ki, gelecek zamanda da böyle bir çekişmeye giremezsiniz," demek olur.

Gerçekten de bugüne kadar kimse, Kur'an ile mücadeleye kudret yetirip onun mislinden bir sûre meydana getirmesi mümkün olmadı. Bundan sonra buna muktedir olunması ihtimali de yoktur.

"Ve iz yuidükümullahu ihde't-tâifeteyni ennehâ leküm ve teveddûne enne ğayre zâti'ş-şevketi tekûnu leküm — Allah size vaad ediyordu ki, iki topluluktan biri sizindir. Siz ise kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyorsunuz," (Enfâl sûresi: 8/7) âyet-i kelimesidir.

Bunun aslı daha önce zikrolunduğu üzre şu idi: Kureyş'in iki kafilesi vardı. Yâni ticaret sebepleriyle kafileleri yolda idi. Onları almak için Fahr-i Âlem hazretleri sahâbe-i kirâm ile dışarı çıkmıştı. Mekkeliler bunu işittiler ve bin kişiye yakın bir kuvvetle kafileyi korumak için harp ve kıtâl sebepleriyle dışarı çıktılar. Bunlarla orada savaşa girişmek sahâbeye teklif olundu. Kendileri üç yüz on üç kişi olduklarından o silahlı topluluk karşısında savaşa meyletmeyip ticaret kafilesine dokunmayı tercih ettiler. Meyilleri o yöne oldu.

Hak teâlâ hazretleri içlerinde sakladıklarını haber verdi ve ettiği vaadi yerine getirip o silahlı tâifenin üzerine Müslümanları mansur ve muzaffer kıldı. Hâdisenin ayrıntıları Bedir gezvesinde geçmişti.

Biri de:

"Seyuhzemu'l-cem'u ve yuvellûne'd-dübüre — O topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır," (Kamer sûresi: 54/45) âyet-i kerimesidir.

Bu da gelecekten haber vermedir. Hâsılı, Kureyş'in Bedir gününde hezimete uğrayıp arkalarını döndüreceklerinden haber vermiştir. Ve gerçekten de öyle olmuştur.

Biri de yine Kureyş hakkında:

"Senulkiy fî kulubillezîne keferu'r-ru'be bimâ eşrekû billahi mâ lem yünezzil bihi sultânen — Haklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koştukları için gerçeği örtüp gizlemeye çalışanların kalblerine korku salacağız," (Âl-i İmrân sûresi: 3/151) âyet-i kerîmesidir.

Bundan murat, Uhud gazâsında Kureyş kâfirlerinin kalblerine korku salacağından haber vermektir. Hatta öyle oldu ki, savaşta bu derece galebe suretini tutmuşlarken gönüllerine korku düştü. Bazılarının dediğine göre yolda giderken döndüklerine pişman olup "Tekrar dönelim, gidip hepsini kıralım! Hiç bir müslüman kalmasın!" dediler. Hak teâlâ hazretleri kalblerine korku bıraktı, geri dönme gücünü kendilerinde bulamadılar:

Biri de:

"Elim Lâm Mim. Ğulibetü'r-rûmu fî ena'l-arzi ve hüm min ba'di ğalebihim seyağlibûne — Elif Lâm Mim. Rum yenildi. En yakın bir yerde onlar, bu yenilgilerinden sonra yenecekler," (Rum sûresi: 30/1-3) âyeti kerimesidir. "Lâ yuhlifullahu va'dehu — Allah vaadinden caymaz," (Rum sûresi: 30/6) sözüne kadar devam eder.

Bunun iniş sebebi şu idi: İran hükümdarı Hüsrev-i Pervîz, iki yiğit beyine çok sayıda asker katıp göndermişti. Geldiler, Rum (Doğu Roma, Bizans) diyarının Arap ülkesine en yakın yerlerinden bazı memleketlerini aldılar. Rum askeri yenildi. Kureyş kâfirleri bu halden çok memnun olup sevindiler. Bunu (uğur) tuttular. Müslümanlara dediler ki: "Siz ve Rum tâifesi kitap ehlisiniz, biz ve Fars kavmi ümmileriz. O halde Farsların Rumlara galip gelmesinden uğur tutarız ki, biz de size galip oluruz!" Hak teâlâ hazretleri, âyet gönderip haber verdi ki, Rumlar da "Bız'ı sinîn" içinde, yâni "üç yıldan dokuz yıla kadar" Farslara galip olacaklar.

Âyet-i kerîme inince Hazret-i Sıddık (radıyallahü anh), kâfirlere:

— Mel'unlar! Hiç sevinmeyin. Nazar âkıbetedir. Siz, işin sonuna bakın. Sonunda Rum tâifesi Farslara galip olacaktır. Hak teâlâ hazretleri böyle haber verdi, dedi.

Kureyş'in serkeşlerinden Ubey bin Halef dedikleri mel'un:

Böyle değildir! Gel beri, seninle bahse girişelim, dedi

Böylece bahse girip onar deve ile üç yıl müddet koydular. Ebû Bekir, olup bitenleri Fahr-i Kâinat hazretlerinin huzuruna arzetti. Fahr-i Âlem hazretleri:

— "Bız'ı sinîn", üç yıldan dokuz yıla varıncaya kadar demektir. Git, malı ve müddeti arttır, buyurdu.

Ebû Bekir Sıddık hazretleri, gelip dokuz yıla değin yüz deve üzerine bahse girip müddet bağladı. Birbirinden birer kefil aldılar. İşin sonunda Müslümanların Bedir denilen yerde Kureyş kâfirlerine galip geldikleri gün Rumların da Farslarla cenk edip galip olduklarının haberi yetişti. Bazı kavilde haber, Hudeybiye gününde geldi. Velhasıl Hazret-i Sıddık, yüz deveyi, birinci söz üzre, yâni haberin Bedir'de gelmesi kavli gereğince Übey'den aldı. İkinci söz üzre kefilinden aldı. Zira Ubey mel'unu Bedir'de öldürülmüştü. Kâinatın efendisi ve en güzel övgülerin yegâne sahibi Peygamber Efendimiz hazretleri:

Ya Ebâ Bekir! Onları sadaka eyle, diye buyurdu.

Netice olarak âyet-i kerîmenin gaibden haber verdiğinde şek ve şüphe kalmadı.

"Vaad'allahu'llezîne âmenû minküm ve amilu's-sâlihâti leyestahlifenneküm fî'l-arzı keme'stahlefe'llezîne kablihim — Allah, sizden iman edip iyi işler görenlere vaadetti ki, onlardan öncekileri nasıl hâkim kıldıysa onları da yeryüzüne hâkim kılacaktır," (Nur sûresi: 24/54) âyet-i kerîmesidir.

Bunun neticesi, Hak teâlâ hazretlerinden Resulüne vaaddır ki, yakın zamanda ümmetini arza hâkim ve insanların İmâmları kılacaktır. Korkularını eminliğe tebdil edecektir. Sonunda vaadini yerine getirip vaad buyurduğu şeyleri nasip etti. Hatta Mekke, Hayber, Bahreyn, Arap yarımadasının diğer yerleri ve Yemen toprağı tamamen fetholunmadıkça Fahr-i Kâinat hazretleri âhiret yurduna intikal etmedi. Mecusî topraklarından ve Şam'ın bazı taraflarından cizye aldı. Rum padişahı, Mısır ve Iskenderiye hâkimleri, Umman melikleri, Ushame'nin vefatından sonra Habeş sultanı olan şahıs, hepsi Fahr-i Kâinat hazretlerine pîşkeşler (hediyeler) gönderdiler.

Peygamber Efendimiz Hak teâlâ hazretlerinin dâvetine icabet ettikten sonra en büyük halifesi Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) din işini kuvvetlendirmeye kıyam gösterip İslâm vazifelerinin en mühimlerine gerektiği şekilde sıra ve düzen verdi. Halid bin Velid'e asker katıp Fars ülkesine gönderdi. Gittiler, Allah'ın yardımıyle bir tarafını fethettiler. Bir bölük asker de Ubeyde bin Cerrah'a katıp Şam toprağına gönderdi. Bir miktar askerle de Amr bin As'ı Mısır'a gönderdi. Hak teâlâ hazretleri, Şam'a giden askere Busra ve Dımışk (Şam) şehirlerinin fethini müyesser eyledi. Etrafında olan Havran vesair kasaba ve şehirlerden her ne varsa hepsini tasarruf havzasına dâhil ettiler.

Ondan sonra Ömer bin Hattab hazretlerini yerine geçirip kendi âhiret yurduna intikal edince Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Ömer'in halifelik zamanında İslâmiyete öyle bir kuvvet ve kudret ihsan buyurdu ki, her nereye yöneldilerse Rabbani fetih ve zafer, İslâm askerlerinin önderi olup Mısır ve Şam memleketleri tamamiyle ve kemâliyle fetholundu. Fars memleketlerinin çoğu İslâm beldelerine bağlanıp Kisrâ kaçtı, memleketinin en uzak köşesine gitti. Kayser de Şam diyarından elini çekip Kostantiniyye'ye iltica etti. Ömer (radıyallahü anh), ikisinin mal ve menâllerini alıp Allah yolunda fakirlere nafaka etti. Hak teâlâ hazretleri Resulullah hazretlerine nasıl vaad buyurduysa öyle gerçekleşti.

Ondan sonra Hazret-i Osman bin Affân (radıyallahü anh) halifelik makamına oturunca İslâm memleketleri Doğu'nun ve Batı'nın en uzak topraklarına kadar uzandı. Batı diyarı, tâ Endülüs ve Kırvân memleketlerine, Okyanus sahillerine varıncaya kadar fethohındu. Doğu diyarı, tâ Çin beldelerinin nihayetine kadar İslâm'ın tasarruf kabzasına dâhil oldu. Irak şehirleri, Horasan ve Ahvaz fetholunup Müslümanlar, kefere-i Etrâk* ile büyük kıtâl ettiler, sayısız kimselerini kırdılar. Galiba Etrâk'ten murad, leşker-i Hakan'dır (Türk hükümdarlarının askeridir). Zira Çin ülkesine vardılar, demiştir. Müminlerin emîri Osman (radıyallahü anh) hazretlerine Doğu'nun ve Batı'nın haracı geldi.

İşte bütün bu şerefler onlara, imanın bütün unsurlarını kendilerinde toplamaları, Kur'an okumaları ve okudukları o büyük kitabın istediği güzel ahlâka sahip olmak ve emrettiği güzel işleri başarmak hususundaki kuvvetli azim ve iradeleri sebebiyle idi. Allah onlardan ve diğer sahâbelerin hepsinden razı olsun.

Biri de:

"Onların üzerine zillet ve yoksulluk vuruldu," (Bakara sûresi: 2/61) âyet-i kelimesidir ki, Yahudi tâifesi hakkında nâzil olmuştur. Gerçekten de bu şerefli söz gereğince onlar, daima zillet ve hakaretten halâs bulmamışlardır.

Efrâk: Türk kelimesinin Arapça çoğul şekli olup Türkler demektir. Ancak Moğollar ve Cengiz Han'ın ordusunda bulunan çeşitli ırktan askerler de bu isimle anılır, onlara da Araplar Etrâk derler.

Biri de:

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiğini gördüğün zaman, Rabbini överek tesbih et ve O'ndan bağışlanma dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edicidir," (Nasr sûresi: 110/1-3) süresidir ki, Hak teâlâ hazretleri, Kureyş'e karşı Peygamber Efendimize yardım, Mekke'nin ve diğer beldelerin fethini vaad buyurup insanoğullarının kalabalık topluluklar halinde islâm'a gireceklerini haber vermiş ve nasıl buyurduysa öyle olmuştur.

Elbette Allah doğru söyler ve O'nun seçilmiş Peygamberi açık seçik tebliğ eder.

İkinci Kısım

Peygamberimizin, Kur'ân Âyetlerinden Başka Verdiği Gayb Haberleri

Bazı Misaller

Huzeyfe (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Bir gün Fahr-i Âlem Efendimiz hazretleri, seçkin sahibeleri arasında kalkıp hutbe buyurdu. Tâ kıyamete değin zuhur edecek hâdiselerden haber verdi. Haber vermediği bir nesne bırakmadı. Ezberleyen ezberledi ve unutan unuttu. Ashâb (Allah onlardan razı olsun) bu hâli bilirlerdi. Buyurduğu hâdiselerden bir şey zuhur etse "O zaman Fahr-i Âlem hazretleri bunu haber vermişti," diye yâdıma gelirdi. Nasıl bir kimse bir kişiyi bir zamanlar görmüş olsa da unutsa, sonra gördüğü zaman bu kişinin o kimse olduğu hatırına gelse, işte ben de Fahr-i: Âlem hazretlerinin haberlerini sonradan öyle hatırlardım," dedi ve yemin ederek: "Mecliste üç yüz kişiden fazla kimse vardı. Fahr-i Âlem hazretleri, kıyamete değin zuhur edecek fitnelere kim önder olursa, yâni her kim fitne askerinin kumandanı olursa ismiyle, babasının ismiyle ve kabilesiyle zikretti," diye buyurdu.

Ebû Dâvud Huzeyfe (radıyallahü anh) hazretlerinden "böylece rivâyet etmiştir.

İmâm Taberanî'nin naklinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinden rivâyet eder ki:

"Gerçekten Hak teâlâ hazretleri, dünyanın tamamını bana yükseltti. Yâni dünyanın her yerini benim karşıma tuttu. Ben, o dünyaya ve kıyamet gününe değin onda olacak hâdiselere, şu avucumun içine baktığım gibi bakarım," diye buyurmuşlar.

Bundan başka Deccâl hususunda vesair işlerle hâdiselere ilişkin bazı rivâyetler daha gelmiştir. Bu hadîslerin tanıklarından biri şudur ki, Şeyhayn'ın rivâyetlerinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) buyurmuştur:

"Habeş padişahlarından Fahr-i Âlem hazretlerine iman getiren Necâşî Habeş diyarında vefat ettiği gün kâinatın hocası Efendimiz hazretleri, halka:

— Necâşî bugün vefat etti, diye haber verip ashâb ile musallaya çıktı.

Onlarla saf bağlayıp Necâşî'nin üzerine gaib namazı kıldı ve dört tekbir aldı."

Hakikaten sonradan gün gibi açık seçik meydana çıktı ki, Fahr-i Âlem hazretleri namazını kıldığı gün Necâşî Habeş ülkesinde vefat etmişmiş.

Necâşî (daha fasih şekliyle Nicâşi), diye Habeş padişahına derler. Nitekim Rum padişahına Kayser ve Acem padişahına Kisrâ derler. Zikri geçen Necâşî'nin adı Ushame idi. Allah ona rahmet etsin.

Biri de şudur ki, daha önce işaret olunduğu üzre Resulullah Efendimiz hazretleri, Ebû Bekir, Ömer ve Osman ile Uhud dağına çıktılar. Dağ harekete geldi. Mübarek ayağıyle vurup dağa:

— Ey Uhud! Sâbit ol ve karar kıl! Çünkü üstünde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehitten başka kimse yok, diye buyurdu.

Gerçekten de Hazret-i Ömer ve Osman (Allah onlardan razı olsun) sonradan şehadet makamına ayak bastılar.

Biri de yine Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ebû Hüreyre hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri:

Kisrâ öldüğü zaman ondan sonra Kisrâ olmayacak, Kayser öldüğü zaman da ondan sonra Kayser olmayacaktır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, her ikisinin de hazineleri Allah yolunda infak olunacaktır, buyurmuştur.

İmâm Nevevî der ki: "Şafii'nin ve diğer âlimlerin sözlerine göre mânası, 'Kisrâ helâk olduktan sonra Irak'da Kisrâ olmasa gerek ve Kayser helâk olduktan sonra Şam'da Kayser olmasa gerek,' demektir. Yâni kendi şerefli zamanında Acem padişahı Irak ülkesinde ve Rum padişahı Şam diyarında otururlardı. Bunlar yok olduktan sonra artık Irak'da Acem padişahı ve Şam'da Rum padişahı oturmayacak, demek olur. Gerçekten de buyurduğu gibi oldu.

Biri de şudur ki, Şürâka (radıyallahü anh) hazretlerine, Kisrâ'nın bileziklerini takınacağını işaret buyurup:

Kisrâ'nın bileziklerini takınsan ne dersin? demişti.

Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) hilafeti zamanında Kisrâ devleti yıkılıp o bilezikleri Müminlerin Emîri'nin huzuruna getirdikleri vakit Ömer, onları Sürâka'ya giydirdi:

Onları Kisrâ'dan soyup Sürâka'ya giydiren Allah'a hamd olsun, diye Hak teâlâ hazretlerine hamd etti.

Biri de şudur ki, Amcası Abbâs daha İslâm'a gelmeden Mekkelilerle beraber Bedir savaşma gittiği zaman karısına geceleyin bir miktar mal vermişti. Bunu karısiyle kendisinden başka hiç kimse bilmiyordu. O gün esir olup bahasını ödemek şartiyle serbest bırakılması kabul edildiği zaman Fahr-i Kâinat hazretlerine:

— Benim malım yoktur. Şimdi beni ellere muhtaç mı edeceksin? deyince Fahr-i Kâinat hazretleri:

Karına verdiğin mala ne oldu? buyurdu.

Abbâs, hemen nübüvvetini tasdik edip imana geldi.

Biri de Hâtib bin Ebi Beltea'nın Mekkelilere mektup göndermesi hadisesidir. Hâtib'in böyle bir mektup gönderdiği Allah'ın izniyle Resulullah Efendimiz'e malum olup mektubu ileten kadinin ardınca adam göndererek:

Filan yerde ona yetişirsiniz, diye buyurmuşlardı.

Ayrıntıları Birinci Bölüm'de geçmişti.

Biri de yine daha önce ayrıntılarının zikri geçtiği üzre Mûte gazâsında Zeyd bin Hârise, ondan sonra Ca'fer bin Ebi Tâlib ondan sonra Abdullah bin Revâha şehit oldukları saat tafsilatiyle hallerinden ashâba haber vermeleridir. Resulullah Efendimiz hazretleri bunlara asker katıp Şam yakininda Mûte dedikleri yere göndermiş, kendileri saadetle Medine'de kalmışlardı.

Esmâ binti Umeys (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Ca'fer şehit olduğu gün sabah vaktinde Peygamber Efendimiz ashâbı ile bana gelip:

Ya Esmâ! Ca'fer'in çocukları nerededir? dedi.

Ben de çocukları getirdim. Alıp bağrına bastı ve kokladı. Ondan sonra mübarek gözlerinden yaş aktı. Ben:

Ya Resûlallah! Ca'fer'den sana bir haber mi yetişti? dedim.

— "Neam katele'l-yevme — Evet, bugün öldürüldü," buyurdu."

Biri de şudur ki, Kureyş tâifesinin Benî Hâşim'den aldıkları ahidnâme'nin yazısını güve yedi, sadece yer yer Allah'ın isimleri kaldı, diye Kureyş'e haber verdi. Kâğıdı ortaya getirip açtılar. Gerçekten buyurduğu gibi buldular. Tafsilatı Birinci Bölüm'de geçmişti.

Biri de şudur ki, Taberân'i ve Bezzâr'ın rivâyetlerinde İbn-i Ömer (radıyallahü anh) buyurdu: "Resulullah Efendimiz hazretleri ile Minâ Mescidinde oturuyordum. Ensâr'dan bir kişi ve Sakif kabilesinden bir kişi gelip Peygamber Efendimiz hazretlerine selâm verdiler:

Ya Resulallah! Sana bazı şeyler sormaya geldik, dediler.

Âlemlerin Efendisi Resulullah hazretleri:

Eğer dilerseniz, bana ne sormaya geldiğinizi size haber vereyim. Eğer dilerseniz, ben susayım, ne sormaya geldiğinizi siz anlatın, dedi.

Sakifî, Ensarî'ye:

Söyle, neye geldiğimizi haber versin, dedi.

Bunun üzerine Resulullah Efendimiz hazretleri:

Şunun için geldiniz ki, Beyt-i haram niyetiyle evinden çıktığın vakit o amelde sana ne sevap ve fazilet bulunduğunu bana soracaksınız. Ayrıca tavaftan sonra kıldığın iki rek'ati, Safâ ve Merve arasında olan şeyi, Arefe'de olan vukufu, Remy-i Cimâr'ı (taş kümelerini taşlamayı), kurbanı ve bunlarda sana ne sevap hasıl olduğunu soracaksın, diye buyurdu.

Ensarî:

Seni hak peygamber gönderen Allah hakkı için bunları sormak için gelmiştim, dedi.

Bunun eşi olan bir husus da Vasile bin Eşka (radıyallahü anh) hazretleriyle olmuştur.

Biri de şudur ki, Fâtıma hazretlerine:

— "İnneke evvelü ehlî lühûkan bî — Ehlimden bana ilk ulaşacak olan sensin," diye buyurup Ehl-i Beytinden kendine ilk vâsıl olacak olanın Hazret-i Fâtıma olduğunu hastalığı sırasında haber verdi.

Gerçekten de öyle oldu. Bir rivâyette Peygamber Efendimizin vefatından altı ay sonra, bir sözde altı ay sonra Hazret-i Fâtıma âhirete intikal etti.

Biri de şudur ki, hanımlarına:

— "Esra'künne bî lühûkan etvâlükünne yeden — Bana en sür'atli kavuşanınız, eli en uzun olamnjzdır," buyurdu.

Murat, "Sizin bana en çabuk kavuşanınız en fazla sehavet (cömertlik) üzere olanınızdır," demek olur. Müminlerin analarından (Allah onların hepsinden razı olsun) Zeyneb binti Cahş iş işlerdi ve kendi elinin emeğinden sadaka verirdi. Resulullah Efendimiz hazretlerine ilk ulaşan o oldu. Allah ondan razı olsun.

Biri de şudur ki, Ali bin Ebi Tâlib (radıyallahü anh) hazretlerine şehit olacağını haber verip:

— "Men eşka'l-âhirîn? — Sonra gelenlerin en eşkiyası kimdir? dedi.

O da:

— Allah ve resulü daha iyi bilir, diye cevap verdi. Resulullah hazretleri:

— "Katilüke — Seni katleden kimsedir," diye buyurdu. İmâm-ı Ahmed Menâ/ab'inde böyle zikretmiştir.

Biri de şudur ki, İbn-i Asâkir'in rivâyetinde Muâviye'ye:

—"Emmâ enneke setüblâ emre ümmeti ba'dî feizâ kâne zâlike f'akbel min muhsinihim ve tecâvez an musîihim — Elbette sen, benden sonra hemen benim ümmetimin emirliğine müptelâ olacaksın. Bu olduğu zaman onların iyilerine yönel, kötülerinden vazgeç," buyurmuşlar.

Hâsılı, Muâviye'ye ümmeti üzerine vâli olacağından haber verip bu gerçekleştiği zaman onların iyisi ve kötüsüyle hepsine güzel muamele etmesini tenbih buyurdu.

Yine İbn-i Asâkir (Allah ona rahmet etsin) Urve bin Ruveym'den merfuan rivâyet etmiştir ki, Muâviye hakkında:

Muâviye aslâ mağlup olmaz, buyrulmuş.

Hazret-i Ali (Allah varlığını mübarek eylesin) Sıffiyn savaşında:

Eğer bu hadîs benim hatırıma gelseydi Muâviye ile kıtal etmezdim, diye buyurmuş .

Biri de Hazret-i Osman bin Affân'a işaret edip:

Bu, mazlum olarak katledilecektir, diye buyurmasıdır.

Sonunda buyurduğu gibi oldu. Mushaf'ı okurken vuruldu. Kanı, "Fesayekfîkehumullahu ve hüve's-semîu'l-alîmu — Onlara karşı Allah sana yeter. O işitici ve bilicidir," (Bakara sûresi: 2/137) yazısının üstüne saçıldı.

Şifâ'da Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin bu mertebeye kadar belirtmiş olduğu yazılıdır. Hâkim'in naklinde İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilmiştir ,ki:

— Resulullah hazretleri: Yâ Osman! Sen Bakara sûresini okurken öldürüleceksin ve kanından bir damla "Feseyekfîkehumullahu — Onlara karşı Allah sana yeter," kelimesinin üzerine sıçrayacak, diye buyurmuşlar.

Fakat Hâfız Zehebî: "Bu hadîs uydurmadır," demiştir.

İmâm Müslim'in naklinde Üsâme bin Zeyd'den rivâyet edilmiştir ki:

"Resulullah Efendimiz hazretleri, bir gün Medine'nin evlerinden birinin üstüne çıktı ve yârânına sorup:

— Benim gördüğümü siz görüyor musunuz? dedi.

Ondan sonra:

— Gerçekten sizin evlerinizin arasında katrelerin (yağmur damlalarının) düştüğü yerleri görür gibi fitnelerin düştüğü yerleri görüyorum, diye buyurdu."

Hâsılı, şehrinizin içinde fitne vâki olsa gerektir, diye işaret buyurdu. Ondan sonra fitneler zuhur etmeye başladı. Hazret-i Osman'ın şehâdetinden sonra fitneler birbirini takip etti. Tâ Haccac fitnesine kadar o diyar türlü türlü belalardan âsûde olmadı. Nitekim tarih kitaplarında etraflıca yazılıdır.

İmâm Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, Harre gününde Kur'an hafızlarından yedi yüz kişi öldürüldü. Üç yüzü sahâbe-i kirâmden idi. Allah onların hepsinden razı olsun. Bu husus Yezid'in halifeliği zamanında vâki olmuştur.

Bazı rivâyetlerde "Peygamber Efendimiz Cemel ve Sıffiyn vak'asından haber verdi," diye gelmiştir. Hâkim'in rivâyetinde Ümmü Seleme'den (radıyallahü anh) rivâyet edilmiştir ki: "Bir gün âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz hazretleri, bir gün müminlerin analarından birinin huruç edeceğini (etrafına adam toplayarak meşrû devlet başkanına isyan edeceğini) zikretti. Bunun üzerine Hazret-i Âişe güldü. Fahr-i Âlem hazretleri:

Yâ Humeyrâ (ey kızıl saçlı)! Dikkat et, o sen olmayasın! diye buyurdu.

Ondan sonra Hazret-i Ali'ye dönüp:

Onun (Hazret-i Âişe'nin) işlerinden bir nesne sana düşecek olursa ona rıfk ile muamele et, diye buyurdu."

İbn-i Abbâs hazretlerinden buna ilişkin rivâyet gelmiştir.

Hâkim ve Beyhakî'nin rivâyetlerinde Ebû'l-Esved'den rivâyet edilmiştir ki: "Bir kere Zübeyr'in hurûc ettiğini gördüm. Maksadı Hazret-i Ali ile çarpışmaktı. Hazret-i Ali:

— Ünşidük'allahe hel semi'te resulullahi yekulu tukatiluhu ve ente lehu zâlimim — Allah için yemin et! Resulullah Efendimizin sana "Sen zâlim olarak Ali ile çarpışacaksın," dediğini işitmedin mi? diye sordu.

Hemen Zübeyr dönüp gitti," demiştir. Ebû Ya'lâ ve Beyhakt'nin rivâyetlerinde:

— Belâ ve lâkin nesiytü — Evet, işittim; fakat unuttum, diye cevap verdi, dediler.

Biri de Hazret-i Hasan hakkında:

— "Inne ibnî hazâ seyyidün ve seyuslihullahu bihi fieteyni azîmeteyni mine'lmüslimîne — Gerçekten benim şu oğlum efendidir. Yakın zamanda Hak teâlâ hazretleri Müslümanlardan iki büyük orduyu bunun sebebiyle ıslah etse gerektir," buyurmalarıdır.

Sonunda buyurduğu gibi oldu. Hazret-i Ali bin Ebi Tâlib (Allah varlığını mübarek eylesin) şehit olduktan sonra kırk binden fazla kişi Hazret-i Hasan'a bîat ettiler. Irak ve Horasan beldelerinde yedi ay hilafet üzre oldu. Sonunda ordu düzenleyip Muaviye'nin üstüne yürüdü. Muâviye de karşı geldi, iki asker birbirini görünce Hazret-i Hasan anladı ki, bir tarafın halkinin çoğu kırılmadıkça öbür taraf galip olamaz. Müslümanlardan bu kadar kişinin kanının dökülmesine gönlü razı olmayarak Muâviye'ye mektupla haber gönderdi:

"Ben hilafeti sana bırakırım. Ancak babam zamanında seninle savaşan kimselerden Medine halkına taarruz etmemen, kimseyi incitmemen şartiyle..." dedi.

Muâviye de: "On kişiden başkasına taarruz etmem," diye cevap gönderdi.

Velhasıl aralarında pek çok yazışmalar oldu. işin sonunda Muâviye, beyaz bir kâğıt gönderip: "Bunun üstüne her ne dilersen yaz, ben kabul ve iltizam ettim," dedi. Bunun üzerine sulh yaptılar. Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Hasan'ın uğur ve kutluluğu sebebiyle Fahr-i Kâinat hazretlerinin buyurduğu üzre iki büyük orduyu fitneden saklayıp aralarını buldu ve barıştırdı.

Devlâbî çıkarmıştır ki, Hazret-i Hasan:

— "Arab'ın reisleri benim elimdeydi. Benim barıştığımla barışırlar ve benim döğüştüğümle döğüşürlerdi. Ben Hak teâlâ hazretlerinin rızası yönünü dilediğim ve Müslümanların kanının dökülmesini önlemeyi murad edindiğim için hilafeti terkettim," diye buyurdu.

Biri de şudur ki, İmâm-ı Hüseyin (radıyallahü anh) hazretlerinin Tuf denilen yerde şehit olacağını bildirip bir avuç toprak alarak: "Hüseyin bu toprağa defnolunacaktır," diye buyurmuştur.

İmâm Beğavî Mu'cem'inde Enes bin Mâlik'in hadîsinden rivâyet etmiştir ki: "Yağmur Meleği, Hak teâlâ hazretlerinden, Fahr-i Âlem hazretlerini ziyaret etmek için izin istedi. Hak teâlâ hazretleri izin verip Fahr-i Âlem hazretleri Ümmü Seleme'ye geldiği gün Melek de o Hazret'i ziyarete geldi. Peygamber Efendimiz:

Yâ Ümmü Seleme! Kapıyı bekle, üzerimize kimse girmesin! dedi.

Ümmü Seleme kapıda dururken hemen Hazret-i Hüseyin gelip içeri girdi, o Hazretin üzerine sıçradı. Efendimiz hazretleri, Hazret-i Hüseyin'i öptü, bağrına bastı, okşamaya başladı.

Melek:

— Bunu seviyor musun? diye sordu.

Resulullah Efendimiz:

— Evet, diye buyurdu.

Melek:

Gerçekten, senin ümmetin bunu katledecektir. Dilersen katlolunacağı yeri sana göstereyim, dedi.

Ondan sonra o şehit olacağı yeri gösterdi. Fahr-i Âlem hazretleri oradan bir avuç kızıl toprak alıp getirdi. Ümmü Seleme (radıyallahü anh) o toprağı aldı da bir bez içine koyup bağladı."

Sâbit (radıyallahü anh): "O yer Kerbelâ'dır diye biz kendi aramızda konuşur, bunun sözünü ederdik," demiştir. Ebû Hâtem Sahih'inde ve İmâm-ı Ahmed mezkûr rivâyetin bir eşini nakil buyurmuşlardır. Bir rivâyette de şöyledir ki, Ümmü Seleme: "O Hazret bana bir avuç toprak sunup:

Bu toprak, Hüseyin'in şehit olacağı yerin toprağmdandır. Ne vakit bu durduğu yerde kan olursa bilesin ki, Hüseyin şehit olmuştur, dedi," demiştir.

Sözün gelişinin gerektirdiği, işin sonunda buyurdukları gibi olmuş olmasıdır. Fakat o mertebe zikredilmiş olmayıp sadece bunu belirttiklerinin zikri ile yetinilmiştir. Rivâyet olunur ki, Fahr-i Kâinat hazretlerinin buyurduğu üzre Irak toprağından Küfe bölgesinde Tuf dedikleri yerdeki, Kerbelâ diye tanınmıştır. Hazret-i Hüseyin şehit oldu. Onu öldüren Sinân bin Enes En-Nehaî dedikleri zâlimdi. Bazıları, başka kimselerdir, dediler. Bu hususta bazı olmayacak ve akıl almayacak sözler zikredilmiştir. işin ve halin hakikatini Allah daha iyi bilir.

Ebû Nuaym, Delâil-i Nübüvvet'te Nadra-i Ezdiye'den rivâyet etmiştir ki: "Hüseyin bin Ali öldürüldüğü zaman gökten kan yağdı. Sabah kalkınca kuyularımızın ve testilerimizin kanla dolu olduğunu gördük," demiştir.

Biri de şudur ki, Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ammâr hazretlerine:

Seni baği (yol kesici, eşkıya) asker katleder, buyurmuştur.

İşin sonu buyurdukları gibi olmuştur.

Biri de şudur ki, Ebû Ömer bin Abdülberr'in rivâyetinde Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) bir gün Resulullah Efendimizin yanında bir kimse gördü, fakat kim olduğunu bilemedi. Resulullah Efendimiz:

— O kişiyi gördün mü? diye sordu. Abdullah:

— Evet, diye cevap verdi. Resulullah Efendimiz hazretleri:

— O Cebrâil'di. Ama sen gelecek zamanda gözünü yitirsen gerek, dedi. Gerçekten de Abdullah, ömrünün sonlarında kör oldu.

Biri de şudur ki, Kays bin Şemmâs'e:

Mademki sağsın, güzel ve makbul yaşarsın, şehit olarak öldürülürsün, diye buyurdu.

Gerçekten de buyurduğu gibi oldu. Kays, Yemâme'de Müseylemetü'l-Kezzâb çenginde şehit oldu. Hadîs-i şerifi Hâkim rivâyet etmiştir. Hadîs âlimlerinden Beyhakî ve Ebû Nuaym, "Sahih hadîstir" demişlerdir.

Biri de şudur ki, Abdullah bin Zübeyr'e:

— "insanlardan dolayı sana yazıklar olsun ve senden dolayı insanlara yazıklar olsun!" demiştir. Yâni: "Senin halktan, halkın da senden çekeceği var," demektir.

Nitekim sonunda Haccâc  ile aralarında o kadar fitne ve fesat oldu. Tarih kitaplarında yazılıdır.

Biri de Âlimü'l-Medine'ye işaret buyurmalarıdır. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet olunmuştur ki, Resulullah Efendimiz hazretleri:

— Yakın zamanda halk uzak menzillerden ilim taleb ederek yolculuğa çıkarlar ve Medine Âlimi'nden daha âlim kimse bulamazlar, diye buyurmuşlar.

Süfyân bin Uyeyne: "Biz şöyle düşünürdük ki, o buyurduğu âlim, İmâm Mâlik hazretleri idi," demiştir. Abdürrezzak da: "İmâm Mâlik'den başka hiç kimse 'Âlimü'l Medine' ismiyle tanınmış değildir. İnsanlar, âlemin her tarafından ilim öğrenmek için ona geldikleri gibi hiç kimseye gelmemişlerdir," dedi.

Mus'ab'dan rivâyet edilmiştir ki: "İmâm Mâlik'den okumak için halk kapısında öyle toplanıp birikirlerdi ki, birbiriyle döğüşürlerdi," demiştir.

Din İmâmlarından ve meşhur âlimlerden nice kimse ondan hadîs-i şerif rivâyet etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı şunlardır:

İmâm-ı Azâm Ebû Hanife, Zührî, Süfyân, Şafiî, Şam ehlinin İmâmı Evzâî, Mısır ehlinin İmâmı El-Leys bin Sa'd, Ebû Yusuf, Muhammed bin Hasan, Abdurrahman bin Mehdi, şeyhü'l-İmâm-ı Ahmed, Buhârî'nin şeyhi Yahya bin Yahya, Buhârî, Müslim ve Zünnûnu'l-Mısrî'nin şeyhi Ebû Recâ, Fudayl bin lyâz, Abdullah bin Mübârek ve Ibrâhim Edhem... Allah onların hepsine rahmet etsin.

Biri de şudur ki, Rafıziyye, Kaderiyye ve Mürcie tâifesinin zuhur edeceklerine işaret buyurmuşlardır. Nitekim Beyhakî'nin naklinde Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir ki:

— "Benim ümmetim arasında bir topluluk olur ki, Râfıze diye isimlendirilirler. Onlar İslâm'ı terkederler," buyurmuşlardır.

Taberanî'nin naklinde Kaderiye ve Mürcie için:

— "Onlar, bu ümmetin mecusîleridir," buyurmuştur.

Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet edilmiştir.

Kıyamet Alâmetleri:

Hadîs kitaplarında yazılı olduğu üzre Eşrât-ı Şâat'e (Kıyâmet Alâmetleri'ne) ilişkin nice hadîs-i şerif buyurmuşlardır. Bunlardan biri Sahih-i Buhârî'de Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz bazı alâmetler belirmeden kıyametin kopmayacağını buyurmuştur ki, bildirilen bu alâmetleri Ebû Hüreyre'nin Fahr-i Âlem hazretlerinden bir mecliste dinlemiş olması mümkün bulunduğu gibi müteaddit meclislerde de işitmiş olması mümkündür. Netice olarak bu alâmetler şunlardır:

1 . İki büyük ordu, dâvaları aynı iken birbiriyle cenk ederler. Yâni İslâm sözü üzerinde müttefik oldukları halde cenk ederler demektir ki, bunlar Ali ile Muâviye'nin askerleri idi. Sıffîn denilen yerde birbirleriyle savaştılar.

2 . Peygamberlik dâvası güden yalancılar çıkar. Bunların şimdiye değin nicesi zuhur etmiştir. Hepsinin hakkından gelinmiştir.

3 . Halk arasından ilim kabzolunur. İlim durumunun ve âlimlerin insafinin ne dereceye vardığı beyana muhtaç değildir.

4 . Zaman yakınlaşır. Yıllar aylar kadar ve aylar haftalar kadar sanılır.

5 . Fitne birbiri arkasından zuhur eder.

6 . Öldürme hâdiseleri çoğalır.

7 . Mal çoğalır. Öyle olur ki, sadaka kabul edecek kimse bulunamaz. Bu daha zuhur etmemiştir.

8 . İnsanlar, himmetlerini hep yüksek binalar yapmaya sarfederler.

9 . Bir kimse, bir mümin kardeşinin kabrine uğrayıp "Keşke bunun yerinde ben olsaydım," der. Yâni fitne ve fesadın çokluğundan halk ölümü temenni eder.

10 . Güneş Mağrib'den (battığı yerden) doğar.

Kıyâmet öyle bir halde kopar ki, iki kişi kumaş açıp alışveriş ederken ne alım satıma kadir olurlar, ne de kumaşı dürmeğe... Öylesine ansızın kopar. Halkı öylesine hayret alır, demektir. Aynı zamanda yemek için süt sağmış olan kişi, yiyemez; devesini suvarmak için kabını dolduran kişi olduğu gibi bırakır, suvaramaz; lokma kaldıran kişi ağzına iletip yemeğe kadir olamaz. Velhasıl ne kadar mühim iş olursa olsun kişi terk eder. Şaşkınlığın galebesinden gerekenleri yapmağa gücü olmaz, demektir.

Peygamberimizin gayba dair verdiği haberler cümlesinden biri de şudur ki, İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ebû Hüreyre, Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet etmiştir:

"Hicaz toprağından büyük bir ateş çıkıp Busrâ şehrindeki develerin boyunları onun ziyasından aydmlanıncaya kadar kıyamet kopmaz," buyurmuşlardır.

Yâni bu alâmet zuhura gelmedikçe kıyamet kopmaz, ancak bu alâmetten sonra kopar, demektir. Busra Şam diyarında bir şehrin adıdır. Maksat, ateşin ziyası tâ o memleketlere varır, demektir.

Gerçekten 654 (M. 1256) senesinin Cemaziyelâhirinin üçüncü günü Çarşamba gecesi olduğu gibi Medine-i münevvere'ye bir konak yakınlıktaki yerden büyük bir ateş çıktı. Başlangıcında öyle büyük bir zelzele, acayip ve heybetli sesler peyda oldu ki, kıyamet koptu sandılar. Medine halkı, helâk olmayı muhakkak bildiler. Bir günde on sekiz kere zelzele oldu. Zikrolunan ateş deryalar gibi coşup kabarırdı. Öyle akıp yayıldı ki, Yemen köylerinden bir köye ulaşıp onu yaktı.

İmâm Kurtubî: "Bazı dostlarımız şöyle haber verdi ki, beş günlük yoldan ateşin yüksekliğini havada müşahede ederlermiş," der. Yine ondan nakledilmiştir ki: "Resulullah hazretlerinin yüzü suyuna Medine yakininda soğuk havalar eserdi. Ayrıca mezkûr ateşin Mekke'den ve Busra dağlarından göründüğünü söylediklerini işittim," diye buyurmuştur.

Şeyh Kutbuddin Kastalânî: "Bu ateş elli iki gün sürdü. Sonunda Receb ayinin yirmi yedinci gecesiki, Resulullah hazretlerinin miracı onda vâki olmuşturo gece söndü," demişti.

Netice olarak bu ateş kıssasının tafsilatı pek çoktur, İmâm Kurtubî Tezkire'sinde yazmıştır. Kastalânî bunun için başlı başına bir kitap yazıp "Cümelü'l-İcâz Fi'l-İ'câZİ Bi'Nâri'l'Hicâz" diye isimlendirmiştir.

Hâsılı bu öyle büyük bir hâdisedir ki, Fahr-i Âlem hazretlerinin diğer mucizelerinden vazgeçilse bile risaletinin gerçekliğine bu mucizesi yeter. Gerçekten de nasıl haber verdiyse öyle olmuştur. Binlerce, belki yüz binlerce kişi bu hususu müşahede etmişlerdir.