Rüya diye kişinin uykuda gördüğü nesneye derler. Rü'yâ kelimesi aslında fu'lâ vezni üzredir. Bazen hemzesini yumuşatarak "rüyâ" derler. "Be" harfinin tahfifiyle "abertü'r-rü'yâ — rüyayı tabir ettim" deseler, "fessertü — tefsir ettim" demektir. Mübalağa kasdetseler "be" harfinin teşdidi ile "abbertü" derler, "çok iyi rüya tabir ettim" demektir.
Kadı Ebû Bekir buyurur ki: "Rüya dedikleri, Hak teâlâ hazretlerinin bir melek veya bir şeytan eliyle kulunun kalbine iliştirdiği bazı idrâklerdir. Bunlar, ya hakikatleriyle yahut yorumlan veya bunların karışımları yoliyle kalbe gelirler."
Mazerî'nin buyurduğu üzre: "İnsanlar rüyanın hakikati hakkında çok sözler söylemişlerdir. Müslümanlardan başkaları, nice yalan ve yanlış sözler etmişlerdir. Çünkü akılla idrâk edilemeyecek bir şeyin hakikati hakkında bilgi sahibi olmayı kasdederler. Sözlerinin kesin bir dayanağı da yoktur, işitme yoliyle gelen delilleri de tasdik etmezler. Böylece dalâlete düşmeleri lâzım gelir.
Tıp ilmine müntesip olanlar bütün rüyaları ahlâta (vücudun çıkardığı usarelerin karışımına) nisbet etmişlerdir. Meselâ bir kimsenin balgamı galip olsa düşünde kendini suda yüzer halde görür, buna uygun olan her ne varsa onları müşahede eder. Zira balgamın tabiatı suya uygundur. Bir kimsenin safrası galebe etse o rüyasında ateşler görür. Diğerleri de böyledir, derler.
Gerçi bu sözü akıl caiz görür. Gerçekten Allah'ın âdetinin bu esas üzre cereyan etmiş olması mümkündür. Fakat bunun hakkında sağlam delil yoktur. Adet de her zaman aynı şekilde görülür, yâni bir düzüye değildir. Caiz olan hususta ise kesinlik yanlıştır.
Felsefeye mensup olanlar da bundan daha bozuk sözler söylemişlerdir. Velhasıl sözlerin en doğrusu Sünnet Ehli'nin ittifak ve itikad ettikleri mânadır ki: Hak teâlâ hazretleri, uyuyan kimsede bazı itikatlar yaratır. Nitekim uyanık kimselerde de yaratır. Böylece o itikatları yarattığı zaman sanki onları ikinci defa yaratacağı âhiret işleri üzre alâmet kılar. Her ne zaman ki, onlardan bir şey itikad edilenin aksine vâki olur, o, uyanık kimselere vâki olduğu gibidir. Bunun benzeri şudur: Hak teâlâ hazretleri, bulutu yağmura alâmet kılmıştır Ama bazen olur ki, bulut görünür, yağmur yağmaz. Mezkûr itikatlar da bazen melek huzurunda vâki olur, sonradan bazı sevindirici şeyler zâhir olur. Bazen de şeytan huzurunda vâki olur, sonradan zarar verecek şeyler zahir olun işin hakikatini ancak Allah bilir."
Hâkim der ki: "Hak teâlâ hazretlerinin: "Ve mâ kâne li-beşerin en yükellimehullahu illâ vahyen ev min verâi hicâbin — Allah, bir insanla karşı karşıya konuşmaz. Ancak vahiyle veya perde arkasından konuşur," (Şûrâ sûresi: 42/51) buyruğu hakkında bazı müfessirler, Verâi Hicab'dan (perde arkasından) murat rüyadır, dediler. Ve "Peygamberlerin rüyaları vahiydir, diğerlerinin rüyası onlara benzemez. Vahiy, korunınuş ve kuşatılmıştır, şeytan ona karışamaz. Ama başkalarının rüyasında bulunması caizdir," dediler.
Yine buyurmuştur ki: "Hak teâlâ hazretleri, rüyaya bir melek bırakmıştır. O, Levh-i Mahfuz'a nazar edip insanların halleri ve durumlarını oradan öğrenir ve her birinin haline uygun bir mesel düzer, o kimseye hikmet yoliyle uykusu arasında gösterir. Bu, kimine müjdeleme, kimine uyarına ve kimine itap şeklinde olur. insanoğlu ile şeytan arasında düşmanlık çok kuvvetli olduğu için kimisine şeytan musallat olur, onu aldatmak için rüyasında bazen hak sûretinde görünüp kendisini kandırır."
Sahih-i Buhârî'de Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki, âlemlerin hocası Peygamber Efendimiz hazretleri:
"Salih (temiz kalbli, doğru ve dürüst) kişilerin güzel rüyası, peygamberliğin kırk altıda biridir," buyurmuşlar.
Murat, "Salih kişilerin ekseri rüyası böyledir," demektir. Ancak az olur ki, onlarda da karışık rüyalar ve düş azmaları görülür, demişlerdir.
Bazıları bu hadîs-i şerifi anlamakta müşkülat görüp: "Nübüvvetin kendisi kesilmiştir. Sâlih kişinin rüyasının nübüvvetin bir parçası olması nasıl doğru olur?" dediler. Bunlara cevap verilmiştir ki: "Rüya Fahr-i Âlem hazretlerinden vâki olunca nübüvvetten hakikat yoliyle bir parça olur. Ama başkalarından vâki olunca nübüvvetten bir parça olması mecaz yoliyledir."
İmâm-ı Ahmed'in rivâyetinde Ümmü Kürz'ün hadîsinde:
"Zehebeti'n-nübüvvetü ve bakiyeti'l-mübeşşirâtü — Peygamberlik gitti müjdeciler (Hak'dan aldıkları haberi halka vererek onları sevindiren bilgili kimseler) kaldı," diye gelmiştir.
Yine Ahmed'in rivâyetinde Hazret-i Âişe'den merfuan gelmiştir ki:
"Lem yebka min mübeşşirâti'n-nübüvveti ille'r-rü'yâ — Peygamberliğin müjdecilerinden ancak rüya kaldı," buyurmuşlar.
Ekseri hadîslerde rüya hakkında, "Min sittetin ve erbaine cüz'en — Peygamberliğin kırk altıda biridir," diye gelmiştir.
Ama Müslim'in rivâyetinde Ebû Hüreyre'den: "Min hamsetin ve erbaine cüz'en — Kırk beşte biridir," diye gelmiştir. İbn-i Ömer" de "Min seb'îne cüz'en — Yetmişte biridir," diye gelmiştir.
Bunlardan daha başka rivâyetler de vâki olmuştur. En kuvvetlisi önce zikrolunandır. "Kırk altıda biridir" demenin sebebi ve açıklaması hususunda bazı âlimlerden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri, doğru söz üzre peygamberlik geldikten sonra yirmi üç yıl ömür sürmüştür. Peygamberliğinin başında altı aya varıncaya kadar uykuda rüya halinde vahiy olunmuştur. Bu takdirde rüyanın kırk altı cüzden bir cüz olduğu ortaya çıkar.
Ama bazıları bu tevil üzerinde münakaşa edip nübüvvet müddetinin yirmi üç sene olduğu kesin değildir, ihtilaflıdır. Hem o zaman "Yetmişte biridir" rivâyeti mânâsız kalır, demişlerdir.
Mezkûr tevili edenler zanla söylemişlerdir. Zanla bir şeyin hakikati bilinmiş olmaz. Bir de her nesneyi bilmek ve hakkında delil getirmek bizim üzerimize vacip olan şeylerden değildir. Nice şeyler vardır ki, hakikati bizim idrâkimizden gizlidir, sebebi ve açıklaması malûmumuz değildir. Sadece bize lâzım olan vücubuna itikattır. Meselâ sabah namazinin iki rek'at, öğle namazinin dört rek'at olmasının sırrı bize malûm değildir. Daha bunun benzeri nice şeyler vardır ki, bilinmesine yol yoktur. Sadece bizim vazifemiz böyle olduğuna itikattır. Başka bir şey değildir, diye buyurmuşlardır. En iyisini Allah bilir.
Tirmizî ve Dârimî'nin rivâyetlerinde Ebû Said (radıyallahü anh), Resulullah Efendimiz hazretlerinden:
"Esdaku'r-rü'yâ bi'l-eshâri — Rüyaların ziyade gerçeği, seher vakitlerinde görülen rüyadır," diye rivâyet etmiştir.
İmâm Müslim'in naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet eder ki:
"İzâ'kterebe'z-zemânu lem teked rü'yâ'l-mümini tekzibu ve esdakuküm rü'yen asdakuküm hadisen — Zaman yaklaşınca müminin rüyası yalan çıkmaz. Rüyası en doğru olanınız, en doğru konuşanınızdır," buyurmuşlar.
Hitâbî der ki: "Ektereba'z-zemânu — Zaman yaklaşınca" buyrulması hakkında iki söz vardır:
1 — Gece ile gündüzün birbirine yaklaşması zamanıdır. Yâni bahar günlerinde (21 Mart ve 21 Eylül'de) ikisinin birbirine eşit olduğu zamanlardır. O zaman dört unsur dengeli bir halde bulunur, dediler.
2 — İktirâb-ı zaman (zamanın yaklaşması), müddetin sonudur ki, kıyametin yaklaştığı zamandır. İbn-i Battâl bu sözü tercih etti. Zira bazı rivâyette:
"Fî âhiri'z-zemâni lâ tekzibu rü'ye'l-mümini — Ahir zamanda müminin rüyası yalan çıkmaz," diye gelmiştir.
Bazıları: "Mezkûr zamandan murat, Mehdi'nin zamanıdır. Zira o zaman adalet ve emniyet çok, hayır ve rızık ziyade olsa gerektir. Bu türlü zaman, lezzetinin üstünlüğünden kısa sayılır. Başlangıcı sonuna yakın sanılır. Onun için 'Zamanın yaklaşması' buyruldu," dediler.
İmâm Kurtubî, Müfehhem adlı kitabında: "Bu hadîs-i şerifte zikredilmiş olan zamandan murat, Allah bilir ki, Deccalın öldürülmesinden sonra İsa aleyhisselâm ile beraber kalan tâifenin zamanıdır. Zira o zamanın halkı, sahâbe-i kirâmden sonra bu ümmetin en güzel hal üzre olanlarıdır. Aynı zamanda sözleri ziyade gerçek olanlarıdır. Onun için gördükleri rüya sapmaz ve şaşmaz," dedi.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz: "Ve asdakuküm rü'yen asdakuküm hadisen — Sizin rüyası en doğru olanınız, en doğru konuşanınızdır," diye buyurdu. Bunun böyle olmasının açıklaması şudur: Bir kimsenin doğruluğu çok olunca kalbi nurlanır ve idrâki kuvvetlenir, mânalar kalbinde sıhhat üzre nakşolmuş olur. Ama yalancı olanın ve bazen yalan, bazen gerçek söyleyenin kalbi karanlık olur. Onun için düşleri karışık ve bulanık olur. Fakat nadiren şu da olur ki: Doğrular sahih olmayan ve yalancılar sahih olan rüya görürler.
Buharî'nin naklinde Ebû Saîd (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinden rivâyet etmiştir ki:
"Sizin biriniz sevdiği bir rüya görse onun üzerine Hak teâlâ hazretlerine hamdetsin, o rüyayı söylesin. Her ne zaman sevmediği bir rüya görse o rüya şeytandandır, o rüyanın şerrinden Allah'a sığınsın ve bir kimseye onu söylemesin. O, ona zarar etmez," buyurmuşlar.
İmâm Müslim'in rivâyetinde:
"Yaramaz (kötü) düş şeytandandır. O halde bir kimse bir düş görse de ondan bir nesneyi çirkin bulsa, yâni gördüğü düşün arasında bazı şeyler gönlüne hoş gelmese sol tarafına tükürsün ve Allahü teâlâ hazretlerine şeytandan sığınsın. O düşü kimseye söylemesin. Eğer güzel düş görürse müjde versin ve o düşü sevdiği kimseden başkasına haber vermesin," buyurmuştur.
Daha başka ibarelerle de rivâyet olunmuştur. Hepsinin neticesi ve özü şudur ki, iyi rüyanın edebi üç nesnedir:
1 . Hak teâlâ hazretlerine hamdetmek.
2 . Sevinmek.
3 . Samimiyetle seven dostuna söylemek.
Yaramaz düşün edebi de dört nesnedir:
1 . Onun şerrinden ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak.
2 . Uykudan uyandığında sol yanına tükürmek.
3 . Asla o düşten kimseye haber vermemek.
Buharî'nin rivâyetinde:
"Bir kimse kötü bir düş gördüğünde onu kimseye söylemesin ve kalkıp bir miktar namaz kılsın," diye vâki olmuştur.
Müslim'in rivâyetinde Câbir'den merfuan gelmiştir ki:
"Sizin biriniz kötü bir düş gördüğü zaman sol tarafına tükürsün. Ondan sonra Hak teâlâ hazretlerine şeytandan üç kere istiâze etsin (eûzü besmele çekerek Allah'a sığınsın) ve dönüp öbür tarafına yatsın," buyrulmuştur.
İmâm Nevevî: "Lâyık olan, zikri geçen rivâyetleri bir araya getirip hepsinin özü olan şeyle amel etmektir. Eğer bir kısmıyla da yetinilse zararı def etmeye yeterli olur," demiştir.
İbn-i Hacer der ki: "Hadîslerin hiç birinde bir tek şeye inhisar ettirme görülmedi. Fakat Mühleb, kötü rüyanın şerrini def etmede istiâze (euzü besmele çekme) kifayet eder, diye işaret etmiştir."
Tükürmenin hikmeti şeytanı tahkirdir. Sol tarafın belirtilmesi, değersiz taraf olup pislenme yeri olduğu içindir. Üç kere buyrulması tekit içindir. Öbür tarafına dönmek o halin değişmesi için uğur saymadır. Güzel rüya görüldüğünde sevdiği kimseden başkasına söylenmemesini buyurmalarının hikmeti şudur ki: Sevmediği kimseye söylese belki kötü tabir edip o sıfat üzre zuhura gelir. Zira hadîs-i şerifte gelmiştir ki:
"Rüya tabir olunmadıkça bir kuşun ayağında asılı gibidir. Tabir olunduğu zaman düşer," buyrulmuştur.
Kasdedilen, tabir olunmadan önce eseri görülmez, tabir olununca zuhur eder, demektir.
Müslümanın rüyasını tabir ettiğiniz zaman hayır üzre tabir edin. Zira gerçekten rüya, onu tabir edenin tabir ettiği üzre gerçekleşir," buyrulmuştur.
Hazret-i Âişe'nin rivâyetinde:
Bazı rivâyette gelmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretlerine bir hatun geldi:
— Ya Resulallah! Evimin kirişini kırılmış gördüm, dedi.
Hatunun kocası yolculukta idi. Fahr-i Kâinat hazretleri:
— Hak teâlâ hazretleri kocanı sana döndürür getirir, diye buyurdu.
Ondan sonra kadinin kocası selâmetle dönüp geldi.
Tabircinin âdâbındandır ki, kendisine bir kimse gelip rüyasını anlattığı zaman: "Hayır bizim başımıza, şer düşmanlarımızın başına," demeli. Zira Muammer'den rivâyet edilmiştir ki, Ebû Musa'ya mektup gönderip: "Sizin biriniz rüya görüp kardeşine anlattığı zaman dinleyen kardeşi 'Hayır bizim başımıza, şer düşmanlarımızın başına' desin," diye buyurdu. Hadîs'i Abdürrezzak çıkarmıştır. Ricâli güvenilir kimselerdir, fakat senedi kesiktir.
Taberanî ve Beyhakî'nin nakillerinde İbn-i Zemel'in hadîsinde gelmiştir ki,
Fahr-i Kâinat hazretlerine rüyasını anlattığında, Fahr-i Kâinat hazretleri:
"Hayırla buluşsun, şerden kaçınsın ve hayır bizim başımıza, şer düşmanlarımızın başına olsun. Âlemlerin rabbına hamd olsun," diye buyurdu, demişlerdir. Ama senedi çok zayıftır.
Ayrıca güneş doğarken veya batarken, zeval vaktinde ve geceleyin rüya tabir etmemek gerekir.
Düşü kadınlara da söylememeli.
Sahîh-i Buhârî'de gelmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri, sabah namazını kıldıktan sonra:
— Bu gece kimse rüya gördü mü? diye buyurdu.
Sahâbe-i kirâmden (Allah onların hepsinden razı olsun) görenler, gelip rüyalarını anlatırlardı. Fahr-i Kâinat hazretleri tabir buyururlardı.
Bazı âlimler buyurmuşlardır ki: "Rüyayı sabah namazından sonra tabir etmek başka vakitlerde tabir etmekten daha uygun ve iyidir. Zira o zamanda, rüya gören kimsenin tamamen ezberindedir, henüz onda bir şey unutulmamıştır. Tabircinin zihni de saf ve aydınlıktır; henüz işlerine başlamamış ve bu yüzden karışıklığa uğramamıştır. Eğer rüya hayırlı ise gören kimse sevinir, şer ise sakınır, tedârik üzre olur. Sabahtan tabir etmenin bu kadar faydası vardır.
Tabir İmâmları zikretmişlerdir ki: Rüya gören kimsenin sözünün doğru olması gerektir. Yattığı zaman da abdestli olarak sağ tarafına yatması gerektir. Uyku zamanında Şems, Leyi, Tin, Ihlas ve Muavvezeteyn sûrelerini okuyup ondan sonra şu duayı okumak gerektir:
"Allahım, kötü ve karışık rüyalardan sana sığınırım, uykuda ve uyanıklıkta şeytanın oyunlarından korunmak için senin yardımını dilerim. Allah'ım senden doğru, faydalı ve unutulmaktan korunınuş rüya dilerim. Allahım, bana rüyamda sevdiğim şeyi göster."
Ayrıca düşmanına ve cahil kimseye düşünü söylememek gerek.
Bunlardan sonra malûm olsun ki, bütün rüyalar iki kısım üzredir:
1 . Karışık Rüyalar: Yâni karmakarışık şeyleri ifade eden düşlerdir. Bu da birkaç nevidir.
Bir nevi, şeytanın oyunudur. Meselâ kişinin kendini başı kesilmiş görmesi gibi. Yahut bir ıstıraba ve bir korkulu nesneye düşüp yardım eden kimse bulamamak gibi. Bu türlü düşler, mel'un İblisin oyunlarıdır. İnsana hüzün vermek için bunları eder. Bu türlü rüyanın hükmü yoktur.
İmâm Müslim Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet eder ki, bir bedevi Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerine gelip:
— Ya Resûlallah! Düşümde başımı kesilmiş gördüm, arkasına düşmüş gidiyordum, dedi.
Resulullah Efendimiz hazretleri:
— Düşünde şeytanın seninle oynadığını kimseye söyleme, diye buyurdu.
Bir nevi de şudur ki, kişi bazı meleklerin kendine haram olan bir işi işlemesini buyurduklarını görür. Bu türlü rüyalar da bâtıldır. Zira melekler meşrû olmayan işi buyurmazlar.
Biri de şudur ki, kişi gündüzün gönlünden geçirdiği ve arzu ettiği nesneleri görür, çok meşgûl olduğu iş ve hareketleri müşahede eder. Bunların da hükmü yoktur.
2. Sâdık Rüyalar: Bunlar peygamberlerin ve onlara tâbi olan temiz ahlâklı iyi kişilerin rüyalarıdır. Az olur ki, başkaları da sâdık rüya görürler. Bu o türlü rüyadır ki, uykuda nasıl görülürse uyanıklıkta öyle vâki olur. Bu türlü rüyalar, Fahr-i Kâinat hazretlerine sayısız ve sınırsız vâki olmuştur.
Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerine ilâhi vahiy, sâdık rüya ile başlamıştı. Gördüğü her rüya tan yeri gibi zuhur ederdi," demiştir.
Hâsılı Peygamber Efendimizin rüyaları, topluca sâdık rüyalardır.
Sâlih (iyi) rüya ile sâdık (doğru) rüya, peygamberler hakkında âhirete nisbetle aynı mânayadır. Ama dünyaya nisbetle sâlih olan daha hususîdir. Dünyevî faydası olan rüyaya sâlih rüya derler, aksi halde o rüya sâlih değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz hazretleri, Uhud'un rüyasını şöyle gördü: Bir sığır boğazlanıyor ve mübarek kılıcinin ağzı gedilmiş. O sığırı Uhud çenginde yetişen sıkıntı ve zorluklar diye tabir etti. Kılıcın gedilmesini de Ehl-i Beyt'inden bir kimsenin maktul olması diye tabir etti. Gerçekten de Hazret-i Hamza, o gün şehadet makamına ayak bastı.
Şu da malûm olsun ki, rüyalar üç kısımdır:
1. Peygamberlerin rüyası ki, hepsi sâdıktır. Onların rüyaları çoklukla aynen gerçekleşir. Çok az olur ki, tabire muhtaç düşer.
2 . Sâlihlerin rüyası ki, çoklukla doğruluk üzre olur, bazen tabire muhtaç olmaz.
3 . Bunlardan başka şahısların rüyasıdır. Bunlar üç kısım üzredir:
a) Hâli örtülü olanların rüyasıdır. Galip olarak bunlarda iki hâlin eşitliği vardır. Yâni kimi sâdıktır ve kimi sâdık değildir. Her iki çeşit rüya bunlarda gerçekleşebilir.
b) Fâsıkların rüyasıdır. Bunun çoğu, karışık rüyalar cinsindendir. Az olur ki, sâdık rüyalardan olur.
c) Kâfirlerin rüyasıdır. Bunlarda sâdık rüya çok az olur. Ama çok az da olsa bazen vâki olur. Yusuf aleyhisselâm ile beraber zindanda olan iki şahsın rüyaları gibi, padişahlarının rüyaları gibi. Onlardan başka daha nice kimselere böyle vâki olmuştur.
Hatta bazı ârifler bu hususta buyurmuşlardır ki: "Rüya görmek için Müslüman olmak ve iyi hâili ve ahlâklı kimse bulunmak şart değildir. Rüya, sadece insan meşrebinin saf ve berrak oluşuna ilişkindir. Kâfir de görür, Müslüman da görür. Sâlih kimse de görür, fâsık kimse de... Mesela ay, güneş ve diğer yıldızlar, saf ve temiz su içinde göründüğü gibi, hâşâ, sidik içinde de görünür. Bundan, sidiğin muteber bir nesne olması lâzım gelmez. Zamanın ulularından bazı kimseler, nice fâsıklara hüsnüzan edip onlann velayet ve keramet sahibi olduklarına itikat ederler. Sâdık rüyalar ise müşriklere, Yahudi ve Hıristiyanlara vâki olmuştur."
İmâm Dîneverî zikretmiştir ki: "Gecenin başlangıcında görülen düş, eğlenir. Yâni geç gerçekleşir. Gecenin ikinci yarısında görülen düş, ondan daha çabuk gerçekleşir. Sabaha ne kadar yakın olursa o denli sür'ati artık olur. Gerçekleşmesi en çabuk olan rüya, seher vaktinde görülendir. Hususiyle gerçek sabah doğduğu zaman görülmüş olan..."
İmâm Cafer'i Sâdık'dan rivâyet edilmiştir ki: "En sür'atlisi kuşlukla öğle arısında görülen düştür," demişler.
İbn-i Sirin'den rivâyet olunur ki, gündüz düşü gece düşü gibidir. Kadınların düşü de erkeklerin düşü gibidir.
Kırvanî'den nakledilmiştir ki: "Kadınlar, kendilerinin ehli ve sahibi olmadıkları hususlara ait rüya görseler, meselâ ata binmek, kılıç takınmak ve bunun benzeri nesneler görseler, o rüya kocalarına aittir. Kölenin rüyası da bu hüküm üzre efendisine aittir. Nitekim küçük çocukların gördükleri rüyalar analarına ve babalarına mütealliktir," demiş.
* * *
Resulullah Efendimiz hazretlerinin rüyaları cümlesinden biri şudur ki, kendisini süt içer gördü, bunu ilimle tevil etti. Nitekim Buhârî'de İbn-i Ömer'in (radıyallahü anh) rivâyetiyle gelmiştir ki, Resulullah Efendimiz hazretlerinin şöyle dediğini söylemiştir:
"Ben uyurken rüyada bana bir kadeh süt getirdiler. Hatta şimdi bile onun kanıklığım tırnaklarımda hissediyorum. Ondan sonra fazlamı Ömer'e verdim," diye buyurdu.
Sahâbe-i kirâm bunun tabirini sordular, Resulullah Efendimiz "İlimdir," diye cevap verdi.
Arif bin Ebi Cemre (Allah ona rahmet etsin) der ki: "Fahr-i Kâinat hazretlerinin sütü ilimle tevil buyurmaları şundan dolayı idi: Önce kendilerine bir kadeh hamr (şarap) ve bir kadeh süt getirdiklerinde sütü aldı. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm:
— "Aheztü'l-fıtratu — Fıtratı (yaratılışın aslına en uygun olanı) aldın," demişti.
Burada sütü ilimle tabir etmelerinin sebebi ve açıklaması budur."
Bazı hadîs-i şeriflerde sütü fıtratla tevil buyurdukları gelmiştir. Fıtrattan murat, hak dini kabul edici yaradılıştır.
Bezzâr'ın naklinde Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) merfuan rivâyet eder ki:
"El-lebenu fî'l-menâmi fıtratun — Süt, rüyada fıtrattır," buyurmuşlar.
Dîneverî zikretmiştir ki: "Burada zikredilmiş olan leben (süt), deve sütüdür. Rüyada deve sütü helâl maldır ve ilimdir. Sığır sütü, o yılın ucuzluğudur, helâl mal ve fıtrattır. Koyun sütü, sevinç ve beden sıhhatidir. Vahşi canavarların sütü dinde şektir. Yırtıcıların sütü iyi ve güzel değildir. Ama arslan sütü bir hüküm sahibine düşmanlık ile maldır," demiştir.
Hadîs-i şerifte sütü ilimle tabir etmenin açıklaması, faydanın çokluğu mânasında ortaklıkları olduğu içindir, ikisi de salâh (iyilik ve düzen) sebebidir. Süt cismanî gıda, ilim ise ruhanî gıdadır, demişler. Ama halin hakikati Hak teâlâ hazretlerine ve resulüne malûmdur.
Resûlüllah Efendimizin rüyalarından biri de gömlek görmesidir ki, dinle tabir etmiştir. Buhârî'nin naklinde Ebû Saîd'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Âlem Efendimiz buyurmuşlar:
— "Uykuda iken, sırtlarında birer gömlek olduğu halde insanların bana arz olunduğunu gördüm. Kiminin gömleği ancak memesine yetişiyordu. Kimininki daha aşağıya yetişiyordu. Ömer bin Hattâb bana uğrayıp geçti. Sırtında bir gömlek vardı ki, ucu yerde sürünüyordu."
Ashâb:
— Ya Resulallah! Ne tevil ettiniz? dediler.
Peygamber Efendimiz:
— Din, diye buyurdu.
Gömleğin din ile tevil edilmesinin açıklaması hakkında, "Gömlek dünyada avreti setreder (örter). Nitekim din de âhirette avreti setreder, her çirkin şeye perde olur," dediler. Bu mânada aslolan Hak teâlâ hazretlerinin şerefli sözüdür ki:
"Ve libâsu't-takvâ zâlike hayrun — Ve takvâ elbisesi, elbiselerin en hayırlısıdır," (Arâf sûresi: 7/26) buyurmuştur.
Tabir ehli ittifak etmişlerdir ki, gömlek din ile tabir olunur. Uzun olanı ise sahibinin sonunda eserleri kalmakla tabir olunur.
Ebû Bekir bin Arabi der ki: "Fahr-i Âlem hazretlerinin gömleği dinle yorumlamasının sebebi şudur: Gömlek kişinin avret yerini örttüğü gibi din de cehil (bilgisizlik) ayıbını örter. Hazret-i Ömer'den başkalarının ki, kiminin memelerine dek örtmüştü, onun mânası kalbini küfürden örtmek, yâni muhafaza etmektir. Ne denli isyan ve kötülükler işlemiş olsa da imanını koruyacak kadar iyi hâli vardır, demektir.
Gömleği daha aşağıya kadar inip de avret yerlerini örtmemiş olanların bu halinin mânası ise ayaklarını kötülük yollarına gitmekten men etmemiş olmaları idi. Ayaklarına kadar örtünınüş olanlar ise her yönden takvâ elbisesiyle kendini örtmüş olanlardı. Gömleği ayağından uzun olup yerde sürünenler ise bu mertebeden daha fazla güzel işler işleyenlerdi."
Hadîs-i şerifte zikredilmiş olan nâs'dan (insanlardan) murat, islâm ehli olanlar, yâni Müslümanlardır. Zira Peygamber Efendimiz gömleği din ile tabir buyurdu, demişlerdir.
Açık olan şudur ki, bu ümmetten bazı topluluklar anlatılmak istenmiştir. Dinden kastedilen, onun gereğince amel etmektir, emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak üzre teşviktir. Bu mânalarda Hazret-i Ömer'in makamı son derece yüksek bir makamdır. Rüyada elbise kısalığı, bazen iman noksanlığı için olur, bazen de amel noksanlığı için olur, demişler, iman noksanlığından murat, iman zayıflığıdır. Hadîs-i şerifte gelmiştir ki:
"İman ehli, dinde, azlık ve çokluk, kuvvet ve zayıflık bakımlarından birbirinden farklı derecelerdedirler," buyurmuşlardır.
Bu gömlek hususu, rüyada güzel, uyanıklıkta kötülenmiş olan kısımdandır. Zira rüyada ne kadar uzun olursa o kadar iyidir. Ama uyanıklıkta uzun olup yerde sürünmek mertebesi meşru değildir. Belki böyle olması hakkında vaîd (ceza tehdidi) gelmiştir.
Peygamber Efendimizin rüyalarından biri de şudur ki, rüyasında, mübarek ellerinde iki altın bilezik gördükleri zaman bunu iki yalancı ile tabir etmişlerdi.
İmâm Buhari'nin naklinde İbn-i Abbâs hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat hazretleri buyurmuşlar:
"Uyurken iki elime iki altm bileziğin takıldığını gördüm. Ben onları kestim ve kerih (çirkin) gördüm. Ondan sonra bana izin verildi, onlara üfürdüm. Bunun üzerine onlar uçup gittiler. O iki bileziği, iki kezzâb (yalancı) huruç eder, diye tabir ettim."
Abdullah hazretleri buyurmuştur ki: "Bu yalancı peygamberlerden birisi Ansî idi ki, onu Fîrûz Deylemî öldürdü. Biri de Müseyleme idi."
Yine bu hadis-i şerif Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde başka kelimelerle gelmiştir. Fakat ikisinin mânası aynıdır.
Muhalleb der ki: "Bu rüya görünüş şekli üzre değildir, darbımesel kısmındandır. Yâni buyurdukları tabir rüyanın zahirinden anlaşılmaz. Rumuz kısmındandır. Peygamber Efendimizin bileziği kezzâb (yalancı peygamber) ile tevil etmesinin sebebi şudur ki, yalan, kendi yerine konmayan başka yere konulmuş olan şeydir. Bilezik de kadınların takısındandır. Peygamber Efendimiz hazretleri, kendi kolunda bilezik gördüğü vakit kendi yerinde bulunmadığı için bunu yalanla tabir buyurdu. Bildi ki, iki yalancı peygamber huruç edip ehli olmadıkları nesneyi iddia etseler gerektir. Zikrolunan iki mel'un peygamberlik dâvasında bulunınuşlardı. Ayrıca altından olması, yalanın delilidir. Zira ikisi de yasaklanmış olan şeylerdendir. Ufürmekle onları uçurması, Allah katından getirdiği vahiy ile onları yerlerinden silip gidermesidir."
Eğer şöyle bir şey hatıra gelip de:
— Kendi yerinden başkasına konulmuş nice: nesne vardı. Fahr-i Âlem hazretleri, o yalancılarla tevil ;etmeyi nereden aldı? denirse Îbnü'l-Arabî buna cevap olarak der ki:
— Fahr-i Âlem hazretleri, mezkûr rüyayı gördüğü zamanlarda Ansî ile Müseyleme'nin işlerinin bâtıl olacağını umuş ve bekleyiş üzre idi. Gördüğü gibi onların üzerine yürüdü. Böyle vâki oldu. Yahut vahiy ile bilmiş ve tabir etmiş olması mümkündür. Zira bu derece kesin olarak belirtmesi mucize kısmındandır.
Biri de şudur ki, rüyasında saçları ürpermiş ve dağılmış bir kadın görüp vebanın Medine'den başka yere gitmesi şeklinde tabir etmişlerdir.
İmâm-ı Buhârî'nin rivâyetinde Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet eder ki:
"Saçları perişan siyah bir kadın gördüm. Medine'den çıktı, Mühey'a'ya, yâni Cuhfe'ye vardı. Ben de şöyle tevil ettim ki, Medine'nin vebası oraya naklolundu," buyurmuşları
Mühey'a ve Cuhfe, ikisi bir yerin isimleridir. Daha önce bu kıssaya işaret geçmişti.
Bunlardan başka şu da tabir edilmiş rüya ve darbımesel kısmındandır. Temsil şekli şudur: "Sevda — çok siyah" kelimesinden "sû'" ve "dâ'" kelimelerini çıkardı ki, biri "kötü" ve diğeri "hastalık" mânasınadır.
Peygamber Efendimizin rüyalarından biri de, bir zırh elbise giyinmiş ve bir boğazlanır bakare (sığır) görmesidir.
"Öyle gördüm ki, sanki sağlam bir zırh giymişim ve bir sığır boğazlanır. O zırhı Medine ile tevil ettim, sığırı da bakr (genişlik, fetih) ile," diye buyurdu.
"Bakr," devenin karnını yarınağa ve genişletip açmağa derler. Yâni zırh giymesini Medine'ye hicret etmekle ve boğazlanan sığır görmesini Uhud gazâsında Müslümanların şehid olacağı ile tabir buyurdu.
Peygamber Efendimizin rüyalarından biri de rutab (yaş, taze hurma) görüp âkıbet güzelliği ve yüceliği, din temizliği ile tabir buyurmalarıdır.
İmâm-ı Müslim'in rivâyetinde Enes bin Mâlik'den rivâyet edilmiştir ki:
"İşittim; Fahr-i Kâinat hazretleri buyurdu ki:
— Rüyada gördüm: Güyâ biz Ukbe bin Nâfi'in evinde imişiz. Bana İbn-i Tâb hurmasından taze hurma getirdiler. Ben onu dünyada yüceliğin bizim olmasiyle, âhirette en güzel sonucun bizim olmasiyle ve bizim dinimizin gökçek olduğu ile tevil ettim," diye buyurmuştur.
Bir rüyası da şudur ki, mübarek elinde bir kılıç gördü, o kılıcı silkip titretirdi. Daha önce zikri geçen Ebû Musa'nın rivâyetinde gelmiştir ki:
"Rüyamda, elimdeki kılıcı hareket ettirdiğimi ve kılıcın çalım yerinden hemen ağzinin kırıldığını gördüm. Bu Uhud gazâsında Müslümanlara zarar yetişeceğinin işareti idi. Ondan sonra bir daha hareket ettirdim. Bu defa eskisinden güzel olup kırıklığı kalmadı. Bu da Hak teâlâ hazretlerinin Feth'i (Mekke'nin Fethini) nasib ettiğinin ve müminlerin toplanıp birleşeceklerinin işareti idi," buyrulmuştur.
Buharî ve Müslim böylece rivâyet etmişlerdir. Âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri gördükleri rüyayı böyle tabir buyurdular ve buyurdukları gibi de gerçekleşti.
Tabir ehlinin sözüne göre bir kimsenin eline kılıç geçse mansıp ve hükümet (devlet vazifesi ve hükmetme yetkisi) eline geçer yahut vedia (emanet) olarak kendisine bir şey verilir; ya bir hatun alır yahut çocuğu doğar. Eğer kılıcı kinindan sıyırırken gedilse hatununun doğurduğu çocuğa âfet yetişir ve hatun selâmetle kurtulur. Eğer kınına zarar gelse de kılıç sâlim olsa bunun aksi olur. Eğer ikisi de sâlim olsa çocuk ve kadın ikisi beraber sâlim olurlar. Eğer ikisine de zarar gelse ikisi de zarar görürler. Kılıcın kabzası babaya ve asâbât'a (baba tarafından olan akrabalara) ilişkindir, dipliği anaya ve zevi'l-erhâm'a (ana tarafından olan akrabalara) ilişkindir. Eğer bir kimse bir kişinin üzerine kılıç sıyırsa lisanını o kişinin üstüne husumetle uzatır. Bazı olur ki, rüyada kılıç görmek zâlim padişaha delâlet eder.
Bazı tabirciler, "Rüyada, kılıcı kinina koymak evlenmeye delâlet eder," demişlerdir. Eğer bir kimse bir kişiyi kılıçla vursa, onun hakkında yersiz ve yakışıksız söz söylemektir. Eğer bir kimseyle çarpıştığını ve kendi kılıcinin onunkinden uzun olduğunu görse ona galip olur. Rüyada büyük bir kılıç görmek fitne görmektir. Eğer bir kimse düşünde kılıç takmsa bir iş kuşanacağinin alâmetidir. Yâni beylik, kadılık veya bir mansıp (devlet vazifesi) almaktır. Eğer kılıç kısa ise o işte devamlılık olmayacağinin alâmetidir.
Biri de o Hazret'in kendilerini bir kuyudan su çeker görmeleridir. Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde gelmiştir ki:
"Rüyada kendimi bir kuyu üzerinde gördüm. Kuyunun kovası da vardı. Ondan Allah'ın dilediği kadar çektim. Sonra Ebû Bekir elimden aldı, bir veya iki kova çektik. Ancak onun çekişinde zayıflık vardı. Allah onu bağışlasın ki, ondan sonra o kova, büyük bir kova oldu. Sonra Ömer bin Hattâb oldu. Âdemoğullarından Ömer'in çektiği gibi çeken kuvvetli bir kimse görmedim. Hatta öyle oldu ki, halk, geldiler, develeri içip kandılar, yerlerine çöküp kaldılar," buyurmuşlar.
Hadîs-i şerifin asıl metninde geçen kelimelerden bazısının kısaca mânaları şudur:
Kılleyb: Kazılmış olan, fakat içi taşla yapılmış olmayan kuyudur. Delv: Kova demektir. Zenûb: Su ile dolu olan kovaya denir. Garb: Sığır derisinden yapılmış olan büyük kovaya derler. Abkarî: Her nesnenin iyisine, yücesine ve kuvvetlisine derler. Meselâ bir kişi için "Abkariyyü'l-kavm" deseler, "Kavmin efendisi, ulusu ve kuvvetlisi" demek olur. Abkarın aslı, Arap tâifesinin zumunca cinlerin oturduğu bir yerdir; yâni cin ülkesidir. Sonradan beğendikleri ve bir bakıma kemâlinden hayrete düştükleri her nesneyi ona nisbet ederek Abkarî dediler.
Hadîs-i şerifte Hazret-i Sıddîk hakkında, "Yağfirullahu — Allah onu affetsin" diye buyurması ondan bir kusur vâki olduğu için değildi. Sırf dua idi. Çekişinde zayıflık olması da hilafet müddetinin az olduğuna ve zamanında çokluk beldelerin fethi vâki olmadığına işaretti. Hazret-i Ömer'in çekişinin kuvvetli olması ise hilafet zamanı çok olup onun devrinde ülkelerin fethinin ve ganimet toplanmasının ziyade olmasiyle İslâmiyetin ziyade kuvvet bulmasına işaretti. Hadîs-i şerif değişik ibarelerle birçok yönden rivâyet olunmuştur. Hepsinin mânası zikrolunduğu gibidir.
Başkalarının rüyası hususunda kâinatın hocası Efendimiz hazretlerinin şaşılacak tabirlerinden biri şudur ki. Zürâret'übnü Amrin-Nehaî Neha' Peygamberiyle Fahr-i Kâinat hazretlerinin huzuruna geldiği zaman:
— Ya Resulullah! Yolda gelirken bir rüya gördüm Kabilemiz arasında ben bir dişi eşek bırakıp gitmiştim. O eşek, esfa' ve ahvâ (alaca ve siyahça) bir oğlak doğurmuş , dedi.
Resulullah Efendimiz:
— Gittiğin zaman hiç hamile bir cariye bıraktın mı? buyurdu.
— Evet, ya Resulullah! Bir cariye bırakıp gitmiştim. Zannederim hamile idi, dedi.
Resulullah hazretleri:
— O halde o cariye bir oğlan doğurdu. O oğlan senin oğlundur, buyurdu. Zürâre:
— Ya esfa' ve ahvâ görünmesinin sebebi nedir? dedi.
Kerem sahibi Resulullah hazretleri, Zürâre'yi yanına dâvet edip:
— Hiç sende sakladığın bir baras illeti var mıdır? diye sordu. O da:
— Evet, ya Resulallah! Ama seni hak peygamber gönderen o Hak hakkı için hiç bir yaratık bende o illetin olduğunu görmüş ve bilmiş değildir, dedi.
Resulullah Efendimiz:
— İşte esfa' ve ahvâ görünmesi ondan dolayıdır, buyurdu.