Mevâhib-i Ledünniyye / CİLT 3 |
| |
9 DOKUZUNCU BÖLÜMPeygamberimizin İbadetleri |
Hak teâlâ hazretleri, Fahr-i Kâinat hazretlerine hitap edip:
"Ve lekad na'lemu enneke yuzîku sadruke bimâ yekulûne fesebbih bi-hamdi rabbike ve kün mine's-sâcidîne va'büd rabbeke hattâ ye'tiyeke'l-yekînu — Andolsun biliyoruz, onların söylediklerinden senin göğsün daralıyor, canın sıkılıyor. Sen Rabbini överek tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve sana yakîn (kesin bilgi) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et," (Hicr sûresi: 15/97-99) buyurmuştur.
Yâni: "Biz gerçekten biliyoruz ki, kâfirlerin söyledikleri sözler dolayısiyle senin sadrın daralıyor. Hak teâlâ hazretlerine ortak getirdikleri, Kur'an'a dil uzattıkları ve seninle alay ettikleri için huzursuzluk çekiyorsun, sözleri sana güç geliyor. O halde tesbih eyle. Öyle bir tesbihleki Rabbinin övülmesine yakın gelsin. Hâsılı "Sübhanallahi ve bi-hamdihi" demekle maşgûl ol ve secde edicilerden, yâni namaz kılıcılardan ol. Rabbine kulluk eyle, tâ sana ölüm gelinceye kadar," demek olur. "Yakîn" den murad, "Ölüm" dür. Şunun için yâkîn diye isimlendirilmiştir ki, yakîn (kesin bilgi ve inanç) hâsıl eden bir şeydir.
Eğer sual olunup:
— İbâdete emretmede "Va'büd rabbeke — Rabbine ibâdet et," demek yetmez miydi? "Hattâ ye'tiyeke'l-yakînu — Sana yakîn gelinceye kadar," diye hangi fayda için zikrolundu? denilirse İmâm Kurtubî ve diğerleri cevap verip şöyle buyurmuşlar:
— Eğer sadece "Rabbine ibâdet et" denilmiş olsaydı bir kere itaat etmekle muti olurdu. Yâni bir kere ibâdet emrini yerine getirmekle o emri tamamen yerine getirmiş olurdu. Vakta ki, "Sana yakîn gelinceye kadar," diye buyurdu, o zaman "Bütün işlerinde kulluktan uzak kalma, her zaman Rabbinin kulluğunda devam üzre ol," demek olduğu açıklanmış oldu, demişlerdir.
Ama bu cevap, emrin mutlak olarak tekrarı ifade edici olmamasına dayanır. Bu mesele, usûl meselesinden üzerinde ihtilaf olan bir meseledir: Emir mutlak olarak tekrarı mı ifade eder? Yoksa bir kereyi mi ifade eder? Yahut hiç birini ifade etmez mi? Burada birkaç mezhep (gidilen yol) vardır:
1 . Tekrarı ne ifade edici ve ne de inkâr edicidir. Belki bir kerreyi ve birçok kerreyi bildirmeksizin emredilen şey ne ise onun işlenmesi talebini ifade edicidir. Fakat en az bir defası zarurîdir. Emre uyma onsuz gerçekleşemez. Zira mahiyetin ondan daha azda bulunmasına ihtimal yoktur, dediler. İşte İbn-i Hâcib ve diğerleri bunu tercih etmişlerdir.
2 . Mutlak olarak tekrarı ifade edicidir. Üstad Ebû Ishak Esferânî ve Ebû Hâtem Kazvînî buna zahib olmuşlardır. Böylece "Tekrara bir gâyet tayin olunduysa onu kaplar, aksi takdirde bütün ömrü kaplar. Fakat imkân nisbetinde olur. Abdest bozma, uyuma ve bunlar benzerinin zamanını kaplamaz," demişlerdir.
3 . Bir kereye delâlet eder. Şeyh Ebû Ishak, Mülemma' Şerhinde Ebû Hanife hazretlerinden, ekseri Şafiîyeden ve başkalarından bu mezhebi hikâye etmiştir. Böyle diyenler: "Eğer bir şarta yahut bir sıfata talik olunursa tekrarı ifade edici olur. Kendisine talik olunanın tekrarından ötürü," dediler. Meselâ: "Ve in küntüm cünuben fettahherû — Ve eğer cünüpseniz tamamen temizlenin," (Mâide sûresi: 6) gibi ve "Ez-zâniyetü ve'z-zânî feclidû külle vâhidin minhümâ — Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun," (Nur sûresi: 2) gibi. Bunlarda tekrarı ifade edicidir, dediler. Allah daha iyi bilir.
O âlemlerin efendisi Resulullah hazretlerinin ibâdete memur olduğunu gösteren deliller cümlesinden biri de şudur ki, İmâm-ı Beğavî'nin naklinde Cübeyr bin Nufeyr ve Ebû Nuaym'ın naklinde Ebû Müslim Havlânî, Fahr-i Âlem hazretlerinden rivâyet etmişlerdir ki:
"Bana mal toplayıp tacirlerden olmak vahiy olunmamıştır. Fakat Rabbini överek tesbih et, secde edenlerden (namaz kılanlardan.) ol ve sana yakın gelinceye kadar Rabbine ibâdet et, diye vahiy olunmuştur," diye buyurmuşlar.
Yine bir âyet-i kerîmede:
"Fa'büdhu v'astabir li-ibâdetihi — O'na kulluk et ve O'nun kulluğunda sabret," (Meryem sûresi: 65) buyrulmuştur.
Yâni Hak teâlâ hazretleri, Resulullah Efendimiz hazretlerine ibâdet emredip uyarınada ve tebliğde vazifenin külfet ve zorluklarına katlanmaya sabırlı olmasını buyurmuştur.
Yine bir âyette de:
"Ve lillahi ğaybu's-semavâti ve'l-arzı ve ileyhi yurceul-emru küllünü fa'büdhu ve tevekkel aleyhi — Göklerin ve yerin ğaybı Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. O'na kulluk et ve O'na güvenerek dayan," (Hûd sûresi: 123) buyrulmuştur.
Bundan anlaşılır ki, seyr-i ilallah (Allah'a gidiş) derecelerinin başlangıcı ibâdettir, sonu da Hakk'a tevekkül'dür, demişlerdir. Hâsılı Cenâb-ı Hakk'a kavuşmak üzere yolculuk eden kimse, ibâdet azığına muhtaç olur. Ondan müstağni olmaya mecal yoktur. Her ne vakit kulun, Allah'a yakınlığı artsa, O'nun yolunda mücâhedesi daha büyük olur. Hak teâlâ hazretleri:
"Ve câhidû fî'llâhi hakka cihâdihi — Allah uğrunda O'na yaraşır şekilde cihâd edin," (Hac sûresi: 78) buyurmuştur.
Onun için iki cihanın iftiharı Muhammed Mustafa Efendimiz hazretleri, ömrünün sonuna kadar ibâdet vazifelerine kıyamda ve içtihatta bütün insanların toplamından daha büyüktü. O'nun ettiği tâat ve ibâdeti hiç kimsenin edebilmesi düşünülemezdi. Sahâbe-i kirâmden de her kimin yakınlığı ve yükselmesi ziyade olsa o yüzden tâat ve ibâdeti daha ziyade olurdu, işte Kitap ve Sünnet'in gereği üzre işin hakikati budur.
Bazı dinsizler, "Hakiki yakınlık, kulu, dış ibâdetten iç ibâdeta nakleder; amel meşakkatinden ruh ve cesedi kurtarıp rahata kavuşturur," demişler ve tekâlifin (dinî vazifelerin) sükût edeceği zannına kapılmışlardır. Bu itikatları küfrün kendisidir. Bundan Allah'a sığınmak gerektir. Eğer kişi, kulun yükselebileceği makamların en yücesine yetişse bile ondan zerre miktarı teklifin sâkıt olması ihtimali yoktur.
Bundan sonra malûm olsun ki, Resulullah Efendimiz hazretleri, peygamber olmadan önce eski şeriatlerden herhangi birisiyle mükellef oldu mu, olmadı mı hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Zira eğer birine bağlı olsaydı işitilir, elbette naklolunurdu. Onu örtüp gizlemeye imkân ve ihtimal yoktur, dediler. Ayrıca böyle bir şey vâki olsaydı o şeriata mensup geçinenler iftihar edip: "Muhammed bir zaman bizim şeriatımıza tâbi idi," derlerdi. Halbuki hiç böyle bir şey nakledilmedi, dediler.
Bir topluluk da şuna zâhib oldular: O'nun hakkında başka bir şeriata bağlılık aklen olmayacak bir şeydir. Zira tâbiliği bilinen bir kimsenin metbû' olması, imkânsız ve hatta olmayacak bir şeydir, dediler.
Bir topluluk da bu hususda duraklayıp "iki yönden birine hükmetmemek gerek. Zira aklın hâkim olabileceği bir yer değildir," dediler.
Bir topluluk da: "Şer’-i min kıbelihi (kendi katından olan bir şeriat) ile amel edici idi," dediler. Ondan sonra bu şeriatın belirli olup olmayacağı hususunda ihtilaf ettiler. Bazıları belirtmekten kaçtılar, durdular. Bazıları buna girişip cesaret ettiler. Bu işe girişenler de kimin şeriatına tâbi olduğunda ihtilaf ettiler. Kimisi Nuh peygambere, kimisi ibrahim'e, kimi Musa'ya ve kimi de İsa'ya, dediler. Allah Peygamberimize ve onların hepsine salât etsin.
Bu meselede bütün mezhepler işte bu zikrolunanlardır. Ama bundan daha açık ve parlak olanı, Kadı Ebû Bekir'in kavlince, ittibâm (başka bir şeriata bağlılığın) vâki olmamış olmasıdır. Mezheplerin akla en uzak olanı, tayin edenlerin mezhebidir. Zira o, zikrettiğimiz üzre vâki olsaydı, naklolunur ve işitilir, gizlenmesi mümkün olmazdı. İsa aleyhisselâmın peygamberlerin sonuncusu olduğuna ve şeriatinin kendinden sonra gelenler için lâzım bulunduğuna dair de bir delilleri yoktur. Zira sözlerin en doğrusu şudur ki, bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) hazretlerinden başka bir peygamberin umuma dâveti yoktu. En iyisini Allah bilir.
Bu zikrolunan sözler ve görüşler, Kâdî Iyâd'ın sözlerinden kısaltılarak alınmıştır. Son derece güzel sözlerdir. Fakat bu hususta mezheplerin hepsi bu zikrolunandır demesi hususunda bazı görüşler vardır. Zira Peygamber Efendimiz hazretlerinin, Hazreti Âdem'in şeriatı üzre olması da İbn-i Bürhân'dan hikâye olunmuştur. Bazılarının sözlerinde bütün şeriatler üzere olması da rivâyet olunmuştur. Nitekim Mâlikîlerden El Mahsûl Sahibi böyle hikâye etmiştir.
Ancak ibrahim aleyhisselâmın şeriatı üzreydi demiş olanların dayanağı:
"Sümme evhayna ileyke enittebi' millete İbrâhîme hanîfen — Sonra sana vahyettik ki: Bütün varlığınla yönelerek İbrâhim'in dinine tâbi ol," (Nahl sûresi: 16/123) sözüdür.
Ama bundan bu sonucu çıkarmak doğru değildir. Belki bundan murat, "Tevhide tâbi ol" demektir. Zira bu âyet-i kerîmede Hazret-i İbrâhim'i: "Mâ kâne mine'l-müşrikîne — Müşriklerden olmadı," (Nahl sûresi: 16/123) diye vasıflandırdı. Bundan, "enittebi* — tâbi ol!" buyrulmasından muradın zikrolunan mâna olduğu zâhir oldu.
Bunun benzeri, "Ülâikellezîne hedâllahu febihüdâhumu'ktedih — İşte onlar, Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselerdir. O halde onların yoluna uy," (En'âm sûresi: 6/90) âyet-i kerimesidir. Bunların içinde Hak teâlâ hazretleri, kendine mahsus şeriatı olmayanı zikretmiştir. Hazret-i Yusuf gibi... O kimsenin kavlince Yusuf aleyhisselâm resul değildi. Ayrıca Hak teâlâ hazretleri, mezkûr âyette daha nice peygamberleri zikretmiştir ki, bunların şeriatleri birbirine muhalifti, aralarındaki farkları kaldırıp bunları birleştirmek mümkün değildi. O halde bu da delâlet eder ki, murat, hepsinin ittifak ettikleri Tevhîd mânasında ittibâdır.
Eğer sual olunup:
— Resulullah Efendimiz hazretleri, şirkin nefyini ve tevhidin isbâtını kesin delillere dayandırmıştır. Bu takdirde O'nun başkasına tâbi olması doğru ve uygun düşmez. Ve "enittebi'" sözünü de bu mânaya hamletmek doğru olmaz, denilirse İmâm Fahr-i Râzt buna cevap verip buyurmuştur ki:
— Muradın, dâvetin keyfiyetinde (nasıl olduğunda) ittibâ olması muhtemeldir. Yâni yumuşaklık, kolaylık ve tatlılıkla halkı Tevhîd ve tâate dâvette onlara ittibâ ve iktidâ eyle, yâni uy! Birbiri arkasından pek çok şekillerde deliller getirmede onların üslûbuna tâbi ol demek olabiler.
* * *
Peygamber Efendimizin hazretlerinin ibâdetlerinin beyanı yedi nevi üzerinde toplanmıştır:
Bu- nevi içinde de birkaç Fasıl vardır:
1 . Fasıl
Malûm olsun ki, vuzû', abdest fiilidir. Vazû' ise abdest alınan sudur. Aslında "vezâet" kelimesinden alınmıştır. Vezâet, güzellik demektir. Namaz ehli olan kimseler, abdestle pak ve temiz olup yüz güzelliği bulurlar. Onun için bu kelimeden çıkarılıp alınmıştır.
Bazı âlimler, "Abdest için niyet vaciptir," dediler. Bunu şu âyet-i kerîmeden çıkardılar ki, Hak teâlâ hazretleri:
"İzâ kumtum ilâ's-salâti fağsilû — Namaza kalktığınız zaman... yıkayın," (Mâide sûresi: 5/6) buyurmuştur.
Sözün takdiri: "Namaza kalkmayı dilediğiniz zaman bunun için abdest alın," demektir. Bunun benzeri: "İzâ reeyte'l-emîru fekum — Kumandanı gördüğün zaman ayağa kalk," demektir, dediler.
İbn-i Kayyum der ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerinden, abdestin başında "Hadesi gidermeğe niyet ettim," demiş olduğu asla rivâyet edilmemiştir. Başka bir sözle de bunu ifade ettiği nakledilmemiştir. Böyle bir şey ne kendilerinden ne sahâbeden asla rivâyet edilmiş değildir. Ne sahih senetle rivâyet olunmuş, ne de zayıf senetle naklolunmuştur."
Hâsılı, Hanefî mezhebinde abdeste niyet şart değildir. Şafiîlerde şarttır. Ayrıntıları fıkıh kitaplarında yazılıdır.
Abdestin ne vakit farz olduğunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları Medine'de farz olduğunu söylemişlerdir. Buna yukarıda zikri geçen (Mâide sûresi: 5/6) âyet-i kerîmeyi delil getirmişlerdir. Zira bu âyet-i kerîme Medine'de nâzil olmuştur.
İbn-i Abdilberr, o Hazret'e cünüplükten yıkanmanın Mekke'de iken farz olduğuna dair tefsircilerin ittifakını nakletmiştir. "Hemen namaz farz olunduğu gibi o da farz olundu," diye buyurmuşlar. Âlemlerin Efendisinin abdestsiz namaz kıldığı aslâ olmadı, demişler.
Hâkim, Müstedrek'inde dedi ki: "Mâide sûresinin mezkûr âyeti inmeden önce abdest yoktu diyenlerin sözlerini reddetmeğe Sünnet Ehli muhtaçtırlar. Bu sözleri şununla reddolunur ki, Abdullah bin Abbâsın (radıyallahü anh) rivâyetinde bir gün Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh) ağlayarak Fahr-i Âlem hazretlerinin hücresine girdi:
— Kureyş tâifesi seni öldürmek için ittifak ettiler, diye haber verdi.
Bunun üzerine Resulullah hazretleri abdest suyu isteyip kalktı, abdest aldı, demiştir. Bundan anlaşılır ki, Mekke'de iken de abdest varmış."
İbn-i Hacer: "Bu zikredilen, hicretten önce abdestin varlığını inkâr edeni reddetmeye elverişlidir, ancak vücubunu (gerekliliğini) inkâr edeni reddetmeye elverişli değildir," demiştir.
İbn-i Cehm-i Mâliki, hicretten önce abdestin müstehap olduğuna hükmetmişler. Bazıları, "Abdest Medine'de meşru (şeriata uygun) oldu, bundan önce meşrû değildi," dediler. Ama bu söz reddedilmiştir. Zira Ebû Luhey'a'nın rivâyetinde Ebû'l-Esved ve Urve'den rivâyet edilmiştir ki: "Cebrâil aleyhisselâm vahiy ile indiği zaman Peygamber Efendimiz hazretlerine abdesti tarif ve talim etti," demiştir. Hadîs-i şerif İmâm-ı Ahmed'in naklinde, İbn-i Mâce ve Taberanî'nin rivâyetlerinde de gelmiştir.
İmâm-ı Buhârî, Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde Enes bin Mâlik'den (radıyallahü anh) Rivâyet edilmiştir ki:
— "Resulullah hazretleri her namaz için bir abdest alırdı," diye buyurmuştur.
Sual edip:
— Siz nasıl ederdiniz? dediler.
— "Hades vâki olmadıkça bize bir abdest yeterdi," dedi.
Darımî'nin naklinde Hzaret-i Osman'dan rivâyet edilmiştir ki:
— "Gerçektir ki, Resulullah hazretleri her namaz için bir abdest alırdı," demiştir.
Müslim'in rivâyetinde Büreyde'den rivâyet edilmiştir ki:
"Resulullah hazretleri önceleri her namaz için bir abdest alırdı. Mekke'nin fethinden sonra beş vakti bir abdestle kıldı. Ömer (radıyallahü anh):
— Ya Resulallah! Öyle bir şey işledin ki, daha önce bunu işlemezdin? dedi
Peygamber Efendimiz hazretleri:
— Kasden öyle ettim, ya Ömer! diye buyurdu," demiştir.
Yâni: "Böyle etmenin caiz olduğunu bildirmek için öyle ettim," demektir.
İmâm-ı Ahmed ve Ebû Dâvud'un rivâyetlerinde Abdullah bin Ebi Amir'den rivâyet edilmiştir ki: Peygamber Efendimize her namaz için bir abdest alması emrolunmuştu. Gerek abdesti olsun, gerek olmasın... Bu iş Resulullah Efendimize zorluk vermeye başladığı zaman her namaz vaktinde misvak kullanması emrolundu. Abdest hususu aşağı indirildi. Yâni hades vâki olmadıkça bir abdestle dilediği kadar namaz kılması mümkün kılındı. Misvâk kullanmanın vacip olduğunu söyleyenler, bu hadîsten delil çıkarmışlardır. Fakat isnâdmda Muhammed bin İshak vardır ki, onun rivâyeti itimada elverişli değildir. Peygamberin hassaları doğru delilden başka bir şeyle sâbit olmaz.
Ama İmâm Taberanî ve Beyhakî'nin nakillerinde Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki, Peygamber Efendimiz hazretleri:
"Uç şey bana farz ve sizin için sünnet kılındı: Vitir, misvâklenme ve gece namaza kalkma," buyurmuşlar.
Bu hadîs-i şerif gereğince vitir namazı kılmak, misvâk kullanmak ve gece namazı, Peygamber Efendimize farz ve ümmetine sünnettir.
Yine İmâm-ı Ahmed, Müsned'inde güzel bir isnatla Vâsile bin El-Eska' (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet eder ki, Peygamber Efendimiz:
"Misvâkle emrolundum. O kadar ki, üzerime (farz) yazılmasından korktum," buyurmuşlardır.
Bundan anlaşılır ki, vacip değildir. Alimler ittifak etmişlerdir ki, misvâkin kullanılması mutlak olarak müstahabdır. Birkaç halde tekit edilmiştir.
Bu cümleden biri abdest ve namazdadır. Yâni namaza duracağı zaman misvâk kullanır, ondan sonra namaza başlar.
Biri de uykudan kalkıldığı zamandır. Zira Sahihaynda gelmiştir ki: "Resulullah hazretleri geceleyin uykudan kalksa mübarek ağzını müsvâkle yıkardı," demişlerdir. Fakat bazıları, "Namaz için kalkınca böyle ederdi, demektir," dediler.
Biri de Kur'an okuma zamanıdır. Nitekim Râfii (Allah ona rahmet etsin): "Kur'an okumak dileyen kişinin ağzını misvakla yıkaması son derece güzel bir harekettir," demiştir.
Biri de ağzinin kokusu bozulmuş yahut dişleri sararmış olsa misvâk tutunmak müstehaptır. Kişi evine girdiği zamanda da tutmalıdır. Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz evine girdiği zaman misvâk tutunmağa başlardı."
Kişinin uyumaya yattığı zaman da tutunması gerektir, dediler. Ama bunun hakkında gelen hadîsin bazı râvisi metrûktür, demişlerdir.
Biri de gece namazından feragat zamanıdır; yâni gece namazını kılıp bitirme zamanıdır. İbn-i Abbâs hazretlerinden sahih isnatla rivâyet olunmuştur ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri gece namazını ikişer rek'at kılar ve namazdan dönünce misvak tutardı," dedi. İkişer rek'at demekten murat, dilediği kadar kılardı ve iki rek'atta bir selâm verirdi, demektir.
Nihayet kendisinde sertlik bulunan her nesne ile misvâklemek kifayet eder. Parınağiyle ederse yine kâfidir. Şafiîler erâk ağacı ile misvâklemenin müstehap olduğunda ittfiak etmişlerdir. Erâk ağacı dedikleri bu diyarda meşhur olan misvâktir.
Taberanînin rivâyetinde geldiğine göre âlemlerin hocası Resulullah Efendimiz hazretleri, erâk ağacına işaret edip:
— "Bununla misvâklenin," demiştir.
Hâkim Müstedrek'inde Hazret-i Âişe'den rivâyet etmiştir ki, kardeşi Abdurrahman bin Ebû Bekir Sıddık (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretlerinin hastalığında gelip içeri girdiğinde elinde erâk ağacından bir misvâk vardı. Hazret-i Âişe, Peygamber Efendimiz hazretlerinin misvâki sevdiğini bilirdi. Kardeşinden onu aldı ve gönlünü hoş etmek için Resulullah hazretlerine verdi. Fahr-i Kâinat hazretleri de alıp mübarek dişlerine tuttu, demiştir.
Hâsılı, Resulullah Efendimizin erâk ağacından misvâk kullandığı sâbit oldu.
İmâm-ı Buhârî katında bazı yollardan gelen hadîslerde "Abdurrahman'ın misvâki cerîd-i nahl'den idi," demişlerdir. Yâni hurma dalındandı, dediler. Cerîd, yaprağı sıyrılmış olan dala derler.
Misvâk tutan kimse, sağ eliyle mi başlar, yoksa sol eliyle mi girişir? Bunların hangisinin daha uygun olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, sağ eliyle etmek evlâdır, dediler. Zira hadîs-i şerifte:
"Peygamber Efendimiz, saçını taramakta, ayakkabı giymekte, abdestte ve misvak kullanmada, sağdan başlamayı tercih ederdi," buyrulmuştur.
Bundan anlaşıldığına göre sağ eliyle kullanmak daha iyidir.
Bazıları dediler ki: "Misvâk kullanmak, temizleme ve güzelleştirme hususundan yahut kazuratı giderme kısmından başka bir şey değildir. Eğer birinci kısımdan olursa sağ eliyle etmek gerektir. Eğer ikinci kısımdan sayılırsa sol eliyle etmek gerekir. Zira Ebû Dâvud'un naklinde Hazret-i Âişe'den sahih isnatla rivâyet edilmiştir ki: "Peygamber Efendimiz hazretleri temizlemede ve yemek yemede sağ elini, halâda ve ezâ veren şeyleri gidermede sol elini kullanırdı," buyrulmuştur.
Misvâk kullanmanın, ezâ veren (incitici) şeyleri giderme kısmından olduğu açıktır. Bu takdirde sol elin kullanılması gerektir. Hatta Ebû'l-Abbâs El-Kurtubî Mü/ehhem adlı kitabında İmâm Mâlik'den rivâyet etmiştir ki:
"Mescidlerde misvak kullanmayın, çünkü o kazuratı (pisliği) giderme kısmındandır," diye buyurmuştur. Yâni tükürmek ve sümkürmek kısmından olup bu gibi şeyler mescidlerde caiz değildir, diye tasrih etmiştir.
Yukarıda geçen hadîs-i şeriften anlaşıldığı üzre Resulullah Efendimiz sağ taraflarından başlardı demektir. Yoksa sağ eliyle misvâk kullanırdı demek değildir. Hâsılı, mübarek ayağını koymada, nalın giymede, abdestte ve misvâk kullanmada sağ taraflarından başlardı, demek olur. Bundan misvâki sağ eliyle tutmuş olması anlaşılmaz. Belki anlaşılan, mübarek ağzinin önce sağ tarafını misvâklemesidir. En iyisini Allah bilir."
Peygamber Efendimiz ne miktar su ile abdest alırdı ve ne miktarla yıkanırdı? Bunun beyanında Enes hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz, bir sa' miktarı su ile yıkanırdı; nihayeti beş müd'e varırdı. Bir müd ile de abdest alırdı," demiştir.
Sa', öyle bir ölçektir ki, Bağdat rıtılı ile beş rıtıl ve bir rıtılın üçte biri su alır. Rıtıl, İmâm Nevevî'nin dediği üzre 128 dirhem ve bir dirhemin yedide biridir. Müd, Hicaz ehli katında bir rıtıl ve bir rıtılın üçte biridir.
Bir rivâyette: "Beş mekkûk ile yıkanırdı ve bir mekkûk ile abdest alırdı," diye gelmiştir.
Mekkûk, üç kelce (kile)dir. Kelce, bir menâ ve bir menânın sekizde yedisidir. Menâ, iki rıtıldır ki, iki yüz altmış dirhem eder.
İmâm-ı Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvud böyle rivâyet etmişlerdir. Yine Ebû Dâvud katında Resulullah Efendimizden rivâyet edilmiştir ki:
"Abdestte iki rıtıl su kifayet eder," buyurmuşlar.
Âişe'den (radıyallahü anh) nakledilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz bir sa' ile yıkanır ve bir müd ile abdest alırdı," demiştir.
Velhasıl abdest almada ve gusül etmede suyu israftan sakınmak gerektir. İmâm-ı Ahmed'in naklinde gelmiştir ki, bir gün Sa'd abdest alırken Fahr-i Kâinat hazretleri üzerine uğradı:
— Bu ne israf, ya Sa'd? dedi.
O da:
— Abdestte israf olur mu? dedi.
Peygamber Efendimiz:
— Evet. Eğer akarsu üstünde bile olsan, israf vardır, diye buyurdu.
Hâsılı, yeter miktardan fazlasını harcamak israftır. İsterse kişi ırmak kenarında olsun.
Tirmizî, Ubey bin Kâ'b'dan rivâyet etmiştir ki, Resulullah Efendimiz:
"Abdestin bir şeytanı vardır. Adı Velehân'dır. Onun vesvesesine uyup suyu israf etmekten sakinin," buyurmuşlar.
2 . Fasıl
Buharî'nin naklinde İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki:
"Resulullah Efendimiz abdest alırken azalarını birer kere yıkadı," buyurmuştur.
Böyle demesi, "İzâ kumtüm illâ's-salâti fağsilû... — Namaza kalktığınız zaman... yıkayın," (Mâide sûresi: 5/6) sözünün özünü bildirmekti. Zira emirden maksat, bir şeyin hakikatinin vücuda getirilmesini talebdir. Yâni emir, hakikatin icadını ifade edicidir, adedinin tayinini ifade edici değildir. Şeriat sahibi Efendimiz, bir kerresi icâb için olup fazlasının müstehap olduğunu beyan eyledi.
Ama Ubey bin Kâ'bın rivâyetinde: "Su istedi ve birer kere yıkayarak abdest aldı, sonra 'işte bu abdesttir ve Allah onsuz namazı kabul etmez,' buyurdu," diye gelmiştir.
Burada fiille ve sözle beraber olarak beyan vardır. Fakat hadîs zayıftır. İbn-i Mâce çıkarmıştır. Birkaç yoldan daha rivâyet olunmuştur. Hepsi zayıftır. Nitekim Fethü'l-Bârî'de zikredilmiştir.
Rezîn'in rivâyetinde Abdullah bin Zeyd'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah hazretleri abdest aldı, azâsını ikişer kere yıkadı ve 'Böyle etmek nur üstüne nurdur,' buyurdu," demiştir.
İmâm-ı Ahmed ve Müslim'in rivâyetlerinde Hazret-i Osman: "Resulullah hazretleri üçer kere yıkayarak abdest aldı," demişlerdir.
Yine bir rivâyette böyle buyurduktan sonra: "İşte bu, benim abdestimdir, benden önceki peygamberlerin ve İbrahim'in abdestidir," dedi, diye rivâyet etmiştir.
Rezîn böyle rivâyet etmiştir. Ama İmâm Nevevi, Müslim şerhinde "Bu rivâyet zayıftır," demiştir. Hâsılı Peygamber Efendimizin abdestte azalarını üç kere yıkadığı sâbittir, ama üçten fazla olduğu merfu hadîslerden hiç birinde gelmemiştir.
3 . Fasıl
İmâm-ı Buhârî'nin naklinde Osman bin Affan (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Kâinatın hocası Efendimiz hazretleri bir su kabı istedi. Getirdiler. Alıp iki mübarek eline üçer kere döktü. Ondan sonra sağ elini kabın içine soktu, su alıp ağzına ve burnuna su verdi. Ondan sonra üç kere mübarek yüzünü ve üç kere dirseklerine kadar ellerini yıkadı. Sonra mübarek başını meshetti. Ondan sonra iki mübarek ayağını üçer kere topuklarına kadar yıkadı. Daha sonra:
— Bir kimse böyle benim abdestim gibi abdest alır, sonra iki rek'at namaz kılar ve o namazda nefsine tahdis etmezseyâni mümkün olduğu kadar havatırı nefyeder, bir nesneyi gönlüne getirmezseonun geçmiş günahları mağfiret olunur, buyurdu."
Abdullah bin Zeyd bin Asımu'l-Ensârî'den rivâyet edilmiştir ki, bazı kimseler:
— Peygamber Efendimiz hazretlerinin abdesti gibi abdest al, görelim, dediler.
Abdullah (radıyallahü anh) su istedi. Getirdiler. Önce iki eline su döktü, ellerini üç kere yıkadı. Ondan sonra kaba elini soktu, su alıp üç kere yüzünü yıkadı. Ondan sonra tekrar elini suya soktu, su alıp dirseklerine dek ikişer kere ellerini yıkadı. Sonra yine elini kaba sokup su aldı, başına meshetti. Meshi şöyle etti: Başinin önünden iki elini kafasına varıncaya kadar sürdü. Sonra tekrar sürüp önüne getirdi. Ondan sonra topuklarına dek iki ayağını yıkadı ve:
— İşte Fahr-i Âlem hazretlerinin abdesti budur, dedi.
Buharî, Müslim, Mâlik, Ebû Dâvud ve Nesâî'nin rivâyetlerinin özü bu zikrolunandır. Ebû Dâvud'dan bir rivâyette şöyledir ki: "Başına meshetti, iki kulağinin dışına ve içine meshetti," demişlerdir. Başka bir rivâyette de: "Kulaklarının dışına ve içine meshetti ve parmaklarını kulaklarının deliklerine soktu," demişlerdir.
İbnü'l-Kayyum: "Doğrusu şudur ki, Fahr-i Kâinat hazretleri, başını meshetmeyi tekrarlamadı. Yâni mübarek başına sadece bir kere meshederdi," dedi.
İmâm Nevevî der ki: "Sahih hadîslerde 'El-meshu merreten vâhideten — Mesh bir keredir," diye vâki olmuştur. Kimisinde sadece mesh sözü geçip kaç kerre olduğu geçmemiştir. Ama bazı rivâyette üç kere meshederdi diye gelmiştir."
Ibnu s-Sem'ânî der ki: "Rivâyetin değişik olması birden fazla olmaya hamlolunur. Yâni bazen bir kere meshle iktifa ederler, kimi zaman da üç kere meshederler miş. Meshin birden fazla olmasına diğer azaların yıkanmasından da delil getirmişlerdir. Yâni mademki azalar üç kere yıkanır, mesh de üç kere gerektir. Zira abdest, hükmî tahârettir. Hükmî tahârette ise yıkamakla meshetmek arasında fark yoktur, dediler."
Ama meshin birden fazla olmadığinin en kuvvetli delillerinden biri, İbn-i Huzeyme ve diğerlerinin doğrulamış bulundukları meşhur hadîstir. Yâni Abdullah bin Amr yolundan abdestin sıfatı hakkında naklolunan hadîstir ki:
"Resulullah Efendimiz hazretleri azalarını üçer kere yıkayarak abdest aldıktan sonra:
— Her kim bunun üzerine bir şey ilâve eder veya bundan bir şey eksiltirse kötü bir iş yapmış ve zulmetmiş olur, buyurdu," diye rivâyet etmişlerdir.
Bu hadis-i şerifin sözleri arasında gerçi mesh zikredilmemiştir, ama Said bin Mansur'un rivâyetinde: "Başına bir kere meshetti," diye belirtilmiştir.
"Her kim bunun üzerine bir şey ilâve ederse kötü bir iş yapmış ve zulmetmiş olur," sözü, meshin bir kereden fazla olmasının müstahap olmamasını gerektirir. "Uç kere meshederdi," diye gelen hadisler sahih olduğu takdirde meshden maksad başı kaplamaya hamlolunur. Yâni meshde başın tamamına mesholunur, bir sürülen yere bir daha sürülmez. Hâsılı bir defa bir yanına, bir defa öbür yanına ve üçüncüde başın tamamına mesholunur. Yoksa başın tamamına üç defa birbiri üstüne mesholunması kasdedilmiş değildir. Hadis-i şerifleri bu anlatılanlar üzre hamletmek gerektir. Böyle olunca delillerin arası bulunup birleştirilmiş olur, birbirine zıt olma görüntüsü kalmaz. En iyisini Allah bilir.
Mesh başın neresine gerektir? Belirli bir yeri var mıdır, yoksa neresine olursa caiz midir? denilirse Atâ'dan rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz abdest alırken sarığını başından itip açarak başinin ön tarafını meshederdi," demiştir.
Bu rivâyette Peygamber Efendimizin mübarek başinin ön tarafına meshettiği sâbit olmuştur. Bu hadis mürseldir, fakat başka yönden de mevsul olarak geldiği için kuvvet bulmuştur. Nitekim İmâm Şafiî "Bir mürsel, başka bir mürselle yahut bir müsnedle kuvvet bulur," demiştir.
Bazı nakillerde Hazret-i Osman'dan da rivâyet edilmiştir ki: "Başinin ön tarafını meshetti," demiştir. Ama İbn-i Ömer hazretlerinden sahih şekille başm bir kısminin meshinin yeterli olduğu gelmiştir. Yâni neresi olursa olsun bir miktar yerini meshetmekle abdest tamam olur. İbn-i Münzir böyle demiştir. İbn-i Huzeyme'nin dediği üzre mezkûr sözün inkârı, sahih nakille sahâbe-i kirâmden rivâyet edilmiş değildir.
Başın meshinde vacip (gerekli) olan miktarın ne kadar olduğunda ihtilâf etmişlerdir. İmâm Şâfiî ve bir cemaat: "Eğer yalnız bir kıla meshedilse bile yeterlidir," dediler.
İmâm Mâlik, Ahmed ve bir cemaat: "Başın tamamına meshedilmek gerek" dediler. İmâm Azam hazretleri katında başın dörtte birine meshetmek gerektir. Vacip olan budur. Zira Resûlüllah Efendimiz nâsiyesine (alnına) meshetti. Nâsiye dörtte bire yakındır, diye buyurmuştur.
Mazmaza ve istinşak hususunda Talha bin Madrif'den, o da babasından ve dedesinden rivâyet etmiştir ki: "Bir kere Resûlüllah Efendimiz hazretlerinin üzerine geldim. Fahr-i Âlem hazretleri abdest alıyordu. Abdest suyunun mübarek yüzünden ve sakalından göğsünün üstüne aktığını gördüm. Mazmaza ile istinşak arasını ayırırdı," demiştir.
Mazmaza ile istinşak arasını ayırırdı demekten murat her biri için eline başka su alırdı demektir.
Müslim'in rivâyetinde gelmiştir ki, Hazret-i Osman su istedi. Getirdiler. Alıp avucuna döktü. Uç kere ellerini yıkadı. Ondan sonra sağ elini su kabına soktu, su alıp mazmaza etti ve burnunu yıkadı. Sonra üç kere yüzünü yıkadı.
Buharî katında Abdullah ibn-i Zeyd: "Sonra yıkadı yahut bir avuç su ile mazmaza ve istinşak etti. Ondan sonra:
— İşte Resulullah'in abdesti böyleydi, dedi," diye rivâyet etmiştir.
Bundan açıkça bir avuç su ile hem mazmaza ve hem istinşak ettiği anlaşılır.
İmâm Nevevî der ki: "Bunda, mazmaza ve istinşakta suyu sağ eliyle alıp kullanmanın sünnet olduğuna işaret vardır."
Mazmaza ve istinşak işinde beş yol vardır. En doğru olanı şudur:
1 . Üç garka (daldırma) ile mazmaza ve istinşak edilir. Yâni elini bir kere suya daldırır, aldığı su ile bir mazmaza ve bir istinşak eder. Ondan sonra yine daldırır, bir mazmaza ve bir istinşak daha eder. Ondan sonra yine daldırıp öyle eder.
2 . Bir garkada mazmaza ve istinşak arası birleştirilir. Yâni elini bir kere daldırmakla üç mazmaza ve üç istinşak eder. Mazmazalar istinşaklardan önce edilir.
3 . Elini bir kere daldırır, ondan bir mazmaza ve bir istinşak eder. Tekrar bir mazmaza ve bir istinşak eder, tekrar bir mazmaza ve bir istinşak eder.
4 . Elini iki kere daldırır, birinden üç mazmaza eder, öbüründen üç istinşak eder.
5 . Elini suya altı kere daldırır. Üçünden mazmaza eder, üçünden de istinşak eder."
İmâm Nevevî: "Doğru olanı birincisidir. Onun hakkında sahih hadîsler gelmiştir," diye buyurdu.
Malûm olsun ki, asıl itimat fiıkahanın sözlerinedir. Zira onlar hadîs-i şerifleri tenkıd edip (sağlamını çürüğünden ayırıp) içtihatları bakımından en doğru olanı yazmışlardır. O halde kişinin, kendi İmâminin kavli ne ise ona göre amel etmesi gerektir. Nitekim fıkıh kitaplarında ayrıntıları ve açıklamalariyle beyan olunmuştur. Aksi halde her kişi hadîs-i şeriflerden ve âyet-i kerîmelerden hüküm çıkarmaya muktedir değildir.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ve Ebû Sevr'in mezheplerinde istinşak vaciptir. Istinşak'ın mânası, suyu genize dek çıkarmaktır. Delilleri Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde gelen hadîs-i şeriftir ki: "Sizden biriniz abdest aldığı zaman suyu burnuna çeksin, ondan sonra sümkürüp çıkarsın," buyrulmuştur.
İşin zahirine bakıp bunlar vücuba zahib oldular. Ama âlimlerin umumunun mezhebinde istinşak müstehaptır. Onlar emri mendupluğa hamletmişlerdir. Zira Fahr-i Kâinat hazretleri: "Allah'ın buyurduğu gibi abdest al!" demiştir.
Allah'ın abdest hakkında buyurduğu âyet-i kerîmede istinşak yoktur, demişlerdir.
Ebû Dâvud'un naklinde: "Fâhr-i Kâinat hazretleri göz pınarlarını meshederdi," diye gelmiştir.
Tirmizî'nin rivâyetinde Hazret-i Osman'dan rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri abdest alsa mübarek sakalını hilâllerdi," buyurmuşlar.
İbn-i Mâce katında İbn-i Ömer'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah hazretleri abdest aldığı, zaman ârızlarını bir miktar ovardı. Ondan sonra mübarek sakalinin altından parmaklarını sokup hilâllerdi." buyurmuştur.
Ârız'dan burada murat, yüzünün iki yanında biten sakalıdır.
Ebû Dâvud, Enes hazretlerinden rivâyet etmiştir ki, Fahr-i Âlem hazretleri abdest aldığı zaman bir avuç su alırdı ve mübarek çenesinin altına sokar ve sakalını hilâllerdi. Sonra:
— Rabbim bana bunu emretti, derdi.
İbn-i Mâce'nin naklinde Ebû Râfi'den gelmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri abdest aldığı zaman parınağinin tamamen ıslanması için yüzüğünü hareket ettirirdi," buyurmuş.
Ebû Dâvud, İbn-i Mâce ve Tirmizi'nin nakillerinde Müstevred bin Şeddâd'dan rivâyet edilmiştir ki, her ne zaman o Hazret abdest alsa mübarek ayağinin parmaklarının arasını serçe parınağı ile ovardı, demiştir.
Buharî ve Müslim'in rivâyetlerinde gelmiştir ki, bazı seferde Muğiyre bin Şu'be (radıyallahü anh), Fahr-i Kâinat hazretlerinin eline su koyardı, o abdest alırdı, demişlerdir.
İbn-i Mâce'nin naklinde Saffân bin Assâl'dan rivâyet edilmiştir ki: "Seferde ve hazerde Resulullah Efendimiz hazretlerinin eline abdest aldığında su döktüm," demiştir.
Bu rivâyetlerden anlaşılan şudur ki, abdest almada başkasından yardım görmek ve istemek mekruh değildir. Abdest için başkasının su hazırlaması ise evleviyetle caiz olur.
Hâkim'in naklinde Rubeyyi' binti Muavviz (radıyallahü anh) den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerine abdest suyu getirdim. Suyu dök, diye emretti. Ben de döktüm," dedi.
Kasdedilen, "Mübarek eline su döktüm, abdest aldı," demektir. Bu rivâyette cevaz çok açıktır. Zira hem hazerde olmuştur ve hem de kendileri emretmiştir.
Darekutni'nin rivâyetinde gelmiştir ki, Resulullah Efendimiz hacamat ettikten sonra abdest almadan namaz kıldı. Ancak hacamat yerlerini yıkadı, ondan başka yerlerini yıkamadı, demişlerdir.
Güzel âdetlerinden biri şu idi ki, yağlı bir şey yese mübarek ağzını yıkardı. Ama bazen de bunu terkederdi. Uykudan kalktığında bazen abdest alır, bazen de almazdı. Zira gözü uyur, fakat gönlü uyumazdı. Nitekim Buhârî'nin hadîsinde böyle gelmiştir. Bunda uykunun kendisinin hades (abdesti bozucu hal) olmadığına, belki hades zannı taşıyan bir hal olduğuna delâlet vardır. O Hazret'in mübarek kalbi uyanık bulunduğu için hades vâki olmadığını bilirdi. Başkalarında bu hal yoktur.
Hitâbî: "Uyku halinde rüyada gelen vahyi ezberinde tutması için kalbi uyumazdı," demiştir.
4 . Fasıl
Malûm olsun ki, hadîs âlimlerinden bir topluluk, mestler üzerine meshetmenin mütevatir olduğunu tasrih etmişlerdir. Bir cemaat da rivâyetçilerini toplamışlardır, seksenden fazla gelmiştir. Aşere-i Mübeşşere rivâyetçileri cümlesindendir.
İbn-i Abdülberr der ki: "Ben, geçmiş fukahadan bir kimsenin onu inkâr ettiğini bilmiyorum. Ancak Mâlik'den inkâr naklolunmuştur. Bununla beraber ondan gelen sahih rivâyetler, ispatını tasrih eder."
Velhasıl İmâm Mâlik'den gelen bir rivâyettir. Ama şimdiki halde Mâliki âlimleri katında iki kavi vardır:
1 . Mutlak olarak caizdir.
2 . Misafire caizdir, mukime caiz değildir.
İkinci kavi, müdevven kitaplarda olanın gereğidir. İbn-i Hâcib de buna hükmetmiştir. Ama diğer müçtehidlerin mezheplerinde mutlak olarak caizdir.
İbn-i Münzir der ki: "Mestler üzerine meshetmek mi daha üstündür, yoksa çıkarıp ayağı yıkamak mı daha üstündür? diye âlimler ihtilaf etmişlerdir. Ama benim ihtiyarıma göre meshetmek daha üstündür. Şu cihetten ki, ona dil uzatan bid'at ehli haricî ve rafizîlerden kim varsa onlara inat ve muhalefet hasıl olur."
Şafiî âlimlerinden İmâm-ı Nevevî der ki: "Ashâbımız katında yıkamak daha üstündür. Zira asıldır. Fakat meshin terk olunmaması şartiyle daha üstündür. Yâni zaman zaman mesh dahi olunmalı."
Ama sadece mesh ile iktifa edenler, "Ve ercüleküm — Ve ayaklarınızı" sözünün zahirine bakıp onu temessük edindiler. Yâni çerle olan kıraet üzre, "V'emsehû bi-ruusiküm ve ercüliküm — Başlarınızı ve ayaklarınızı mesnediniz," (Mâide sûresi: 5/6) sözünde ayak başa matuf olup ayak da baş gibi mesh ile iktifa olunur sandılar. Sahâbe ve tabiînden bir topluluk, bu sözün zahirini mezhep edindiler. Zayıf bir rivâyette İbn-i Abbâs hazretlerinden de bu kavi rivâyet edilmiştir. Ama onlardan sâbit olan kavi, bunun aksi üzredir. Ayrıca İkrime'den, Şa'bî'den ve Katâde'den rivâyet edilmiştir ki, vacip olan yıkamak yahut meshetmektir. Bazı zâhir ehlinden ikisinin arasını birleştirmek ve ikisini birden yapmak vaciptir diye rivâyet olunmuştur.
Alimlerin umumunun hücccetleri sahih hadîslerdir. Nitekim biraz aşağıda inşallah zikrolunacaktır. Bu hususta âyet-i kerîmeden birkaç veçhile cevap vermişlerdir. Biri şudur ki, "Ercüleküm — Ayaklarınızı," nasbla kıraet olunmuştur; "Ve eydiyeküm — Ve ellerinizi," kelimesine matuftur, dediler.
Bazıları dediler ki: "Ayette olan mesh, mestler üzerine meshin meşruiyetine (şeriata uygunluğuna) hamlolunur. O halde çerle okumanın mestler üzerine meshe ve nasble okumanın ayakların yıkanmasına homlolunması gerektir." (Yani âyet-i kerîmede "ayaklarınızı" kelimesinin aslı olan kelime "ercüleküm" diye okunursa bundan "ayaklarınızı meshediniz" mânası çıkmakla beraber "mestler üzerine meshediniz" mânası anlaşılmalı ve aynı kelime başka bir kıraetle "ercüliküm" şeklinde okunduğu takdirde bundan ayakların yıkanması mânası anlaşılmalı, demek olur.)
Kadı Beydâvî: "Cer, civarîdir," demiş. Bunun benzeri Kur'an'da çok gelmiştir. Bu cümleden biri, "Azâbe yevmin elimin — Acı bir günün azâbı," (Hud sûresi: 11/26), biri de "Ve hûrun iynun — İri gözlü huriler" (Vâkıa sûresi: 56/22) sözleridir ki, Hamza ve Kisâî'nin kıraetlerinde çerle vâki olmuştur. Arap kelâmında bu zikredilenlerin son cüzlerinde olan çerler hep civarı cer'dir. Nahivciler bunun için ayrı bir bab yazmışlardır. Âyet-i kerîmede "Ve ercüleküm" kelimesinin civarî cer üzre gelmesinin faydası şuna tenbih içindir ki, "Ayağa su dökmekte kısa kesiniz," demektir dediler.
İmâm Müslim'in naklinde Muğiyre bin Şu'be'den rivâyet olunmuştur ki, Muğiyre (radıyallahü anh), Fahr-i Âlem hazretleri ile Tebük gazâsına beraber gitmişti. Kendisi şöyle anlattı: "Bir gün sabah namazından önce Resulullah Efendimiz hazretleri sahra tarafı na gitti. Ben de matara alıp arkasından gittim. Abdest alacağı zaman mübarek ellerine su döktüm. İki elini ve yüzünü yıkadı. Arkasında sof bir cübbesi vardı. Kollarını sığamak istedi. Yenleri darmış, kolları sığanmadı. Hemen ellerini içeri çekip cübbenin altından dışarı çıkardı ve cübbeyi mübarek omzunun üstüne bıraktı. Kollarını yıkadı. Ondan sonra mübarek alnına sarığinin üstünden meshetti. Ben eğilip iç ediklerini (ayakkabılarını) çekmek istedim. Fahr-i Kâinat hazretleri:
— Bırak dursun, ben onları tahâretle giymiştim, dedi.
Sonra üzerlerine meshetti. Ondan sonra devesine bindi, ben de bindim."
Tirmizî katında yine Muğiyre'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah hazretleri mestlerinin dış yüzü üzerine meshetti," demiştir.
Yine ondan rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri mestleri üzerine meshetti. Ben:
— Unuttun, ya Resulallah! dedim.
Resulullah Efendimiz:
— Belki sen unuttun. Ben bunu bilerek ediyorum. Rabbim bana bunu emretti, buyurdu."
Ebû Dâvud ve Ahmed böylece rivâyet etmişlerdir.
İmâm-ı Ahmed ve Buhârî, Amr bin Ümeyyetü't-Damrî'den rivâyet ederler ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerinin sarığı ve mesti üzerine meshettiğini gördüm," demiştir.
İmâm Müslim'in rivâyetinde Hazret-i Ali bin Ebi Tâlib (radıyallahü anh): "Resulullah Efendimiz hazretleri, mestler üzerine meshetmeğe misafir için üç gün üç gece ve mukim için bir gün bir gece ruhsat buyurdu," diye buyurmuştur.
5 . Fasıl
Önce malûm olsun ki, teyemmüm, Kitap, Sünnet ve İcma ile sâbittir. Âlimler icma etmişlerdir ki, teyemmüm, yüzden ve elden başka yere olmaz. Gerek büyük hades (cünüplük) ve gerekse küçük hades (abdestsizlik hali) olsun. Hâsılı cünüp olan da abdesti bozulan da ancak yüzüne ve dirseklerine varıncaya kadar ellerine teyemmüm etmelidir. Ama teyemmümün keyfiyetinde ihtilaf etmişlerdir.
İmâmların ekserinin mezhebinde iki darbe lâzımdır. Yâni iki kere ellerini temiz ve güzel toprağa vurmak gerek. Bir kere yüzüne sürmek için, bir kere de kollarına sürmek için.
İmâm Müslim'in (Allah ona rahmet etsin) rivâyetinde Huzeyfe (radıyallahü anh) Fahr-i Kâinat hazretlerinden rivâyet etmiştir ki: "Biz, diğer ümmetler üzerine üç hasletle üstün kılındık. Birisi şudur ki, saflarımız meleklerin safları gibi kılındı. Biri de şudur ki, bütün yeryüzü bize mescid kılındı. Her nerede namaz kılsak caiz olur. Başka dinlerde bu ruhsat yoktur. Sadece kendi mescitlerinde kılınması gerekti. Biri de şudur ki, yerin toprağı bize temiz kılındı," buyurmuşlar. Yâni su bulunmadığı zaman toprağı bizi hadesten temizler demek olur.
Buharî'nin rivâyetinde Ebû Umâme'den rivâyet edilmiştir ki: "Bütün yeryüzü bana ve ümmetime temiz ve mescid (secde yeri) kılındı," buyrulmuştur.
Bu hadîs-i şerif Huzeyfe'nin hadisinden daha umumîdir. Zira onda "yeryüzünün toprağı" buyrulmuştu. Burada ise "yeryüzü" nün kendisi buyruldu. Bu takdirde bütün arz (yeryüzü) cinsinden olana şâmil olur. Ama topraktan başkası ile teyemmüm caiz değildir, dediler. Umumî olanı hususî olana hamletmişlerdir.
İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebinde arz cinsinden olan ve yumuşar kısmından olmayan altın, gümüş ve demir gibi ve yakmakla kül olmayan her nesne ile teyemmüm caizdir. Meselâ toprakla, kumla, taşla, sürmeyle, zırnıkla, toprak karışmış altın ve gümüşle, üzerleri tozlanmış arpa ve buğdayla teyemmüm etmek caizdir.
İmâm-ı Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinde Ammâr bin Yâser, Efendimiz hazretlerinin kendine teyemmümü öğrettiğini naklettiği hadîsinde: "Resulullah Efendimiz mübarek avuçları ile yere vurdu, onları üfledi, sonra yüzüne meshetti," buyurmuştur.
6 . Fasıl
Malûm olsun ki, guslün farzı, ağzını, burnunu vesair bedenini yıkamaktır. Bizim mezhebimizde niyet sünnettir. Cünüp olana guslün vacip olmasının delili:
"Ve in küntüm cünuben fettahherû — Ve eğer cünüpseniz iyice temizlenin," (Mâide sûresi: 5/6) âyet-i kelimesidir.
Ayrıca:
"Lâ takrebû's-salâte ve entüm sükârâ hattâ ta'lemû mâ tekulûne ve lâ cünuben illâ âbirî sebilin hattâ tağtesilû — Sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar ve yolculuk dışında cünüpken de yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın," (Nisâ suresi: 4/43) âyet-i kerimesidir.
Kişiye mükerrer cünüplük vâki olsa bir gusül hepsine kifayet eder. Müslim'in rivâyetinde Enes (radıyallahü anh) hazretleri: "Peygamber Efendimiz hazretleri, hanımlarını dolaşırdı ve sonunda bir kere guslederdi," demiştir.
Ama İmâm-ı Ahmed ve diğerlerinin naklinde Ebû Râfi'den rivâyet edilmiştir ki; "Fahr-i Kâinat hazretleri, hatunlarını dolaştı. Her birinin yanında bir gusül etti. Ben:
— Ya Resulallah! Sonunda bir gusülle niçin iktifa etmiyorsunuz? dedim.
Resulullah Efendimiz:
— Bu daha temizleyici, daha güzel ve daha temizdir, diye buyurdu."
Bundan anlaşılan şudur ki, sonunda bir gusül hepsine yeter, fakat her cünüplükte bir gusül etmek daha üstündür.
Âlimler de icmâ ve ittifak etmişlerdir ki, iki cimâ arasında bir gusül etmek vacip değildir. Ama umum katında abdest almak müstehaptır. İmâm Ebû Yusuf, "Müstehap değildir," demiştir. Mâlikîlerden İbn-i Habîb "Vaciptir" demiş ve zâhir ehli de buna zahib olmuşlardır. Delil olarak tutundukları, İmâm Müslim'in naklinde gelen: "Sizden biriniz ehline yaklaştıktan sonra bir daha yaklaşmak isterse ikisi arasında vuzu etsin (abdest alsın veya yıkansın)," hadîsidir.
Ama bazılarına göre burada vâki olan "vuzu' etsin", ibaresinden murat, vuzuun lugavî mânâsıdır. Yâni aleti yıkamak kasdedilmiştir, dediler.
Hazret-i Âişe'den rivâyet edilmiştir ki: "Resulullah Efendimiz hazretleri, cünüplükten gusletse iki mübarek elini yıkar, sonra abdest alırdı. Nitekim namaza abdest alır, ondan sonra ellerini suya sokup kıllarının diplerini hilâllerdi. Sonra üç kere iki elini suya daldırıp başına dökerdi. Ondan sonra bütün vücuduna su dökerdi."
Bazı sahih rivâyette "Mübarek ellerini yıkadıktan sonra fercini yıkardı," diye gelmiştir.
Gusülde âzâyı oğuşturmak, yâni yıkarken ellerini sürmek vacip midir, değil midir? diye ihtilaf etmişlerdir. İmâm-ı Mâlik'den ve Müznî'den vacip olduğu nakledilmiştir.
İbn-i Battâl: "Abdest azâsına el sürtmek icmâ ile vaciptir. O-halde gusülde de vacip olması gerekir. Zira ikisi arasında fark yoktur," demiştir.
Ama buna itiraz edip: "Oğmak vacip değildir diyenlerin hepsi, abdest alıcı kimsenin elini suya daldırmasına ve hiç oğuşturmamasına icazet vermişlerdir. Bu takdirde icmâ bâtıl ve gereklilik ortadan kalkmış olur," dediler. Hâsılı sadece lâzım olan, bedenin üzerine su akıtınada oğuşturma olursa güzel ve nefistir, olmazsa bir şey lâzım gelmez, gusül sahih olur.
Mezkûr hadîste "iki elini daldırıp üç kere su dökerdi" denilmesinde gusülde üç kere yıkamanın müstehap olduğuna delâlet vardır, İmâm Nevevî der ki: "Bu hususta âlimlerden hiç kimsenin aksini düşündüğünü bilmiyorum. Ancak Maverdî aksini ileri sürüp 'Gusülde tekrar müstehap değildir,' diye buyurdu." Ama İbn-i Hacer, "Ebû Aliyyi's-Seci ve Kurtubî de böyle dediler," demiştir.
Yine Fahr-i Âlem Efendimiz hazretlerinin guslünün nasıl olduğu hakkında müminlerin anası Meymune (radıyallahü anh) buyurmuştur ki: "Fahr-i Kâinat hazretlerine gusül için su koymuştum. Suyu aldı, iki elini iki kere yahut üç kere yıkadı. Ondan sonra sol eline su döktü de ud yerlerini yıkadı. Sonra elini yere sürdü. Ondan sonra mazmaza ve istinşak etti. Yüzünü ve iki elini yıkadı. Ondan sonra vücudunun geri kalan yerlerine su döktü. Sonra yerinden gitti ve iki ayağını yıkadı."
İmâm-ı Buhârî böylece rivâyet etmiştir. Gusül yerinden gittikten sonra ayak yıkamak, durduğu yerde gusül suyu birikmiş olduğu zaman olur. Ama bir mermer yahut tahta üzerinde yıkanmış olsa, dökülen su akıp orada bir şey kalmasa, sadece gusülden evvel durduğu yerde ayağı yıkamak doğru olur. Yâni önce abdesti tamamlayıp ondan sonra gusleder. Bu caizdir. Ayak yıkamayı tehir etmez.
Sahîh-i Buhârî'de Cübeyr bin Mut'ime'den rivâyet edilmiştir ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz hazretleri:
— Ben gusledince şu iki elimle üç kere başıma dökerim, diye buyurmuştur.
Bundan murat, bununla gusül tamam olur, demek değildir. Belki önce böyle ederim, ondan sonra bedenin geri kalanını yıkarın demektir.
Yine Buhârî'nin naklinde Ebû Hüreyre'den rivâyet edilmiştir ki: "Bir gün namaz için kamet olundu ve saf dizilip durdu. Ondan sonra Fahr-i Âlem hazretleri hücresinden çıkıp geldi, namaz yerine durdu. Orada kendisine gusül gerekmiş olduğu hatırına geldi. Dönüp gitti, gusledip yine geldi. O halde ki, mübarek başından tane tane su damlıyordu. Hemen tekbir etti. Biz de onunla beraber kıldık," demiştir.
Rivâyetçi, Fahr-i Âlem hazretlerine guslün gerekli olduğunu karineyle anladı yahut sonradan Fahr-i Âlem hazretlerinin kendisi bildirdi, öylece bildi, demişlerdir. Hadîste gusülden geldiği gibi hemen tekbir etti denilmesinden anlaşılır ki, kametle namaza giriş arasında amel-i kesîr (çok iş ve harekette bulunmak) caiz imiş. Tekrar kamet lâzım değilmiş.
Meymune'den bir rivâyette şöyledir ki: "Gusülden sonra o Hazret'e silinmek için bez verdim. Almadı, ellerini silkerek gitti," demiştir.
Bazıları bundan gusülden sonra silinmenin mekruh olduğuna delil çıkardılar. Ama mezkûr hadîste buna delâlet yoktur. Bezi başka bir sebepten dolayı almamış olması mümkündür. Muhalleb der ki: "Almaması belki de şerefli cisminde yaşlığın bereketinin kalması içindi. Yahut tevazu göstererek almadılar. Belki bezde ipek vardı yahut kirli bir bezdi, bu türlü bir düşünceyle almamış olması da muhtemeldir."
Âmeş'den rivâyet edilmiştir ki: "Bu hususu İbrahim Nehaî hazretlerine sordum:
— Mendil kullanmakta beis yoktur, caizdir. Fahr-i Âlem hazretlerinin Meymune'den mendil (kurulanma bezi, havlu) kabul etmemesi bunun âdet olması korkusundandı, diye cevap verdi," demiştir.
Teymî şerhinde dedi ki: "Bu hadîste silinmenin âdet olduğuna delil vardır. Zira eğer öyle olmasaydı. Meymune, kendilerine mendil getirmezdi."
Bazı âlimler de: "Elleriyle suyu silkmeleri silinmenin mekruh olmadığına delâlet eder. Zira ikisinden de murat suyu gidermektir," dediler.
Sahîh-i Buhârî'de gelmiştir ki, âlemlerin hocası Efendimiz hazretleri cünüp iken yatmak istese ud yerlerini yıkardı ve namaz abdesti gibi abdest alıp, ondan sonra yatardı. Bunda hikmet şudur ki, hades tahfif olunur. O yıkanan âzâdan cünüplük zail olur.
İbn-i Ebi Şeybe'nin rivâyetinde Şeddâd bin Evs'den rivâyet edilmiştir ki: "Her ne zaman biriniz geceleyip cünüp olsa da yatıp uyumak istese abdest alsın. Zira abdest, cünüplük guslünün yarısıdır," demiştir.
Bazıları: "Bunda hikmet şudur ki, abdest, iki temizlikten biridir," dediler. Bu takdirde teyemmüm de onun yerini tutar.
Beyhakî, Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anh) rivâyet eder ki: "Resulullah Efendimiz hazretlerine her ne zaman cünüplük vâki olsa ve yatıp uyumak dilese abdest alırdı yahut teyemmüm ederdi," diye buyurmuş.
Ama ihtimal ki, burada teyemmümü su bulmada güçlük olduğu için ederlerdi. En iyisini Allah bilir.