İkinci kısma, yani gizli olan düşmeye gelince, buna da müdelles denir. Râvinin, kendisine hadisi rivâyet eden şahsı isimlendirmemesi, yahutta kendisine hadis rivâyet etmeyen kimseden hadis işittiği vehmini vermesi dolayısıyle buna müdelles denilmiştir. Kelimenin aslı deles olup, alaca karanlık dediğimiz karanlık ile aydınlığın karışması manasına gelir.
Müdelles olan hadis, müdellis ile hadisi isnad ettiği kimse arasında karşılaşma ihtimalinin bulunduğuna delalet eden an ve kâle gibi rivâyet sigalarından biri ile nakledilir; fakat ne zaman ahbarana gibi açık ve kesin bir siga ile nakledilirse bu doğru değildir; çünkü yalan olur.
Kendisinde tedlis görülen kimsenin hükmü, eğer âdil bir kişi ise, sahih olan görüşe göre, hadisi o şeyhten işittiğine kesinlikle delalet edecek açık bir siga kullanmadıkça rivâyeti kabul olunmaz.
Keza mursel-i hafi denilen hadisin hükmü de aynen müdrelles gibidir. Mürsel-i hafi, muasirı olupta birbirleriyle karşılaşmayan ve aralarında bir vasıta bulunan kimseden rivâyet edilen hadistir. Müdelles ve mürsel-i hafi arasında çok ince bir fark vardır ve bunu şu şekilde açıklamak mümkündür: Tedlis, kendisine mülakı olduğu bilinen kimseden rivâyet eden şahsa aittir; fakat bu şahıs o kimsenin muasırı olur, fakat ona mülaki olup olmadığı bilinmezse, rivâyeti mürsel-i hafidir. Bu bakımdan, lika’ı şart koşmaksızın muasaratı tedlisin tarifine sokan kimse, mürsel-i hafi’yi de tarifin içinde zikretmiş olur. Aslında her ikisini de birbirinden ayırmak gerekir. Tedliste muasarata değil likaa da itibar edilip şart koşulduğuna, hadis alimlerinin, Ebu Osman en-Nehdi ve Kays İbn Ebi Hazim gibi muhadramların Rasûlüllah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet ettikleri hadislerin tedlis değil mürsel-i hafi kabilinden olduğu üzerindeki ittifakları da delalet eder. Eğer tedliste mücerred muasaratla iktifa edilmiş olsaydı, bu muhadramlar müdellis sayılırlardı; çünkü bunlar, Rasûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) kesinlikle muasarat etmişlerdir; fakat ona mülaki olup olmadıkları bilinmemektedir Tedliste lika’ı şart koşanlar arasında eş-Şafi’i ve Ebu Bekr el-Bezzar da vardır, El-Hatib’in Kifaye adlı kitabındaki sözü de bunu iktiza eder. Esasen doğru olan görüş de budur.
Râvi ile şeyh arasındaki mülakatın yokluğu, râvinin bunu kendisinden haber vermesiyle, yahut buna muttali bir imamın açıklamasıyle bilinir. Şu var ki, hadisin bazı turukun da râvi ile şeyh arasındaki râvi fazlalığı, mezidten olması ihtimali dolayısıyle tedlisle hükmetmeye kafi gelmez ve bu şekilde ittisal ve inkita ihtimalinin bulunması dolayısıyle de kesin bir hüküm vermek mümkün olmaz. El-Hatibu ‘l-Bağdadi, bu konu ile ilgili olarak Kitabu’t-Tafsil li-mubhemi’l merasil ve Kitabu’l-mezid fi muttasıli’l esanid’i tasnif etmiştir.
Haberlerin merdud sayılmalarına sebep olan râvi düşmesiyle ilgili kısım burada son bulmaktadır.
Diğer bir kısım ise, râvisi ta’n edilmiş haber olup bu da merdud haberlerdendir.
Ta’n, kadh yönünden birbirinden şiddetli on şekilde olur. Bunların beşi adelete, beşi de zabta taalluk eder. Burada maslahat icabı, bir kısmı diğerinden ayırarak izahına itina gösterilmemiş, fakat ta’n çeşitlerinin en şiddetli olanlara göre tertibi uygun görülmüştür. Çünkü, reddi gerektirmek yönünden, en şiddetli olanın başa alınmasının ve derece derece aşağı inilmesinin daha faydalı olduğuna şüphe yoktur.
Ta’n ya Rasûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hadisinde, râvinin onun söylemediği birşeyi kasden ondan rivâyet ederek yalan söylemesiyle olur; yahutta bu hadisin yalnız bu râvi cihetinden rivâyet edilmesi ve lslam’ın malum kaidelerine aykırı olması dolayısıyle, râvinin yalancılıkla itham edilmesi şeklinde olur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın hadislerinde yalanı görülmese bile, sair konuşmalarında yalancılığı ile tanınan kimseler de böyledir ve hadiste yalancılıkla itham olunurlar; ancak bu kısım, birinci kısmın dışındadır.
Yahutta râvi, hatasının çokluğu, gafleti, küfür derecesine varmayan fiil ve sözlerinden dolayı fıskı yönünden ta’n edilir. Fısk ile kizb arasında umum husus mevcut olup, her türlü kızb, fısk olduğu halde her fisk, kizb içine girmez. Bu rada kizb, fısktan ayırtedilerek zikredilmiştir; çünkü bu ilimde kizb ile ta’n çok daha şiddetlidir. İtikad yönünden fısk ise, ileride ayrıca zikredilecektir.
Ta’n sebeblerinden biri, râvinin vehmi olup tevehhüm yolu ile rivâyet etmesidir. Bir diğeri, râvinin sika olan râvilere muhalif rivâyetidir. Bir başka ta’n sebebi, râvinin cerh ve ta’dil yönünden bilinmemesi dolayısıyle cehaleti, yani mechul kalmasıdır. Bir başkası râvinin bid’atıdır. Bid’at, Rasûlüllah’dan bilinen dinle ilgli bir hususun hilafına sonradan ihdas olunan bir şeye itikad etmektir; ancak bu itikad inadlıkla değil, bir nevi şüphe üzerinedir. Nihayet ta’n sebeple sonuncusu, râvinin su-i hıfzı, yani kötü hafıza sahibi olmasıdır. Bu da hadisteki hatasının sevabından çok olmasından ibarettir.
lşte, yukarıda zikredilen on çeşit ta’n sebebinden her biriyle muttasıf râviler tarafından nakledilen hadisler, bu vasıflara uygun ayrı ayrı isimler alırlar.