Ta’n sebeplerinin sekizincisi olan râviye cehalet, başlıca iki sebebe istinad eder. Birincisi, râvinin isim, künye, lakab, sıfat ve meslek gibi bir çok sıfatları bulunup, bunlardan yalnız birisiyle şöhret kazandığı halde, herhangi bir maksat dolayısıyle meşhur olan isminden başka bir isimle zikredilmesi ve bu suretle onun başka bir şahıs olduğunun zannedilmesidir. Kim olduğu kesinlikle bilinmeyen bu şahsın adalet ve zabt yönünden hali hakkında da tabiatıyla cehalet hasıl olur. Bu konuda, sıfatların cem ve tefrikinden hasıl olan vehimleri açıklayıcı kitaplar tasnif etmişlerdir. Bu kitapların en güzeli el-Hatib’in kitabıdır. Kitap telifi hususunda Abdu’l-Gani, sonra da eş-Şuri el-Hatib’in önüne geçmişlerdir.

Zikrettiğimiz sebep dolayısıyle meçhul kalan râvilere misal olmak üzere Muhammed İbnu’s-Sa’ib lbn Bişr el Kelbi gösterilebilir. Bazıları, bu şahsı ceddine nisbet ederek Muhammed İbn Bişr demişlerdir. Bazıları Hammad İbnu’s Sa’ib diye isimlendirmişler; bazıları künyesini Ebu’n-Nazr, bazıları Ebu Sa’id, bazıları da Ebu Hişam olarak zikretmişlerdir. Bu seretle şahıs tek bir kimse oludğu halde bilinmeyen isim ve künyelerle ayrı kimseler olduğu zannedilmiştir. Bu işin hakikatıni bilmeyen kimseler, tabiatıyle bundan hiçbir şey anlamazlar.

Râviye cehaletin ikinci sebebi, onun az hadis rivâyet eden kimselerden olması ve dolayısıyle kendisinden az hadis alınmasıdır. Bu konuda da Vuhdan denilen kitaplar tasnif etmişlerdir. Vuhdan, isimleri zikredilse bile, kendilerinden yalnız bir kişinin rivâyet ettiği kimselerdir. Müslim, el- Hasan İbn Süfyan ve diğer bazı müellifler, tasnif ettikleri kitaplarda böyle olan kimseleri toplamışlardır.

Cehaletin bir başka sebebi, râvinin, kendisinden rivâyet eden bir başka râvi tarafından ihtisar olsun diye isminin zikredilmemesi ve “fulan bana haber verdi”, yahut “şeyh”, yahut “bir adam”, yahut “bazıları yahutta “fulanun oğlu” gibi ibareler kullanılmasıdir.

Mübhem olan ismin bilinmesi, onun başka bir tarikdan isimlendirilmiş olarak gelmesiyle istidlal olunur. Bu konuda da mubhemat denilen kitaplar tasnif edilmiştir. Mübhem olan kimsenin hadisi, ismi zikredilmedikçe kabul olunmaz. Çünkü haberin kabul şartı, râvilerinin adetidir; halbuki ismi mübhem bırakılan râvinin kim olduğu bilinmezse adaleti nasıl bilinir?

Keza bir râvi, kendisinden rivâyet ettiği râvinin ismini “bana sika olan bir kimse haber verdi” diyerek ta’dil lafızıyle mübhem bıraksa, onun da haberi kabul edilmez; çünkü bu şahıs, onun nazarında sika olabilir; fakat başkalarının nazarında da mecruhtur.

Nitekim mürsel hadis de, âdil bir kimse tarafından kat’i bir dil ile irsal edildiği zaman, aynen bu ihtimal dolayısıyle kabul edilmez. Bununla beraber, bazıları bu görüşün aksine, cerhin, aslın hilafı üzerine mebni olduğunu ileri sürerek zahire göre hüküm vermiş ve kabul edileceğini söylemiş- lerdir.

Bazılarına göre de, bunu söyleyen kimse, sika olanla olmayanları ayırt edebilecek şekilde alim ise, onun mezhebinde olanlar hakkında bu ta’dil kafi gelir. Ne var ki bu görüş hadis ilminin konularından değildir.

Eğer râvinin ismi zikredilir,yalnız, bir râvi de ondan rivâyetinde tek kalırsa, bu şahsa mechulu’l-ayn denir. Sahih görüşe göre, rivâyetinde ondan tek kalmayan başka bir kimse onu tevsik etmedikçe mechulu’l-ayn mübhem gibidir. Fakat böyle bir kimse tevsik ederse kabul edilir. Keza ondan rivâyetinde tek kalan kimse, tevsik ehliyetine de sahipse yine kabul edilir. Eğer o kimseden iki ve daha fazla kimse rivâyet eder fakat tevsik edilmezse bu şahsa meçhulu’l hal denir; bu aynı zamanda mesturdur.

Bazı kimseler, hiçbir kayıd ileri sürmeksizin mesturun rivâyetini kabul, ekseriyet ise reddetmiştir. Gerçek şudur ki, mesturda, mübhem ve mechulu’l-ayn’da olduğu gibi, adalet ve adaletsizlik ihtimalinin bulunması dolayısıyle red ve kabulü değil, belki hali açıkça bilininceye kadar onunla hükmolunmaması gerekir. Nitekim İmam Harameyn bu görüşe sahip olduğu gibi, İbnu’s-Salâh’ın cerh sebepleri açıklanmaksızın cerhedilen kimseler hakkındaki sözleri de buna delalet eder.