|
VASİYET (Ş - Z)
Pakistan'da yetişen
velîlerden Şerâfet Nevşâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
vasiyeti şöyledir: "Bütün ömrüm boyunca, kütüphâne kurmak için kitaplar satın
aldım. Dünyâ malı biriktirmedim. Vârislerim, evimde bulunan bir mal olduğunu
biliyorlarsa, âlimlerin fetvâsına göre taksim etsinler.
Vârislerim din ilimlerini,
Kur'ân-ı kerîmi, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrenmeye gayret
göstersinler. Çocuklarına da bu ilimleri, din bilgilerini öğretsinler ki,
âhirette işe yarasın.
Enbiyâya, sıddıklara,
şehidlere, sâlihlere tâbi olmak, uymak lazımdır. Onlar, Allahü teâlânın
nîmetlerine kavuşmuşlardır.
Dînin emirlerine uyan
tasavvuf ehli ile berâber bulunsunlar. Dînin emirlerine uymayanlarla berâber
bulunmaktan sakınsınlar...
Kütüphânemi taksim
etmesinler! Kıymetli oğul Ârif'i kütüphânemin sorumlusu tâyin etsinler. Çünkü o,
ilim ehlidir. Kütüphânenin koruma vazîfesi ve salâhiyeti ve istifâdeye sunma işi
ona âid olsun.
Kütüphânemdeki yazma
eserleri aslâ satmasınlar. Çünkü ben, o kitapları büyük gayretler sarfederek
geride kalanlar için topladım. O halde bu kitapları satmak benim maksadımı heder
etmek olur!
Kütüphânemdeki matbu
kitaplar da Nevşâhî âilesine âittir. Bu kitaplar Nevşâhî âilesine ister uygun
olsun ister olmasın bunları da satmasınlar.
Şâyet vârislerim arasında
kütüphânemden istifâde edecek salâhiyette, ehil kimse kalmazsa, kütüphânemi
üniversite kütüphânesine veriniz ki, kütüphânem korunmuş olsun."
Meşhûr velîlerden, fıkıh,
tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı vasiyet şöyledir: “Kulun her hâlinde ibâdet
yapması gerekir. Çünkü ömür çok kısadır. Ömrünün bir kısmı küçüklükte geçer. Bir
kısmı büyüyünce, bedenî ihtiyaçlarını temin etmek, uyku, kendisine ârız olan
hastalık, özür hâlleri, zarûrî meşgaleler, insanlarla uğraşma ve geçim derdi
gibi işlerle geçer. Bunlardan geriye, insan için çok az vakit kalır. İşte insan,
ya bu kısacık ömrünü ibâdet ve tâatle geçirmek sûretiyle Allahü teâlâya,
Cennet'ine ve çeşit çeşit nîmetlerine kavuşur, veya bu kısacık hayâtı kendi
aleyhine zâyi eder de, ebedî hüsrâna uğrar veya ömrünü günah ve başkalarına
düşmanlıkla geçirir. Böylece şeytanın yardımcılarından olur, onunla birlikte
Cehennem ateşinde yanar. Herkes, yaşadığı kısa ömür içerisinde bu üç hâlden
birinde bulunur. Allahü teâlânın takdîr ettiği şeyler, her zaman insanın
istediği şekilde cereyân etmez. İnsan bâzan oturup, istediği bir şeyi bekler.
Fakat bu sırada birçok iyi şeyleri kaçırır. Çok defâ insanın kendisi için
istediği şeylerin sonu şer olur. Bu sebeple insanın tercihte bulunması, şöyle
veya böyle olmasını istememesi gerekir. Bilakis, Allahü teâlânın kendisi için
hayırlı olanı ihsân etmesi için, bütün işlerini Allahü teâlâya bırakması
gerekir.
Bir kimsenin dâimâ Allahü
teâlâya tâat üzere olması, emirlerine uyup, hep murâkabe üzere olması için,
üzerindeki vazifeleri, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak yerine
getirmelidir. Meselâ, kâdılık gibi tehlikeli ve zor bir vazifeyi yapmak zorunda
kaldığı, ondan kendisini kurtaramadığı zaman, artık o vazifeden ayrılmayı
istememelidir. Çünkü o vazifeden ayrılırsa, belki ondan daha kötü bir işe
düşebilir. Sonra işlerin sonunun nasıl olacağını bilemez. Bu sebeple, üzerinde
bulunduğu vazifede kalmalı ve şu hususlara riâyet etmelidir: 1) Bu vazife
kendisini, birinci derecede lâzım olan Allahü teâlânın emirlerini yerine
getirmekten alıkoymamalıdır. 2) O vazifede kaldığı müddetçe, kötü ve bozuk
birisinin o vazifeyi almaması için kaldığını niyet etmelidir. Böylece o mâkama,
lâyık olmayan birisinin gelmesine mâni olmuş olur. Bu niyeti ile, dâimâ ibâdet
sevâbı kazanır. Mahkemeye bir dâvâ gelip, burada bir mazlûma yardımcı olup, onun
hakkını zâlimden aldığı, hakkı ayakta tuttuğu veya bâtıl ve bozuk bir işe mâni
olduğu zaman, kat kat ibâdet sevâbına kavuşur. Müslümanları, onlara zarar
verecek şeylere karşı himâye eder. Kendisini, efendisinin, içerisinde çoluk
çocuğunun bulunduğu bir eve koyduğu köle gibi ve böyle bir eve lâyık olmadığını
düşünür. Bu sebeple, bu evden çıkmak ve ayrılmak istemez. Çünkü, efendisi onu
oraya koydu. Emir onun emridir. Onun için, efendisinin çoluk çocuğunun işlerini
görmek için olanca gücü ile çalışır. Bu hususta efendisinin rızâsını arar. Bâzan
efendisi onu imtihân edebilir. Bu bakımdan, onun her zaman hazır olması, dâimâ
efendisinin emirleri istikâmetinde bir köle ve hizmetçi olması lâzımdır. Kısa
bir müddet sonra ölüm gelir. Ya efendisinin emirlerini yerine getirirken,
kölelik ve hizmetçiliği üzere can verir veya ondan başka bir hâl üzere vefât
eder. Maksad, Allahü teâlanın rızâsına kavuşmaktır.”
Evliyânın büyüklerinden ve
fıkıh âlimi Yahyâ Muammer Mezûrî İmâdî hazretlerinin hocası Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, yüksek halîfesi Yahyâ Mezûrî
ile mektuplaşırlar, ona nasîhatlerde bulunurlardı. Bu mektuplarından birinde
buyurdular ki: “Her türlü hamd, sonsuz nîmetler sâhibi olan Allahü teâlâya
mahsustur. Peygamberlerinin en yücesi olan ve hiçbirinin uğramadığı eziyetlere
uğrayan, hazret-i Muhammed’e ve O’nun yüce Âl, Eshâb, Ezvâc-ı tâhire ve Ahbâbına
salât ve selâm olsun.
Muhterem efendim, senedim ve
dayanağım, Allahü teâlânın yolunu neşreden derin âlim Molla Yahyâ’nın ihsân
ederek gönderdiği mektup ile şereflendik. Cenâb-ı Hak, karşılığında bereketli
sevâblar ihsân eylesin. Mektubunuzu okuduk, tam bir ihlâs ve hasretle
yazıldığını, mübârek hâl ve güzel ahlâkınızı yansıttığını gördük. Berâberinde,
mâlum şeyhin mektubu da geldi. Kerîm ve raûf olan Rabbimiz teâlâ hazretleri ona
hüsn-i hâtime ihsân eylesin!
Bu vesîle ile sizlere asıl
vasiyetimi bildiriyorum: Uzun zamandır bu diyârda unutulmuş gibi olan tarîkat-i
aliyye’yi öğretmekte ve yaymakta tâkatiniz miktârınca çalışınız. Müslümanların
bu yola girmeleri ve uymaları için, anlayacakları delîller ile onları aydınlatıp
teşvik ediniz. Şurası kesin olarak anlaşılmıştır ki, büyüklerimizin gönlünde yer
tutabilmeleri, mübârek İslâm bilgilerini yâni Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh,
ilmihâl bilgilerini yaymaları ve bu yolda çalışanlara destek olmaları
mikdârıncadır. İşittiğimize göre vaktiyle İmâdiye şehrinin çoğu köylerinde
cemâat ile namaz kılınmak ve zikr-i ilâhî yapılmakla mâmûr mescidler varmış.
Fakat acabâ şimdi vaziyet nedir? Belki bu mâmûrluk kalkmış, câmiler garîb
kalmıştır. Artık bu mescidlere gidip gelen kalmamıştır! Bizleri seven Ziver
Paşaya bizim adımıza, câmileri bu garîblikten kurtarmaya çalışmasını
söylerseniz, pek büyük bir ecre, sevâba kavuşursunuz. Nitekim, Ebû Hüreyre’nin
bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin fesâda uğradığı zamanda, bir sünnetimi
öğretene yüz şehîd sevâbı verilir.” buyrulmuştur.
Çocuklarınız ve husûsiyle
gözümün bebeği çok sevdiğim Molla Muhammed Emîn için şöyle duâ ediyorum: “Yâ
Rabbî! Sen onları ebedî saâdete kavuşanlardan eyle! Kıyâmet günü
peygamberlerinin aleyhimüsselâm ve evliyânın sancağı altında haşr eyle!” Âmîn!
Bu mübârek yolda gösterilen
tâat, ibâdet, zikir ve hizmetlere sımsıkı sarılıp devâm ediniz. Çünkü bunlar
kalb ve rûh hastalıklarını tedâvî edecek hakîkî ilâçtır. Bunu ancak kalb ve rûh
mütehassısı olan Allah adamları yâni velîler görürler, bilir ve bildirirler.
Allahü teâlânın selâmı,
rahmeti ve bereketi üzerinizde olsun.”
Evliyânın büyüklerinden ve
Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
vefâtına yakın bir kâğıda şunları yazdı: “Ben, fakîr Ahmed Zâhid derim ki:
Kelime-i şehâdetin mânâsına kalbiyle inanıp ve diliyle de söyleyen bir kimseyim.
İslâm dîni dışındaki her din ve inanıştan ve Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği
Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası dışındaki her fırkadan uzağım. Allahü teâlâya ve
Allahü teâlâ-dan gelen şeylerin hepsine, O’nun murâdına uygun îmân ettim. Resûlü
Muhammed aleyhisselâma ve getirdiklerine O’nun bildirdiği şekilde îmân ettim.
Aklıma, hatırıma gelen şeylerin hiç birisine Allahü teâlâ benzemez. Bu
şehâdetimi Allahü teâlâya emânet bırakıyorum. Allahü teâlâ, kendisine emânet
bıraktığım bu güzel inanışım ile, muhtâc olduğum son nefesde yardım eder ve îmân
ile gitmemi nasîb eder inşâallah...
Ey kardeşlerim, size Allahü
teâlâdan korkmayı, O’nun emirlerini öğrenmeyi ve öğrendiklerinizle amel etmenizi
tavsiye ediyorum. Beni defnettiğinizde, başucumda Fâtiha ve Bekara sûresini
okuyunuz. Yâsîn ve Tebâreke sûrelerini de okuyup, hâsıl olan sevâbı bana hediye
ediniz ve üç defâ şöyle deyiniz: “Yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın ve O’nun Ehl-i
beytinin ve Eshâb-ı kirâmının hürmetine bu meyyite azâb yapma!” Arkamdan hayır
ve hasenâtta bulununuz. Talebelerim ve çocuklarım benim vârisimdir.”
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine vasiyetinde;
“Amelleriniz, tahsîliniz ve ahlâkınızla âlim olup, insanlara seviyelerine göre
hitâb ediniz...” buyurdu.
Ziyâeddîn Gümüşhânevî
hazretleri Mısır’dayken talebesi Hasan Hilmi Efendinin şahsında bütün
talebelerine hitâben yazdığı iki sahîfelik mektubunda şöyle buyurmuştur:
Hak olan bu yolda gerekli
olan esaslar şöyledir:
1) Tövbe ve inâbe ile bir
büyüğe bağlanmak,
2) Talebelik ve hocalığın
şartlarını bilip, îtirâzı terk ederek sohbet ve hizmete devâm etmek,
3) Korku ile ümid arasında
bulunmak, ihlâs ve tevekkül ile verilen sözde durmak, irâde ve maksadda doğru
olmak,
4) Kişiyi boşuna övünmeye
sevk eden süs ve debdebeyi terk etmek ve temizliğe dikkat etmek,
5) Sıhhat ve tefekkür ile
zikre ve râbıtaya devâm etmek,
6) Nefs ve şehveti kırarak
ahlâkı güzelleştirmek, çok ibâdet ve tâatla Allahü teâlâya yaklaşmaya çalışmak,
7) Rahat ve huzur veren
şeylerden uzak bulunup, yalnızlığı seçmek,
8) Nefsin arzu ve
isteklerine uymamak; şeytan, hevâ ve havâtırı yok etmeye gayret göstermek,
9) Tevâzu, şükür ve kanâata
sâhib olmak.
Âlim ve evliyânın
büyüklerinden İmâm-ı Züfer bin Hüzeyl (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât
edeceği zaman İmâm-ı Ebû Yûsuf ve başkaları vasiyet et dediler. “Şu mal
hanımımındır. Şunlar da, kardeşimin oğlunundur.” dedi. Bu sözlerine şaşırdılar.
Çünkü kardeşi varken, kardeşinin oğluna bir şey düşmezdi. Vefâtından sonra
kardeşi onun zevcesini aldı. Bir oğlu oldu. Mallar oğluna kalınca, İmâm-ı
Züfer’in kerâmeti belli oldu. |
|