CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

TAYY-I MEKÂN – TAYY-I ZAMAN - 3

Konya'nın büyük velîlerden Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Şems-i Tebrizî hazretleri Konya'ya gelince, Mevlânâ hazretleri devamlı bununla sohbet edip, hiç dışarı çıkmaz oldu. Konya'nın ileri gelen diğer âlimleri buna üzülüp, hep birden şehri terk ederek Denizli'ye gittiler. Bunu duyan Selçuklu Sultânı çok üzüldü. Çünkü âlimleri seven, onları koruyan biriydi. Bir Cumâ günü Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden ricâda bulunup; "Ben âlimler arasındaki şeylere karışamam. Bu iş, pâdişâhların karışacağı bir iş değildir. Ancak Cumâ namazında âlimlerin bulunmaması şânımıza noksanlık verir. Lütfen bunları bulup getirin!" dedi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri hemen katırına binerek yola çıktı. Bir anda kendisini Denizli'de buldu. Orada âlimleri bulup; "Cumâ namazı vakti geçmeden Konya'ya dönmemiz lâzımdır. Sultânın kalbini kırmayınız; pâdişâhlar, Allahü teâlânın emrini îfâya memur kişilerdir. Onlara karşı gelmek, onları üzmek hiç uygun değildir. Sonra Allahü teâlânın gazâbına uğrarsınız." buyurdu. Daha buna benzer birçok iknâ edici sözler söyledi. Yanında evliyâdan Ahî Evren de vardı. Âlimler iknâ olur gibi oldular. Dediler ki: "Biz teklifinizi kabûl edip gelecek bile olsak, Cumâ vakti Konya'da bulunmamız imkânsızdır." Sadreddîn-i Konevî de; "Siz kabûl edin, Allahü teâlâ müslümanları sevindirenleri mahcûb etmez." buyurdu. "Âlimler teklifi kabûl edip, hemen yola çıktılar. Birkaç günlük yolu bir anda kat edip, Cumâ vaktinden evvel Konya'ya vardılar. Sultan Alâeddîn buna çok memnun oldu. Sadreddîn-i Konevî hazretlerine olan sevgi ve muhabbeti daha da arttı. İslâm âlimlerine dâimâ yardımcı oldu.

Osmanlı velîlerinden Şa'bân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sene kendine âit bir odada halvete girerek, günlerce dışarı çıkmadı. İçerde nefsini terbiye etmek, yüksek dereceler katetmek için uğraştı. O sıralarda hac mevsimiydi. Kastamonulu bir kimse, hac vazifesini yapmak için Kâbe-i muazzamaya gitmişti. Orada hastalandı. Kendisine yardım edecek bir yakını yoktu. Berâber geldiği kimseler, Mekke’den ayrılıp memleketlerinin yolunu tuttuğu hâlde, bu kimse iyileşip yola çıkamamıştı. Memleket hasretiyle yanıp yakıldığı ve gözyaşlarıyla ağladığı bir gün, yanına bir zât geldi. “Ey hacı efendi! Ağlamanızın sebebi nedir?” diye sordu. O da durumunu anlatınca, dedi ki: “Kâbe’nin Hanefî mihrâbı yakınında beş vakit namazını kılıp, kaybolan bir zât vardır. Oraya git, kim olduğunu araştır. Bulduğun zaman ellerine yapış ve sıkıntını anlat. O kendisini gizlerse de, sen ısrarla; “Derdime çâre!..” de. O hacı; “Peki” diyerek, Hanefî mihrâbına gitti. Namaz arasında dikkatle gelenleri kontrol ediyordu. Bir ara kendi memleketinden tanıdığı Şa'bân-ı Velî hazretlerini de orada gördü. Namazdan sonra yanına varırım, diyerek, namazını olduğu yerde tamamladı. Fakat namazdan sonra ne kadar aradıysa da Şa'bân-ı Velî’yi göremedi. Bana bildirilen herhâlde budur diyerek, sonraki namaz vaktini bekledi. Ezanlar okunduğu sırada, yine aynı yerde Şa'bân-ı Velî’yi görünce, yanına sokuldu ve ellerine sarılıp öptü. Sonra bir nefeste derdini anlattı ve; “Beni memleketime götürmek Allahü teâlânın izniyle sizce mümkündür. Derdime çâre...” diye yalvardı. Şa'bân-ı Velî; “Mümkündür. Fakat sırrımızı açığa çıkarmanızdan korkarız.” buyurdu. Hacı da sır saklayacağını bildirince, Şa'bân-ı Velî, namazdan sonra kimsenin bulunmadığı yerde görüşerek; gözlerini yummasını ve açmamasını söyledi. O zât sonunda; Allahü teâlânın izniyle kendini evinin önünde buldu. Hacı, Şa'bân-ı Velî’nin kerâmeti ile, kısa zamanda çok uzun yolu kat ederek memleketine gelmişti.

Anadolu velîlerinden Şeyh Abdurrahmân Şavirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleirinin Şeyh Ramazan Efendi hazretlerine tâbi olmasının sebebi şöyledir: Şeyh Ramazan Efendi Siirt’te talebelerinden Hacı Receb’in evinde sohbet ediyordu. Sohbetinde sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı medhediyor ve medhini şiir şeklinde söylüyordu. Bu sohbette Şeyh Abdurrahmân da vardı. Bir ara Şeyh Ramazan Efendiye; “Resûlullah'ı öyle medhediyorsun ki sanki karşınızda görüyor gibisiniz.” dedi. “Evet Resûlullah’ı görüyorum.” deyince; "Biz bunca yıl ilim tahsili ile meşgul olduk göremedik. Siz nasıl görüyorsunuz.” dedi. “Resûlullah’ı görmek istiyor musunuz?” diye sordu. “Elbette görmek isterim.” dedi. Sohbet bitip cemâat dağıldıktan sonra gusül abdesti almasını söyledi. Sonra yanına oturup; “Gözlerini kapa." dedi. Anında kendini Medîne-i münevverede Şeyh Ramazan Efendi ile birlikte Resûlullah’ın huzûrunda buldu. Peygamber efendimiz Şeyh Abdurrahmân’a oturmasını Şeyh Ramazan’a da huzurda bulunanlara su dağıtmasını emir buyurdu.

Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi ve büyük velîlerden Takiyyüddîn Hısnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, İslâm askeri Kıbrıs Adasını fethe gitmişti. Savaş başladı. Müslüman askerler, adanın yabancısı oldukları ve adayı iyi tanımadıkları için çok zâyiat veriyorlardı. Harbe katılan askerler arasında, Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerinden birkaçı da vardı. Bu asker talebeler, bir akşam toplanarak, hep birlikte hocalarından yardım istediler. Sabah olduğunda düşman askerleri ile savaşırken, hocalarını da aralarında gördüler. Askerler ile birlikte düşmana karşı saldırıyordu. Nihâyet İslâm askeri harbi kazanıp, zafer ile memleketlerine döndüler.

Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerinden harbe katılanlar, harb esnâsında gördüklerini, hocalarının zaferin kazanılmasındaki üstün gayretlerini anlattılar. Harb esnâsında memlekette bulunan talebeler ise hayret edip; "Nasıl olur? Hocamız bir saat bile buradan ayrılmadı" dediler. Her iki talebe bölüğü de hayret etti. Sonra bu hâlin, hocalarının bir kerâmeti olduğunu anladılar. Hocaları Allahü teâlânın izni ile, hem memleketinde, hem de Kıbrıs Adasında harbin içinde bulunmuştu. Büyüklerden, buna benzer daha nice hâdiseler nakledilmiştir.

Rivâyet edilir ki, bir sene Dımeşk'dan bâzı kimseler hacca gitmişlerdi. Medîne-i münevvereye vardıklarında, Takıyyüddîn Hısnî'yi de orada gördüler. Mekke-i mükerremeye geçtiler. Orada da gördüler. Arafât'ta vakfeye durduklarında o da orada idi. Yâni Takıyyüddîn Hısnî, kendileriyle birlikte bütün hac vazifelerini edâ ediyordu. Onun, kendilerinden ayrı olarak hacca gelmiş olduğunu zannettiler.

Hac dönüşünde o kimseler, Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerine gördükleri hâli anlattılar. Onlar da, hocalarının bir gün bile Dımeşk'dan ayrılmadığını, hep yanlarında bulunduğunu söylediler. Bu hâlin de, o zâtın bir kerâmeti olduğu, Allahü teâlânın izni ile, kerâmet olarak başka başka yerlerde görüldüğü anlaşıldı. Başka senelerde de aynı hâl vâki olmuştur.

Büyük velîlerden Ahî Yûsuf Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri bir zaman, kendi kendine; “Şu anda dünyâda kutup kimdir. Onunla görüşsem.” diye hatırına geldi. O zaman hocası onu teselli etti ve; “Yûsuf evlâdım! Sen bir türlü kutup görme arzusundan vazgeçmezsin. Mâdemki öyle, şimdi filan yere git. İnşâallah arzun gerçekleşir.” buyurdu. O gece hocasının işâret ettiği yere gitti. Orada altı sâlih kimse gördü. Lâkin arzusunu ve hocasının dediklerini unuttu ve onlara nereye gittiklerini ve kimler olduklarını sordu. Onlar da; “Bizler yediler denen Allahü teâlânın sevgili kullarıyız. Az önce içimizden biri vefât etti. Onun yerine geçecek kimseyi istişâre için kutb-ı âlemin yanına gidiyoruz.” dediler. Yûsuf Halvetî de kendileriyle berâber gitmek istedi. Onlar da; “Peki gel!” dediler. Tayy-i mekân edip bir anda Kâbe-i muazzamaya geldiler. Tavâftan sonra bir eve gidip içeri girdiler. İçeride yüzü örtülü birisi vardı. Ona selâm verdiler. Hiçbir şey söylemeden bir meyyiti tabutuyla ortaya getirip namazını kıldılar. Sonra tabut semâya yükseldi. Sonra; “Bunun yerine kimi münâsib görürsünüz?” diye yüzü örtülü kişiden sordular. O zaman Yûsuf Halvetî onlara; “Bu işi bizimle istişâre etseniz olmaz mı?” dedi. Onlar da; “Bu nasıl söz. Sen kendi hocanın dediğini bile unutmuşsun?” deyip sonra da başka birisini getirdiler ve onun yedilere tâyini yapıldı. Sonra da yediler oradan çıkıp, herbiri bir tarafa gitti. O yüzü örtülü zât da bir tarafa yöneldi. Yûsuf Halvetî onun peşinden gitmek isteyince, o; “Yûsuf ne oldun nedir derdin?” diye seslendi. O zaman Yûsuf Halvetî bu sesi tanıdı ve başını kaldırıp baktığında onun kendi hocası Zâhid Efendi olduğunu anladı. Özürler dileyip ağladı. Hocası onun özrünü kabûl edip bir anda Şirvan’daki dergâhlarına döndüler.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin huzûruna, bir gün, Hemedân’dan bir kadın, ağlayarak geldi ve dedi ki: “Oğlumu Bizanslılar esir etmişler.” Kadına; “Sabredin” buyurdu. Kadın; “Sabredecek hâlim kalmadı.” dedi. Bunun üzerine Yûsuf-i Hemedânî hazretleri; “Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!” diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu evde buldu. Hayret etti. Oğluna; “Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?” dedi. Oğlu; “Biraz evvel İstanbul’daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda muhâfız vardı. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Şeyh Cemâlüddîn Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Bir gece, memleketim olan Hısn-i Kehf şehrindeki âile efrâdımı özledim. Metbûlî’ye, ikindi namazından sonra bu arzumu arz ettim. Bana; “Allahü teâlânın izniyle senin dileğin yerine gelecektir.” buyurdu. Câmideki halvethâneme girip, ikindiye mahsus dersimi okudum. Kendimi, Hısn-i Kehf’de gördüm. Konu komşu gelip hal ve hatırımı sordular. Evimize girdim. Anneme ve babama selâm verdim. Onların yanında bir müddet kaldım. Köy câmisinde hutbeler okudum. Sonra, hocam Metbûlî’yi görmeyi arzuladım. Annem ve babamdan izin isteyip, şehrin dışında bir yere çıktım. O esnâda kendimi Birket-ül-Hâc’daki halvethânemde buldum. Dışarı çıkıp arkadaşlarıma selâm verdim. Hiç kimse, bana yolculuktan dönen kişi muâmelesi yapmadı. Onlara dokuz aydır ayrı olduğumu ve seferden geldiğimi söylediğimde, o esnâda hocam Metbûlî gelip; “Yavrum, yanındaki sırları herkese söyleme.” buyurdu. Daha sonra vâlidem Mısır’a geldi ve hocama; “Efendi, eğer güzel hatırınız olmasaydı, bir seneye kadar biz Yûsuf’u kolay kolay bırakmazdık.” dedi. “Yıllarca yapılacak şeylerin bir anda yapılması çok görülmüştür. Allahü teâlâ, Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmı, Mîrâc gecesi bir anda göklere götürüp getirdi. Döndüğünde, yatmış olduğu yerin soğumamış olduğunu gördü. Allahü teâlâ, zamânı genişletmektedir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.”

Meşhûr velîlerden "Şeyh-üş-Şüyûh İbn-i Sekîne Mûsâ Sedranî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin kuyumculuk yapan bir müridi vardı. Bu mürid, Cumâ günleri dervişlerin, talebelerin seccâdelerini câmiye getirir, namazdan sonra da toplayıp dergâha götürürdü. Yine bir Cumâ günü seccâdeleri alıp birbirine bağladı. Dicle Nehri kenarına gitti. Gusül abdesti almak için nehre girdi. Suya girip çıkınca baktı ve oranın Dicle Nehri olmadığını gördü. "Burası neresidir?" diye bir kimseden sorunca; "Mısır'dır ve bu nehir Nil Nehridir." dediler. Hayret edip, oradan şehre gitti. Bir kuyumcu dükkanına vardı. Üzerinde sâdece örtünecek kadar bir bez vardı. Kuyumcu onun da kuyumcu olduğunu ve başından acâib bir hâdisenin geçtiğini anladı. Ona hoş muâmele yapıp evine götürdü. Onu kızı ile nikâhladı. Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Bu hal üzere yedi sene geçti. Bir gün Nil Nehrine gidip suya girdi. Sudan başını çıkarınca, kendini Dicle kenarında buldu. Yedi sene önce suya girdiği yer ve elbiseleri de koyduğu yerde duruyordu. Elbiselerini giyinip dergâha gitti. Dervişlerin seccâdelerini bağladığı gibi buldu. Ona çabuk ol cemâat mescide girmeye başladı demeleri üzerine, seccâdeleri mescide götürdü. Namazdan sonra da dergâha döndü. Başından geçen hâle çok şaşırmış bir halde evine döndü. Hanımı; "Misâfirler için balık pişirmemizi istemiştin. Balık pişti hazır, misâfirleri getir." dedi. Gidip misâfirleri getirdi balık yediler.

Sonra hocası İbn-i Sekîne'nin evine gidip, başından geçen hâdiseyi anlattı. "Mısır'daki çocuklarını gidip getir." buyurdu. Bilâhare gidip getirdi. Hocası ona; "Sen Dicle'ye girdiğin sırada hatırında ne vardı?" diye sorunca; "Hatırımda meâlen; "Rabbinin indinde bir gün, saydığınızdan bin sene gibidir." buyrulan âyet-i kerîme vardı. Bunu düşünüyordum." dedi. Hocası; "Bu hal, Allahü teâlânın rahmetidir. Senin müşkülünün halli ve îmânının tashihidir. Allahü teâlâ bâzı kullarına mahsus olmak üzere zamânı böyle uzun yapmaya ve yine kısa göstermeye kâdirdir." buyurdular.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Mevlânâzâde Nizâmeddîn hazretleri anlatır: "Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime; "Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; "Yoksa korkuyor musun?" diye sordular. Sükût ettim. "Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız" buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık."