|
TAYY-I
MEKÂN – TAYY-I ZAMAN - 3
Konya'nın büyük velîlerden
Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Şems-i Tebrizî
hazretleri Konya'ya gelince, Mevlânâ hazretleri devamlı bununla
sohbet edip, hiç dışarı çıkmaz oldu. Konya'nın ileri gelen diğer âlimleri buna
üzülüp, hep birden şehri terk ederek Denizli'ye gittiler. Bunu duyan Selçuklu
Sultânı çok üzüldü. Çünkü âlimleri seven, onları koruyan biriydi. Bir Cumâ günü
Sadreddîn-i Konevî hazretlerinden ricâda bulunup; "Ben âlimler arasındaki
şeylere karışamam. Bu iş, pâdişâhların karışacağı bir iş değildir. Ancak Cumâ
namazında âlimlerin bulunmaması şânımıza noksanlık verir. Lütfen bunları bulup
getirin!" dedi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri hemen katırına binerek yola çıktı.
Bir anda kendisini Denizli'de buldu. Orada âlimleri bulup; "Cumâ namazı vakti
geçmeden Konya'ya dönmemiz lâzımdır. Sultânın kalbini kırmayınız; pâdişâhlar,
Allahü teâlânın emrini îfâya memur kişilerdir. Onlara karşı gelmek, onları üzmek
hiç uygun değildir. Sonra Allahü teâlânın gazâbına uğrarsınız." buyurdu. Daha
buna benzer birçok iknâ edici sözler söyledi. Yanında evliyâdan Ahî Evren de
vardı. Âlimler iknâ olur gibi oldular. Dediler ki: "Biz teklifinizi kabûl edip
gelecek bile olsak, Cumâ vakti Konya'da bulunmamız imkânsızdır." Sadreddîn-i
Konevî de; "Siz kabûl edin, Allahü teâlâ müslümanları sevindirenleri mahcûb
etmez." buyurdu. "Âlimler teklifi kabûl edip, hemen yola çıktılar. Birkaç günlük
yolu bir anda kat edip, Cumâ vaktinden evvel Konya'ya vardılar. Sultan Alâeddîn
buna çok memnun oldu. Sadreddîn-i Konevî hazretlerine olan sevgi ve muhabbeti
daha da arttı. İslâm âlimlerine dâimâ yardımcı oldu.
Osmanlı velîlerinden
Şa'bân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sene kendine âit bir odada
halvete girerek, günlerce dışarı çıkmadı. İçerde nefsini terbiye etmek, yüksek
dereceler katetmek için uğraştı. O sıralarda hac mevsimiydi. Kastamonulu bir
kimse, hac vazifesini yapmak için Kâbe-i muazzamaya gitmişti. Orada hastalandı.
Kendisine yardım edecek bir yakını yoktu. Berâber geldiği kimseler, Mekke’den
ayrılıp memleketlerinin yolunu tuttuğu hâlde, bu kimse iyileşip yola
çıkamamıştı. Memleket hasretiyle yanıp yakıldığı ve gözyaşlarıyla ağladığı bir
gün, yanına bir zât geldi. “Ey hacı efendi! Ağlamanızın sebebi nedir?” diye
sordu. O da durumunu anlatınca, dedi ki: “Kâbe’nin Hanefî mihrâbı yakınında beş
vakit namazını kılıp, kaybolan bir zât vardır. Oraya git, kim olduğunu araştır.
Bulduğun zaman ellerine yapış ve sıkıntını anlat. O kendisini gizlerse de, sen
ısrarla; “Derdime çâre!..” de. O hacı; “Peki” diyerek, Hanefî mihrâbına gitti.
Namaz arasında dikkatle gelenleri kontrol ediyordu. Bir ara kendi memleketinden
tanıdığı Şa'bân-ı Velî hazretlerini de orada gördü. Namazdan sonra yanına
varırım, diyerek, namazını olduğu yerde tamamladı. Fakat namazdan sonra ne kadar
aradıysa da Şa'bân-ı Velî’yi göremedi. Bana bildirilen herhâlde budur diyerek,
sonraki namaz vaktini bekledi. Ezanlar okunduğu sırada, yine aynı yerde Şa'bân-ı
Velî’yi görünce, yanına sokuldu ve ellerine sarılıp öptü. Sonra bir nefeste
derdini anlattı ve; “Beni memleketime götürmek Allahü teâlânın izniyle sizce
mümkündür. Derdime çâre...” diye yalvardı. Şa'bân-ı Velî; “Mümkündür. Fakat
sırrımızı açığa çıkarmanızdan korkarız.” buyurdu. Hacı da sır saklayacağını
bildirince, Şa'bân-ı Velî, namazdan sonra kimsenin bulunmadığı yerde görüşerek;
gözlerini yummasını ve açmamasını söyledi. O zât sonunda; Allahü teâlânın
izniyle kendini evinin önünde buldu. Hacı, Şa'bân-ı Velî’nin kerâmeti ile, kısa
zamanda çok uzun yolu kat ederek memleketine gelmişti.
Anadolu velîlerinden Şeyh
Abdurrahmân Şavirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleirinin Şeyh Ramazan
Efendi hazretlerine tâbi olmasının sebebi şöyledir: Şeyh Ramazan Efendi Siirt’te
talebelerinden Hacı Receb’in evinde sohbet ediyordu. Sohbetinde sevgili
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı medhediyor ve medhini şiir şeklinde
söylüyordu. Bu sohbette Şeyh Abdurrahmân da vardı. Bir ara Şeyh Ramazan
Efendiye; “Resûlullah'ı öyle medhediyorsun ki sanki karşınızda görüyor
gibisiniz.” dedi. “Evet Resûlullah’ı görüyorum.” deyince; "Biz bunca yıl ilim
tahsili ile meşgul olduk göremedik. Siz nasıl görüyorsunuz.” dedi. “Resûlullah’ı
görmek istiyor musunuz?” diye sordu. “Elbette görmek isterim.” dedi. Sohbet
bitip cemâat dağıldıktan sonra gusül abdesti almasını söyledi. Sonra yanına
oturup; “Gözlerini kapa." dedi. Anında kendini Medîne-i münevverede Şeyh Ramazan
Efendi ile birlikte Resûlullah’ın huzûrunda buldu. Peygamber efendimiz Şeyh
Abdurrahmân’a oturmasını Şeyh Ramazan’a da huzurda bulunanlara su dağıtmasını
emir buyurdu.
Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi ve
büyük velîlerden Takiyyüddîn Hısnî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin zamânında, İslâm askeri Kıbrıs Adasını fethe gitmişti. Savaş
başladı. Müslüman askerler, adanın yabancısı oldukları ve adayı iyi
tanımadıkları için çok zâyiat veriyorlardı. Harbe katılan askerler arasında,
Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerinden birkaçı da vardı. Bu asker talebeler,
bir akşam toplanarak, hep birlikte hocalarından yardım istediler. Sabah
olduğunda düşman askerleri ile savaşırken, hocalarını da aralarında gördüler.
Askerler ile birlikte düşmana karşı saldırıyordu. Nihâyet İslâm askeri harbi
kazanıp, zafer ile memleketlerine döndüler.
Takıyyüddîn hazretlerinin
talebelerinden harbe katılanlar, harb esnâsında gördüklerini, hocalarının
zaferin kazanılmasındaki üstün gayretlerini anlattılar. Harb esnâsında
memlekette bulunan talebeler ise hayret edip; "Nasıl olur? Hocamız bir saat bile
buradan ayrılmadı" dediler. Her iki talebe bölüğü de hayret etti. Sonra bu
hâlin, hocalarının bir kerâmeti olduğunu anladılar. Hocaları Allahü teâlânın
izni ile, hem memleketinde, hem de Kıbrıs Adasında harbin içinde bulunmuştu.
Büyüklerden, buna benzer daha nice hâdiseler nakledilmiştir.
Rivâyet edilir ki, bir sene
Dımeşk'dan bâzı kimseler hacca gitmişlerdi. Medîne-i münevvereye vardıklarında,
Takıyyüddîn Hısnî'yi de orada gördüler. Mekke-i mükerremeye geçtiler. Orada da
gördüler. Arafât'ta vakfeye durduklarında o da orada idi. Yâni Takıyyüddîn Hısnî,
kendileriyle birlikte bütün hac vazifelerini edâ ediyordu. Onun, kendilerinden
ayrı olarak hacca gelmiş olduğunu zannettiler.
Hac dönüşünde o kimseler,
Takıyyüddîn hazretlerinin talebelerine gördükleri hâli anlattılar. Onlar da,
hocalarının bir gün bile Dımeşk'dan ayrılmadığını, hep yanlarında bulunduğunu
söylediler. Bu hâlin de, o zâtın bir kerâmeti olduğu, Allahü teâlânın izni ile,
kerâmet olarak başka başka yerlerde görüldüğü anlaşıldı. Başka senelerde de aynı
hâl vâki olmuştur.
Büyük velîlerden Ahî
Yûsuf Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri bir zaman, kendi kendine;
“Şu anda dünyâda kutup kimdir. Onunla görüşsem.” diye hatırına geldi. O zaman
hocası onu teselli etti ve; “Yûsuf evlâdım! Sen bir türlü kutup görme arzusundan
vazgeçmezsin. Mâdemki öyle, şimdi filan yere git. İnşâallah arzun gerçekleşir.”
buyurdu. O gece hocasının işâret ettiği yere gitti. Orada altı sâlih kimse
gördü. Lâkin arzusunu ve hocasının dediklerini unuttu ve onlara nereye
gittiklerini ve kimler olduklarını sordu. Onlar da; “Bizler yediler denen Allahü
teâlânın sevgili kullarıyız. Az önce içimizden biri vefât etti. Onun yerine
geçecek kimseyi istişâre için kutb-ı âlemin yanına gidiyoruz.” dediler. Yûsuf
Halvetî de kendileriyle berâber gitmek istedi. Onlar da; “Peki gel!” dediler.
Tayy-i mekân edip bir anda Kâbe-i muazzamaya geldiler. Tavâftan sonra bir eve
gidip içeri girdiler. İçeride yüzü örtülü birisi vardı. Ona selâm verdiler.
Hiçbir şey söylemeden bir meyyiti tabutuyla ortaya getirip namazını kıldılar.
Sonra tabut semâya yükseldi. Sonra; “Bunun yerine kimi münâsib görürsünüz?” diye
yüzü örtülü kişiden sordular. O zaman Yûsuf Halvetî onlara; “Bu işi bizimle
istişâre etseniz olmaz mı?” dedi. Onlar da; “Bu nasıl söz. Sen kendi hocanın
dediğini bile unutmuşsun?” deyip sonra da başka birisini getirdiler ve onun
yedilere tâyini yapıldı. Sonra da yediler oradan çıkıp, herbiri bir tarafa
gitti. O yüzü örtülü zât da bir tarafa yöneldi. Yûsuf Halvetî onun peşinden
gitmek isteyince, o; “Yûsuf ne oldun nedir derdin?” diye seslendi. O zaman Yûsuf
Halvetî bu sesi tanıdı ve başını kaldırıp baktığında onun kendi hocası Zâhid
Efendi olduğunu anladı. Özürler dileyip ağladı. Hocası onun özrünü kabûl edip
bir anda Şirvan’daki dergâhlarına döndüler.
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf-i Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin huzûruna, bir
gün, Hemedân’dan bir kadın, ağlayarak geldi ve dedi ki: “Oğlumu Bizanslılar esir
etmişler.” Kadına; “Sabredin” buyurdu. Kadın; “Sabredecek hâlim kalmadı.” dedi.
Bunun üzerine Yûsuf-i Hemedânî hazretleri; “Yâ Rabbî, bu kadının oğlunu
esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neşeye çevir!” diye duâ etti. Kadın dönünce oğlunu
evde buldu. Hayret etti. Oğluna; “Anlat evlâdım! Buraya nasıl geldin?” dedi.
Oğlu; “Biraz evvel İstanbul’daydım. Ayaklarım bağlı olup, başımda muhâfız vardı.
Âniden bir kimse geldi. Beni kaptığı gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Şeyh
Cemâlüddîn Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Bir gece, memleketim olan Hısn-i Kehf
şehrindeki âile efrâdımı özledim. Metbûlî’ye, ikindi namazından sonra bu
arzumu arz ettim. Bana; “Allahü teâlânın izniyle senin dileğin yerine
gelecektir.” buyurdu. Câmideki halvethâneme girip, ikindiye mahsus dersimi
okudum. Kendimi, Hısn-i Kehf’de gördüm. Konu komşu gelip hal ve hatırımı
sordular. Evimize girdim. Anneme ve babama selâm verdim. Onların yanında bir
müddet kaldım. Köy câmisinde hutbeler okudum. Sonra, hocam Metbûlî’yi görmeyi
arzuladım. Annem ve babamdan izin isteyip, şehrin dışında bir yere çıktım. O
esnâda kendimi Birket-ül-Hâc’daki halvethânemde buldum. Dışarı çıkıp
arkadaşlarıma selâm verdim. Hiç kimse, bana yolculuktan dönen kişi muâmelesi
yapmadı. Onlara dokuz aydır ayrı olduğumu ve seferden geldiğimi söylediğimde, o
esnâda hocam Metbûlî gelip; “Yavrum, yanındaki sırları herkese söyleme.”
buyurdu. Daha sonra vâlidem Mısır’a geldi ve hocama; “Efendi, eğer güzel
hatırınız olmasaydı, bir seneye kadar biz Yûsuf’u kolay kolay bırakmazdık.”
dedi. “Yıllarca yapılacak şeylerin bir anda yapılması çok görülmüştür. Allahü
teâlâ, Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmı, Mîrâc gecesi bir anda
göklere götürüp getirdi. Döndüğünde, yatmış olduğu yerin soğumamış olduğunu
gördü. Allahü teâlâ, zamânı genişletmektedir. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ
bilir.”
Meşhûr velîlerden "Şeyh-üş-Şüyûh
İbn-i Sekîne Mûsâ Sedranî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
kuyumculuk yapan bir müridi vardı. Bu mürid, Cumâ günleri dervişlerin,
talebelerin seccâdelerini câmiye getirir, namazdan sonra da toplayıp dergâha
götürürdü. Yine bir Cumâ günü seccâdeleri alıp birbirine bağladı. Dicle Nehri
kenarına gitti. Gusül abdesti almak için nehre girdi. Suya girip çıkınca baktı
ve oranın Dicle Nehri olmadığını gördü. "Burası neresidir?" diye bir kimseden
sorunca; "Mısır'dır ve bu nehir Nil Nehridir." dediler. Hayret edip, oradan
şehre gitti. Bir kuyumcu dükkanına vardı. Üzerinde sâdece örtünecek kadar bir
bez vardı. Kuyumcu onun da kuyumcu olduğunu ve başından acâib bir hâdisenin
geçtiğini anladı. Ona hoş muâmele yapıp evine götürdü. Onu kızı ile nikâhladı.
Bu evlilikten üç çocuğu oldu. Bu hal üzere yedi sene geçti. Bir gün Nil Nehrine
gidip suya girdi. Sudan başını çıkarınca, kendini Dicle kenarında buldu. Yedi
sene önce suya girdiği yer ve elbiseleri de koyduğu yerde duruyordu.
Elbiselerini giyinip dergâha gitti. Dervişlerin seccâdelerini bağladığı gibi
buldu. Ona çabuk ol cemâat mescide girmeye başladı demeleri üzerine, seccâdeleri
mescide götürdü. Namazdan sonra da dergâha döndü. Başından geçen hâle çok
şaşırmış bir halde evine döndü. Hanımı; "Misâfirler için balık pişirmemizi
istemiştin. Balık pişti hazır, misâfirleri getir." dedi. Gidip misâfirleri
getirdi balık yediler.
Sonra hocası İbn-i
Sekîne'nin evine gidip, başından geçen hâdiseyi anlattı. "Mısır'daki çocuklarını
gidip getir." buyurdu. Bilâhare gidip getirdi. Hocası ona; "Sen Dicle'ye
girdiğin sırada hatırında ne vardı?" diye sorunca; "Hatırımda meâlen; "Rabbinin
indinde bir gün, saydığınızdan bin sene gibidir." buyrulan âyet-i kerîme vardı.
Bunu düşünüyordum." dedi. Hocası; "Bu hal, Allahü teâlânın rahmetidir. Senin
müşkülünün halli ve îmânının tashihidir. Allahü teâlâ bâzı kullarına mahsus
olmak üzere zamânı böyle uzun yapmaya ve yine kısa göstermeye kâdirdir."
buyurdular.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Mevlânâzâde
Nizâmeddîn hazretleri anlatır: "Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir
mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye
gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk
çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç
saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiçbir yer
bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime; "Menzil ırak, vakit akşam, yol
korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?" diye düşünmeye
başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir
telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana
döndürdüler ve; "Yoksa korkuyor musun?" diye sordular. Sükût ettim. "Atını sıkı
sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız" buyurdu.
Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli gittikten sonra,
güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş
gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî
karanlık içinde kaldık." |
|