RIZK
Ahmed Amiş
Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, rızk ile ilgili olarak soru
soran birine; "En âlâ rızık mânevî rızıktır. Dünyâda eşini bulamaz, işini
bilemezsen rahat edemezsin." demişti.
Ahmed ibni Hanbel
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Her gün sabahtan akşama kadar câmide
ibâdet edip, Allahü teâlâ benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen bir kimse
nasıl bir adamdır?" diye sorulduğunda; "Bu kimse câhildir. İslâmiyetten haberi
yoktur. Çünkü, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Allahü teâlâ
benim rızkımı süngümün ucuna koymuştur." Yâni rızkım cihâd ile gelmektedir."
buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) rızık hakkında sık sık
şöyle derdi: "Rızkını Allah'tan bilmeyip de onun mahlûkundan beklemek, insanı
cenâb-ı Hak'tan uzaklaştırıp, halka muhtâc eder." Sonra da; "Kim gönlünü
mahlûkâta bağlayıp Hakk'a ulaşmak isterse, O'na kavuşamaz. Kim gönlünü Hakk'a
bağlar, O'na ulaşmayı dilerse, arzusuna kavuşur." buyurdular.
Büyük velî ve Hanbelî
mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri zamânında İbn-i Uleyk ez-Zeyyât bir ara büyük bir maddî
sıkıntıya düşmüştü. Odasında gamlı ve düşünceli bir hâlde oturuyordu. Tam bu
esnâda Ali ibn-i Beşşâr; "Ey Abdullah!" diye seslendi. Halbuki onun bulunduğu
oda ile İbn-i Uleyk'in arasından bir yol geçiyordu. Aralarındaki mesâfe de
oldukça uzak idi. Ona, buyurun bir emriniz mi vardı? deyince;
"Buraya gel!" dedi. Yanına
gitti.
"Niçin dünyâ için bu kadar
çok üzülüyorsun? Maddî sıkıntın var, yanında da hiç bir şeyin yok herhâlde!"
dedi. O da;
"Evet yok!" dedi.
"Hiçbir şeyim yok diye, bu
kadar üzülmeye ne gerek var. Rızkın seni buluncaya kadar falanca nehrin
kıyısında yürü. Rızkınla karşılaşınca onu al ve Allahü teâlâyı zikret, O'nu an
ve hatırla." O anda, İbn-i Beşşâr'ın sözü üzerinde düşünmeye başladı. Fakat ona
karşı çıkması mümkün değildi. Sonra yanından ayrıldı. Kendisine târif edilen
nehre kadar, Allahü teâlâyı zikrederek gitti. Köprünün üst tarafına varınca, bir
zât ona;
"Ey Abdullah!" diye
seslendi. O da;
"Buyrun, bir emriniz mi
vardı?" dedi. Yanına gittiğinde ona kırk dirhem verdi ve;
"Benim için bir kitap yaz!"
dedi. Bir müddet sonra oradan ayrılarak evine gitti. İbn-i Beşşâr tekrar;
"Ey Abdullah!" diye
seslendi. O da;
"Buyrun efendim!" dedi.
"Karşılaştığın zât sana kırk
dirhem verip, kendisi için bir kitap yazmanı söyledi mi?" dedi.
"Evet" cevâbını verince;
"Eğer sen sabredip acele
etmeseydin, rızkın kapına gelecekti. Acele ettin, rızkını almak için tâ oralara
kadar gittin." buyurdu.
Meczûb. Hak âşığı. Çok
tanınmış evliyâdan Behlül-i Dânâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) duâsı makbul
bir zâttı. Aşağıdaki şiir onundur:
Hırsı bırak da, yorulma;
Geçimde tamaha kapılma...
Niçin malı cem edersin
Kime topladın bilemezsin
Rızık vaktiyle ayrıldı;
Sû-i zan faydasız kaldı...
Her hırs sâhibi fakirdir;
Her kanaatkârsa zengin.
Mısır velîlerinden Bennân
el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Mısır'dan Mekke'ye giderken
yanına bir mikdâr azık aldı. Bu sırada bir kadın karşısına çıkarak; "Ey Bennân!
Allahü teâlâ senin rızkını vermeyeceğini sanarak rızkını hamal gibi taşıyorsun."
dedi. Bunun üzerine azığını bir fakire verdi. Sonra üç gün aç kaldı. Yolda bir
bilezik buldu. Kendi kendine; "Bunu alıp sâhibine vereyim. O da bana belki
yiyecek bir şeyler verir." dedi. Tam bu sırada o kadın karşısına çıkarak; "Ne o,
ticâret mi yapıyorsun?" dedi ve bir mikdâr para verdi. Bennân-ı Hammâl, Mekke'ye
kadar bu para ile idâre etti.
Mekke'ye vardığında İbrâhim
Havvâs da orada idi. Fakat onunla daha tanışmamıştı. Mekke'de bir berber vardı.
Bu berber kendine hacâmat (kan aldırmak) için gelen fakirlere et satın alır ve
onu pişirerek fakirlere yedirirdi. Bennân-ı Hammâl da kan aldırmak için bu zâta
gitti. "Kan aldırmak istiyorum." deyince, o zât hemen birisini, pişirmek için et
aldırmaya gönderdi. Bu sırada aklından, ben kan aldırıncaya kadar yemek de
pişer, diye geçirdi. Sonra bu düşüncenin kötü olduğunu düşündü ve eti
yemeyeceğine yemîn etti. Kan aldırdıktan sonra çıkıp gitti. O gün akşama kadar
bir şey yiyemedi. Ertesi gün ikindi namazına kadar da yiyecek bir şey bulamadı.
İkindi namazını kılmak için ayağa kalktı. Fakat tâkatsızlıktan yüz üstü düştü.
Oradakiler bunu delirmiş sandılar. İbrâhim Havvâs da orada idi. Yanına gelerek
oturdu. Onunla konuşmaya başladı. Ona; "Bir şey yer misin?" diye sorunca; "Akşam
yakındır." dedi. Daha sonra gitti. Yatsı namazından sonra İbrâhim Havvâs, bir
tas mercimek çorbası ile iki börek getirdi. Onları yedi. Sonra ona; "Daha yer
misin?" diye sorunca; "Evet!" dedi. Yine bir tas mercimek çorbası ve iki börek
getirdi. Bunları da yedikten sonra; "Daha yer misin?" diye sordu. "Evet!"
deyince, yine aynı şekilde bir tas mercimek çorbası ve iki börek getirdi. Onları
da yedi. "Daha yer misin?" diye sorunca, bu sefer; "Hayır!" dedi. Daha sonra
yatıp uyudu. Sabah namazına kalkamadı. Bir ara Peygamber efendimizi rüyâda
gördü. "Bennân!" diye çağırdı. "Efendim! Yâ Resûlallah!" dedi. "Kim doyduktan
sonra yemek yerse, Allahü teâlâ onun gönül gözünü kör eder." buyurdular. Hemen
uyandı. Bir daha doyduktan sonra yemek yemeyeceğine yemîn etti.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Mansûr es-Sayyâd isimli bir
zât, bir bayram günü bayram namazını kıldıktan sonra geldi. Bişr-i Hâfî ona; "Bu
erken vakitte niçin geldin?" buyurdular. Mansur; "Evde un ve ekmek yok onun için
geldim." dedi. Bişr-i Hâfî; "Allahü teâlâ düşenlerin yardımcısıdır. Oltanı al ve
dereye git. Abdest alıp iki rekat namaz kıl. Oltayı Bismillah diyerek at!"
buyurdu. Mansûr es-Sayyâd onun dediklerini yaptı. "Bismillah" diyerek oltayı
dereye attı. Büyük bir balık çıktı. Bişr-i Hâfî'ye geldi. Bişr-i Hâfî o balığı
satmasını ve ihtiyaçlarını almasını istedi. O kimse balığı satıp ihtiyâcı olan
yiyecekleri aldıktan sonra Bişr-i Hâfî hazretlerinin kapısını çaldı. Bişr-i Hâfî
ona; "Kapıyı kapat. Elindekileri de hole bırak. Kendin de içeri gel." buyurdu.
Mansûr es-Sayyâd içeri girince, Bişr-i Hâfî hazretleri; "Eğer bu isteği nefsimiz
bize bildirseydi bu balık çıkmazdı." dedi.
Osmanlı âlimi ve büyük
devlet adamı Celâlzâde Mustafa Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Allahü teâlâ kulları arasına, âlimler, pâdişâhlar, mürşidler,
rehberler, sadaka verenler, insanlara faydalı kimseler koymuştur. Bunların hepsi
rızıktır. İlme muhtâc olanlara âlimler yeter. İrşâda doğru yolu öğrenmeye muhtac
olanlara mürşid-i kâmiller yol gösterir. Yiyecek ve içeceği olmayanların
ihtiyâcını sadaka verenler giderir. Adâlete muhtâc olan mazlumlara âdil
sultanlar fayda verir. Diğer dilek sâhiplerine de muhakkak bir yardım eden
vardır.
Yine buyurdular ki:
Allahü teâlâ kullarına pekçok rızık vericidir. Rızık, mahlukların faydalandığı
şeydir. Rızıklar zâhirî ve mânevî olur. Zâhirî rızıklar; yiyecekler, içecekler
ve giyecekler v.b.dir. Mânevî rızıklar sayısızdır. Allahü teâlâ bunları
kullarına ihsân eder. Kullar bunlardan faydalanırlar. Bütün faydalı rızıklar
arasında iki rızık vardır ki, herkes ondan faydalanır. Merhum Şeyh Sâdî, bunu
Gülistan'ın başında şöyle bildirmektedir: "İnsanın içine çektiği her nefes
hayâtın devâmına, dışarı verilen nefes ise, vücûdun ferahlamasına ve
rahatlamasına vesîledir. Her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmetin şükrü ise
vâciptir.
Evlîyanın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Rızkımızı
arıyoruz." dediklerinde; "Nerede olduğunu biliyorsanız, orada arayınız?"
buyurdu. "Allahü teâlâdan istiyoruz." dediklerinde, "Eğer sizi unutmuş
sanıyorsanız, hatırlatınız!" buyurdu. "Tevekkül ediyoruz, bakalım ne
gönderecek?" dediklerinde; "İmtihan ederek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda
şüphe bulunmasını gösterir." buyurdu. "O hâlde ne yapalım?" dediklerinde;
"Emrettiği için çalışmalı, rızk için üzülmemeli, tedbirlerin arkasında
koşmamalıdır. Rızk için Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Emrine uyarak
çalışanı, rızkına ulaştırır." buyurdu.
Hindistan'da yetişen
çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Nasîruddîn Mahmûd Çırağ-ı Dehli (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin talebelerinden biri de Hâce Kıvâmüddîn idi. Sultânın
hizmetinde bulunuyordu. Bir müddet sonra sebepsiz yere saraydaki vazîfesinden
atıldı. İşsiz kalınca, arkadaşları, akrabâları ve yakınları ondan yüz
çevirdiler. Pazara eşyâsını satmaya çıktığında, kimse alıcı olmadı. Sonunda
çâresiz kalıp, yardım istemek için hocasına gitti. Daha sıkıntısını dile
getirmeden, Nasîruddîn Mahmûd cevap olarak şu kıt'ayı okudu:
"Dünyâ fânidir, ondan
vazgeçmek iyidir.
Az veya çok, rızkın ne ise,
yaradandan gelir.
Malını almıyorlarsa,
satmamak daha iyidir.
Eğer seni dinlemezlerse
susmak daha iyidir."
Büyük velîlerden Ebû
Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
"Rızkını Allah'a havâle edip, yalnız O'ndan bekleyenin ahlâkı güzelleşir,
harcarken cömert olmak ona zor gelmez, namazda dünyâ malı için vesveseye
düşmez."
En büyük velîlerden
İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: "Hocam
bir kimseye bir şey verince kendisine teşekkür ederlerdi ve ona; "Allahü teâlâya
şükret! Bu, Allahü teâlânın sana gönderdiği rızkıdır" derdi. "Sizlerden daha
cömert kimse görmedim." dediğim zaman, bana; "Keşke hocam Hammâd'ı görseydin,
güzel huyları, iyi hasletleri kendisinde toplamıştı." buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden
Ebü'l-Abbâs Seyyârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hikmet ehli
bir zâta sordular: "Rızkın nereden gelmektedir, nereden temin ediyorsun?" Dedi
ki: "Dilediğinin rızkını genişleten ve dilediğini daraltan Allahü teâlâdan."
diye cevap verdi.
Evliyânın
büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
"İnsanlar, doğruluk ve helâl rızıktan daha fazîletli bir şey ile
süslenmemiştir." buyurdu. Bunun üzerine oğlu; "Babacığım, helâl kıymetlidir."
deyince; "Ey oğlum! Helâlin azı da Allahü teâlânın katında çoktur." buyurdular.
Âlim ve evliyânın
büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü
teâlâ kullarının rızkına kefil olmuştur. Kullarına da tevekkül etmeyi
emretmiştir. O hâlde insanlar, Allahü teâlânın kefil olduğu şeyle uğraşmayıp,
teklif ettiği şeylere, yâni O'nun dînine hizmete koşmalıdırlar."
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: Razzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu
sıkıntıdan kurtarmıştır.
Büyük velîlerden Mansûr
el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) rızkından endişe eden kimsenin hâlini
şöyle anlatmıştır: "Dîni ile Allah yolundadır. Fakat rızkı husûsunda Allah'a
tevekkül etmemektedir. Böyle kimse bu hâlde Allah'a yönelmemiş, O'ndan kaçıyor
demektir." Buyurdular.
Tâbiînin ve âlimlerin
büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine dediler ki, “Biz evimizde otururuz, rızkımız bize gelir, diyen
kimseler hakkında ne buyurursunuz?”. Buyurdular ki: “Onlar ahmaktır. İbrâhim
aleyhisselâm gibi bir yakîn (tam îmân) sâhibi olsalardı, sebeplere yapışırlar,
onun gibi çalışıp kazanarak geçimlerini sağlarlardı.”
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın
noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda
bir katkısı yoktur."
Meşhûr hanım velîlerden
Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyha)
KARTAL VE
BOHÇA
Seyyidet Nefîse
ki, bir evliyâ hâtundur,
Aliyyül Mürtezâ’nın,
dördüncü torunudur.
Hak teâlâ indinde, çok
makbûldü duâsı,
Meşhûrdu zühdü ile, ibâdeti,
takvâsı.
Ümmî idi ve lâkin, İslâm
ilimlerinde,
Âlim olup, bilgisi, pek
çoktu her birinde.
O devirde bir kadın, vardı
fakir, ihtiyar,
Dört kızıyla, bir evde,
otururlardı bunlar.
Bu kızlar hafta boyu, iplik
eğirirlerdi,
Anneleri pazarda, satıp
geçinirlerdi.
Yine bir gün bu hâtun,
ipleri aldı evden,
Satmak için çarşıya,
giderken sabah erken,
Bohçası da başında,
gidiyorken pazara,
Bir kartal onu kapıp,
kaçırdı uzaklara.
Bütün sermâyeleri, o
bohçadaydı zâten.
Bayılıp düştü yere, kadın
üzüntüsünden.
Kendine geldiğinde, gördü ki
çok insanlar,
Etrafına toplanmış, soruyor:
“N’oldu, ne var?”
.
Anlattı hâdiseyi, dediler
ki: “Ey hâtun,
Ne için üzülürsün, ne
kıymeti var bunun?”
Dedi: “Onu satarak,
geçinirdik hepimiz,
Onu da kuş kaçırdı, ne
yaparız şimdi biz?”
Dediler ki: “Ey hâtun, bak
Seyyidet Nefîse,
Vardır ki, git derdini, ona
söyle ne ise.
Ricâ et, duâ etsin, o sana
bu iş için,
Onun duâsı ile, hâllolur
elbet işin.”
O hâtun geldi hemen,
Seyyidet Nefîse’ye,
Yalvarıp ricâ etti: “Bana
duâ et” diye.
Buyurdu ki: “Ey hâtun,
edeyim pekâlâ,
Elbette ki her şeye,
kâdirdir Hak teâlâ
Her mahlûkun rızkına,
kefildir cenâb-ı Hak,
Sen rızkı hiç düşünme, O
gönderir muhakkak.
Sen şimdi müsterih ol,
râhatça evine git,
O, rezzâk-ı âlemdir, O’ndan
hiç kesme ümit.”
Az sonra birileri, gelerek
Seyyide’ye,
Dediler: “Üç gün önce,
binmiştik bir gemiye.
Ve lâkin su almağa,
başlayınca gemimiz,
Batma tehlikesiyle,
karşılaştık hepimiz.
Sizi vesîle edip, duâ ettik
Allah'a,
Çok şükür bu duâmız,
bitmemişti ki daha,
Bir kartal, hızla indi,
geminin üzerine,
Ağzındaki bohçayı bırakıp
gitti yine.
Onu açıp gördük ki, iplik
dolu hep içi,
O iplerle bağlayıp,
hâllettik hemen işi.
Duânızla kurtulduk, hamd
olsun Rabbimize,
Şu beş yüz dirhem dahî,
hîbedir bizden size.
Gerçi Hak teâlâdır, bunları
yaptıran hep,
Ve lâkin bu iş için, O sizi
kıldı sebep.”
Gözleri yaşararak, aldı onu
eline,
O ihtiyar hâtunu, dâvet etti
evine.
Gelince kendisine, buyurdu
ki: “Ey hâtun,
O ipleri pazarda, sen kaça
satıyordun?”
Yirmi dirhem deyince,
buyurdu ki: “Pekâlâ,
Bak sana daha fazla,
gönderdi Hak teâlâ.
O Allah ki kefildir, rızkına
mahlûkatın,
Rızık için boş yere, kendini
üzme sakın.”
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâlık ele geçirmek için devlet
adamlarına hizmet eden birine bu halden uzaklaşmasını, Allahü teâlâya ibâdet
etmesini tavsiye etti. O zât; "Âilemin geçimi ne olacak?" diye sorunca, hazret-i
Süfyân; "Sübhânallah! Kendisine âsî olduğun hâllerde bile rızkını kesmeyen
Allahü teâlâ, kendisine itâatkâr olduğun zaman rızkını vermez mi?" buyurdular.
AKILLI
KİMMİŞ
Bir gün zengin birisi, Şakîk
hazretlerine,
Gelip şöyle söyledi, o gün
kendilerine:
Dedi ki: “Ey efendim, ben
zengin bir kimseyim,
Her ihtiyacınızı, karşılamak
isterim.”
Bu teklîfi dinleyip, buyurdu
ki: “Kardeşim!
Olabilir ve lâkin, şartlarım
vardır benim.
Bana verdiğin için, malın
noksanlaşırsa,
Veya hırsız gelip de,
malların çalınırsa,
Yâhut da vaz geçersen,
ilerde bu fikrinden,
Bir kabâhatim ile, dönersen
niyetinden.
Yâhut vefât edersen, bir gün
âni olarak,
Nafakasız kalırsam, o zaman
ne olacak?
Bütün bu hususlarda, temin
edersen beni,
Derhâl kabûl ederim, senin
bu teklifini,
Zîrâ şu ân rızkımı, verir ki
öyle bir zât,
Bütün bu hususlara, kefildir
kendi bizzat.
Saçar ihsânlarını,
mahlûkatın hepsine,
Yine bir zarar gelmez, O’nun
hazînesine.
Her canlının rızkını, verir
de fazla fazla,
Yine hazînesinde, azalma
olmaz asla.
Hem o kadar çoktur ki,
şefkât ve merhameti,
Kulları yapsalar da, her
türlü kabâhati.
Buna rağmen, bakmayıp
isyankâr hâllerine,
Kesmez rızıklarını, devamlı
verir yine.
Ayrıca, O’nun için, ölüm
yok, etmez vefât,
Bütün bu hususlardan,
berîdir her ân o zât.
Böyle kudretli biri,
kefilken şimdi bana,
Niçin O’nu bırakıp, gideyim
başkasına?
Her ayıp ve kusurdan, uzak
olan Rabbimi,
Bırakıp, bir âcize, gitmem
akıl işi mi?”
O zengin bu sözleri,
dinleyince Şakîk’ten,
Mahcup ve pişman oldu,
yaptığı bu tekliften.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine biri gelip, geçim derdinden
bahsetti ve şöyle söyledi: "Efendim! Nafakası üzerime düşen evlâdım çoktur.
Onların ihtiyaçlarını göremiyorum. Ne olur bana bir çâre gösterin." Bunun
üzerine Şiblî hazretleri; "Hemen evine git, kimin rızkını sana bağlı görürsen
kapı dışarı at. Kimin rızkını cenâb-ı Hakk'a bağlı görürsen, o da evde kalsın."
dedi. Bunun üzerine o zât; "Ben kitaplarda okudum, Allahü teâlâ her kulun
rızkına kefîldir." dedi. İmâm-ı Şiblî; "Öyleyse üzülmeye gerek yok. Allahü teâlâ
her mahlûkun rızkına tek tek kefildir." buyurdu.
“Ben de, senin kulu olduğun
zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al.” dedi. Altını almak için
elini uzatınca, onu eline bıraktı ve koyun kayboldu.
Peygamber efendimiz
zamânında yaşamış büyük velî Veysel Karânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
defasında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü gün sabahı dışarı çıktı.
Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını
gidermeye çalışırken, bir koyunun kendisine doğru geldiğini gördü. Koyun,
ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi.
Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını
Allah’ın kulundan al.” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline bıraktı
ve koyun kayboldu.
RABBİNİ
BİLİR MİSİN?
Üç gün üstü üstüne, hiç
yemek yememişti,
Dördüncü gün evinden, bir
çıkayım demişti.
Yolda altın bir para, ilişti
gözlerine,
(Birinden düşmüş) diye,
almadı onu yine.
Sonra baktı bir koyun,
geliyordu ilerden,
Ağzında altın para, gelip
durdu âniden.
“Başkasınındır” diye, ona
ilişmemişti,
Koyun dile gelerek, ona
şöyle demişti:
“Senin kulu olduğun, Allahın
kuluyum ben,
Rabbinin gönderdiği, bu
rızkını al hemen.”
Aldı
Veysel Karânî, o altını
mecbûren,
Sonra baktı o koyun,
kayboldu göz önünden.
Buyurdu ki: “Allah'ı,
tanırsa biri şâyet,
Gizli kalmaz dünyâda, hiçbir
şey ona elbet.
Yüksekliği aradım, baktım
tevâzûdadır,
Başkanlığı aradım, gördüm
nasîhattedir.
Kim ki şeref ararsa,
sarılsın ibâdete,
Kim zenginlik ararsa,
tutunsun kanâate.”
Geldi Veysel Karânî, Medîne
beldesine,
Girdi Resûlullah'ın, mübârek
türbesine.
Görünce o türbeyi, bayılıp
düştü yere,
Kendine geldiğinde, dedi
ordakilere;
“Götürün burdan beni, bu
yerde yaşıyamam,
Ben bu yerde olursam,
hayattan tad alamam.
Allah'ın Resûlünün, medfun
olduğu yerde,
Benim hayatta olmam, yakışır
mı edebe?”
Mekke-i mükerremenin büyük
âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Yerin kalay olduğunu ve göklerin bakır olduğunu görsem rızkımdan
endişe etmem. Eğer endişeye kapılacak olsam kendimi, Allahü teâlânın, bütün
mahlûkların rızkını vermeye kefil olduğuna inanmamış kabûl ederim.”
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman
sevdiklerinden birkaçıyla yolculuğa çıkmıştı. Bir yerde durdular. Talebelerinden
birini çağırıp; “Burada bir değirmen var. Oraya gidip tâze yumurta alalım.
Yiyelim ve şükredelim.” buyurdu. Değirmene gittiler. İsmi Hasan Efendi olan
değirmenci, güzel huylu biriydi. Yahyâ Efendi değirmenciye; “Efendi bize tâze
yumurta getir.” buyurdu. Değirmenci; “Efendim! Bir tâne bile kalmadı. Yumurta
alıcısı geldi, hepsini alıp gitti.” dedi. Bunun üzerine Yahyâ Efendi; “Kimse
kimsenin nasîbini alamaz. Alayım dese bile, buna yol bulamaz. Var sen kümesi aç.
Bize de kalmıştır.” buyurdu. Kümesi açtığında her taraf yumurta doluydu. O zaman
Yahyâ Efendi; “Bak Hasan Efendi! Allahü teâlâ bizim rızkımızı da yaratmış.”
buyurdu ve bir avuç altına bir sepet yumurta alıp yola devâm ettiler.
Yahyâ Efendi
hazretlerinin torunu Azîz İbrâhim Efendi anlatır: “Dedemin yanında oturmuştum.
Bir beyt okudu. “Nasîbin var ise gelir Yemen’den. Ne Yemen’den. Hind’den de dahi
Hind’den de.” dedi. Sözünü tamamladığında kapı çalındı. Bana; “Kapıyı çalan
kimdir bir bak?” buyurdu. Ben de gidip kapıya baktım. Hindli birisi duruyordu.
Ona; “Kimsin ve ne istiyorsun. Çaldığın bu kapıdan istediğin nedir?” dedim.
Sonra geri dönüp ceddime; “Dedeciğim birisi sizinle kapıda görüşmek istiyor.”
diye haber verdim. O da bana; “Onu içeriye dâvet et, sohbet etmek istiyoruz.”
dedi. Derhal gidip kapıyı açtım ve ona; “Dedem sizi istiyor.” dedim. O da
eşyâsıyla birlikte içeriye girdi. Selâm verdi ve dedemin elini öptü. Koynundan
bir mektup çıkarıp verdi. Sonra da; “Ben senin için tâ Hindistan’dan geldim.
Sizi sevenler bizi bilir. Bu hediyeleri size gönderdiler.” dedi. Dedem Yahyâ
Efendi hazretleri de tebessüm edip, o kişiyi misâfir ettiler ve sonra geri
gönderdiler.” |