|
MÜCÂHİD
EVLİYÂ (K)
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Kara Şems (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden olup, Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin
kurucusudur.
Hayâtının sonuna doğru,
Sultan Üçüncü Mehmed Hanla birlikte Eğri Seferine katıldı.
Eğri Seferiyle ilgili olarak
talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri
odalarına çağırıp; "Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki
müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle
gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü
üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını
ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun
üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih
ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne
boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na
ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini
okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ
edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle
dolacaktır." buyurdu.
Çok geçmeden Üçüncü Mehmed
Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır
ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn
bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı
Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam
olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün
şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir
kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet
geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri:
"İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen
gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz
yaşları arasında uğurladılar.
Uzun yolculuktan sonra
Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini
öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir
tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük
bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler.
Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da
zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük
cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben:
"Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük
cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak
isteriz." buyurdu. Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh
tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir
yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed
Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette
Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh,
Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen
kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre,
bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle
sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn
Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir."
buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser
olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini
verdi.
Şemseddîn Sivâsî
hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona
giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın
sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır.
Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere
kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve
teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş
bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu.
Birkaç gün İstanbul'da
kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine
ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi.
Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu
öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı
çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla
küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh
Üçüncü Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol
sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine
muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu.
Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler
hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu
firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî
hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn
Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım
saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir.
Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.
Gerçekten de çok geçmeden,
Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu
gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi.
Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; "Ey müminler! Nerede İslâm
gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan
gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma
gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana
hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan
firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp,
kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye
sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.
Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî
hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu
konuşma geçti:
Pâdişâh; "Buyurun ey
gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım
eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer
dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey
insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi.
Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi
olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve
güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna
güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir.
Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar,
her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl
sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve
silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın,
yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için
gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve
îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilir
ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip,
hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü
gideren Allah'a hamd olsun."
Ey pâdişâhım! Bilesin ki,
deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in
refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey
pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve
hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed
Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin
de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel
fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı
kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve
doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla
dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve
nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."
Pâdişâh, ordusuyla birlikte
İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ
ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin
şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının
son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında
teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa
bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin
etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla
birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ
edip, rûhunu teslim etti.
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Kâzerûn'da
dîn-i İslâma hizmet yolunda ve Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında pekçok
gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civârı, putperest ve ateşperest sapık
müşriklerle doluydu. Müslümanlar azınlıktaydılar. Onun irşâd faâliyetleri
netîcesinde Kâzerûn ve etrâf memleketlerde îmân nûru parlayıp müslümanlar
çoğaldı. Her tarafta birçok vakıf müesseseleri kuruldu. Kâzerûnî'nin sohbetinde
yetişen talebeleri, İslâm dîninin güzel ahlâkını yaymak için seferber oldular.
Cihâd niyetiyle civâr beldelere dağıldılar. Kâzerûnî, talebelerinden ve
sevdiklerinden bir ordu hazırladı. Kendisi de birçok gazâlara katılıp, ilâ-yı
kelîmetullah, Allahü teâlânın dîninin yayılması yolunda, insanları küfür
karanlıkları ve ebedî Cehennem azâbından kurtarmak için, ilim ve kılıçla cihâd
etti. Az zaman sonra hidâyet nûruna kavuşanlar çoğaldı. Binlerce putperest, grup
grup Kâzerûnî'nin huzûrunda îmâna geldi. Kendisi de Cumâ günleri toplanan orduya
vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Onlara cihâd ve gazânın fazîletini anlatıp cihâda
teşvik ederdi. Mücâhidler, bu vâzları sâyesinde aşka gelip, ihlâs ile kâfirler
üzerine yürüyüp zaferler kazandılar. Bir çok ganîmet elde ettiler.
Kâzerûnî her yıl mücâhidleri
bizzat teftiş ederek onların silâhlandırılması, giyim-kuşamı ile yakından meşgûl
olurdu. Ordusu sefere gittiğinde kendisi mânevî başkumandan olarak devamlı duâ
ederdi. Mücâhid ordusu, Hindistan ve Çin'e kadar gitti. Bir kısmı da Anadolu'ya
gelerek Rumlarla cihâd etti. Böylece Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasına
çalıştılar. Mücâhidler bir defâsında Rumlarla yapılan bir harpte zor durumda
kalmışlardı. Hemen hocaları Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî'nin rûhâniyetinden yardım
istediler. O sırada Kâzerûnî mescidde idi. Âniden kalkıp asâsını eline alarak
dışarı çıktı. Askerin gittiği tarafa yönelip kayboldu. Tam bu esnâda mücâhidler,
heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördüler. Bu hâl,
müslümanların kalblerine kuvvet verdi. Nihâyet hocalarının yardımıyla düşman
kuşatmasından kurtuldular.
Kâzerûnî tekrar mescide
döndüğünde, mescidde bulunanlar; "Efendim bu hâl nedir? Bir an mescidden çıkıp
kayboldunuz." diye sordular. "O saatte İslâm ordusu Rum diyârında esir düşmek
üzereydi. Yardım istediler, yardıma gittim." buyurdu. Mescidde bulunanlar bu
vak'anın olduğu gün ve saati kaydettiler. Daha sonra İslâm ordusu kâfirlerle
cihâddan dönünce bu hâli sordular. Onlar da; "Kâfirlerle savaşa başladığımızda
biz az, düşman çok kalabalıktı. Çok kahramanlık ve cengâverlik göstermemize
rağmen, bir yiğide yüz kâfir düşüyordu. Bir anda topluca hücûma geçip bizi
çepeçevre kuşattılar. O anda hâtırımıza hocamız geldi ve yardım istedik. Hemen
heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördük. Kâfir ordusu
kırılarak hezîmete uğradı. Böylece gâlib geldik. Ondan sonra o süvâri geldiği
gibi kayboldu. dediler. Söyledikleri saat Kâzerûnî'nin kaybolduğu saatti.
Ebû İshâk Kâzerûnî'nin tâlim
ve terbiyesinde yetişip cihâd için her tarafa dağılan mücâhidler, gittikleri
yerlerde, limanlarda, dergâhlar ve ilim yuvaları inşâ ettiler. Bu faâliyet ve
gayret, "Kâzerûniyye yolu" adı ile anılıp meşhûr oldu. Ebû İshâk Kâzerûnî ve
talebeleri bilhassa vakfiyelerin inşâ ve inkişâfında (yapılıp yayılmasında)
rehber oldular.
Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî her
sene kâfirlerle cihâd için ordu gönderirdi. Vefâtından sonra Kâzerûn halkı
şeyhin yolunu tuttu ve nevbet çalarak her sene gazâya asker gönderdi. Yine bir
sene ordu düzenleyip kâfir şehirlerinden birine gönderdiler. Bağdât halîfesi de
ordu düzenleyip göndermişti. İki ordu yolda karşılaşıp birleştiler. Kâfir
şehirlerinden birini muhâsara ettiler. Kale surları muhkem olduğundan bir şey
yapamadılar. Üstelik müslümanlar ne yaparsa kâfirler de aynı şekilde karşılık
veriyorlardı. Meselâ, mancınık atışı yapsalar mancınıkla cevap veriyorlar, toplu
hücûm edince topluca karşı koyuyorlar, hiç açık vermiyorlardı. Halîfe bu
durumdan üzüntüye ve ümitsizliğe düştü. Geri dönmek istedi. Hatîb ve
Kâzerûnlular ile meşveret etti. Hatîb:
"Ne yapmak lâzım geldiğini,
bu gece hocam Kâzerûnî'nin rûhâniyetinden sorar öğrenirim. Ertesi günü ona göre
davranırız." dedi.
Hatîb o gece ibâdetle meşgûl
oldu ve gönlüne Kâzerûnî'nin rûhâniyeti, ne yapmak lâzım geldiğini bâtınî yoldan
öğretti. Ertesi gün Hatîb, halîfeye giderek, çâreyi söyledi. Buna göre; herkes
önüne bir kab alacak ve gürültü yapacak, ses çıkaracaktı. Ateş yakılmayacak,
yüksek sesle konuşulmayacak, silâhlar yanlarında bulunacak, Kâzerûnlular davul
ve def gibi şeylerle ses çıkarınca diğerleri de ses çıkaracak, onlar susunca
onlar da susacak ve hep birden hücûm edilecekti. Akşam, kararlaştırıldığı gibi,
konuşulmadı ve ateş yakılmadı. Seher vaktinde Kâzerûnlular ses çıkarmaya, davul,
def gibi şeyleri çalmaya başladılar. Diğerleri de aynı şekilde davranınca, gök
gürültüsü gibi bir ses çıkmaya başladı. Sanki kıyâmet kopmuş, dağlar büyük
gürültülerle şehrin üzerine düşmüştü. Kâfirler bu sesten şaşırmışlar, ne
yapacaklarını bilmez bir hâle gelmişlerdi. Sonra hücûm eden ordu şehri fethetti.
Malları, mülkleri, silâhları müslümanların eline geçti. Ganîmetler taksim
edildi. Müslümanlar kalenin fethine çok sevindiler. Müjde nevbeti çalarak
şehirlerine geri döndüler.
Bundan sonra Kâzerûnlular
gazâya gittiklerinde ve düşman kale ve şehrine ulaştıklarında "kudûm nevbeti",
düşman safları ile karşılaşıp savaştıklarında "sügrâ nevbeti", kafirleri
hezîmete uğrattıklarında ise "müjde nevbeti" çalarlardı. İşte bu üç nevbet o
zamandan kalmadır.
Bir grup müslüman, Kâzerûnî
hazretlerinin ziyâretine gelip; "Efendim! Emir buyursanız da şu şehrin etrâfını
sur ile çevirseler. Böylece şehir, emniyet ve himaye altına alınır." dediler.
Kâzerûnî hazretleri cevâben; "Bu şehrin surları vardır. Fakat görünmez. Öyle
sağlamdır ki, âfet, belâ ve musîbet bu şehre zarar vermez. Ahâli de
himâyededir." buyurdu. Ziyâretçiler bir şey anlamayıp dönüp gittiler.
Kâzerûnî'nin kerâmeti vefâtından tam yetmiş iki sene sonra zuhûr etti. On iki
bin kadar müşrik, kâfir, şehri ele geçirmek için Kâzerûn'a yöneldiler.
Yaklaştıklarında düşmanlar gözlerini açıp, şehre bakmaya bile güç yetiremeyip
büyük bir kargaşalığa düştüler. İçlerine korku düşüp, âdetâ hezîmete uğramış bir
ordu gibi şaşırmış halde geri çekildiler. Allahü teâlâ, Kâzerûnî'nin (rahmetullahi
aleyh) hürmetine şehri muhâfaza buyurdu. |
|