CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜCÂHİD EVLİYÂ (K)

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Kara Şems (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu'da yetişen büyük velîlerden olup, Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin kurucusudur.

Hayâtının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hanla birlikte Eğri Seferine katıldı.

Eğri Seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddîn Sivâsî bir gün bu fakîri odalarına çağırıp; "Din düşmanlarının (hıristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi." buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyâr olduklarını zayıf bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu husûsa dâir pâdişâhtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir." buyurdu. Ben de; "Şüphesiz ben sâdece hak dîne boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim." meâlindeki En'âm sûresi 79. âyetini okudum. Bunun üzerine; "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir pâdişâh gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalpleri de sevinçle dolacaktır." buyurdu.

Çok geçmeden Üçüncü Mehmed Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Şemseddîn Sivasî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfûn bulunan Gâzî Abdülvehhâb'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübârek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî'yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişâhtan Eğri Seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri: "İşittik ve itâat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim." diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, göz yaşları arasında uğurladılar.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mahmûd Hüdâyî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâyî'ye; "Oğlum siz yegânesiniz (bir tânesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız." diye duâ edip, ileride çok büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnâsında Azîz Mahmûd Hüdâyî; "Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız." diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevâben: "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmıştı. Bu emirlerine de ihtiyâr olarak uymak isteriz." buyurdu. Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, pâdişâh Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından dâvet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sâdeddîn Efendi de hazır bulundu. Sohbet esnâsında pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî'ye; "Tarafımızdan sizi sefere dâvet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonununda ne olacağını bilirsiniz. O hâlde bizi müjde işâretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz." dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Sivasî; "Hadîs-i şerîfte; "Amellerin en fazîletlisi, müminleri sevindirmektir." buyruldu. Mâlûmunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun." müjdesini verdi.

Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin bu cevâbına sevinen pâdişâh, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdâsı Mehmed Ağa vâsıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsân edip; "Bunlar helâl malımızdır. Kabûl buyursunlar." dedi. Şeyh Şemseddîn hazretleri; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabûl etmek gerekir." buyurdu.

Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra pâdişâh ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri Kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay bir şekilde fethedilip, harab olan yerler tâmir edildi. Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Küffâr askerinin sayısı çoktu. Rivâyet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslâm ordusuyla küffâr ordusu karşılaştı. İslâm ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Pâdişâh Üçüncü Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip; "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebât ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl." meâlindeki Bekara sûresi iki yüz ellinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâhın yanında şeyhülislâm, kazaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephânelik düşman tarafından zabtedildi. Bu firâr ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî hazretlerini çağırıp; "Söylediklerinizin tersi vâki oldu." deyince, Şemseddîn Sivâsî; "Pâdişâhım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezîmete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sâhibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hâtırınızı hoş tutunuz." diye cevap verdi.

Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarak; "Fetih vaktidir." diye müjdeledi. Ortaya çıkan zât, dağılan ordunun önüne düşüp; "Ey müminler! Nerede İslâm gayreti? Nerede Peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip; "Şehid olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin!" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücûm ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firârî askerler dönüp, düşmana saldırdılar. Nihâyet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî'ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.

Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, zaferi müjdelemek üzere pâdişâhın huzûruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:

Pâdişâh; "Buyurun ey gönlümün sultânı." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezîmete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim pâdişâhım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasîhat etmek isterim." deyince, pâdişâh; "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim." dedi. Şemseddîn Sivâsî; "Ey benim pâdişâhım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sâhibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; "Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın." (Enfâl sûresi: 60) ve "Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silâhlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhut toptan seferber olun." (Nisâ sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve îtimâd etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephâneye güvenilir ise, hezîmet, yenilgi zuhûr eder. Kalbden cenâb-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun."

Ey pâdişâhım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddîn'in refâkatı ve duâsı bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddîn hazretleri; "Ey pâdişâhım! Büyük fethin şükrân ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir." buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hânın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakîrin dahî ismi Şemseddîn'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahî, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makâma dindar, adâletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir." buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen pâdişâh Üçüncü Mehmed Han şu cevâbı verdi: "Bin can ile kabûl ettim ve nasîhatinize fazlasıyla riâyet edeceğim."

Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivasî ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, rûhunu âilesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve dâmâdı olan Receb Efendiyi vazifesine tâyin etti. Şemseddîn Sivâsî vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim etti.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Kâzerûn'da dîn-i İslâma hizmet yolunda ve Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında pekçok gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civârı, putperest ve ateşperest sapık müşriklerle doluydu. Müslümanlar azınlıktaydılar. Onun irşâd faâliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etrâf memleketlerde îmân nûru parlayıp müslümanlar çoğaldı. Her tarafta birçok vakıf müesseseleri kuruldu. Kâzerûnî'nin sohbetinde yetişen talebeleri, İslâm dîninin güzel ahlâkını yaymak için seferber oldular. Cihâd niyetiyle civâr beldelere dağıldılar. Kâzerûnî, talebelerinden ve sevdiklerinden bir ordu hazırladı. Kendisi de birçok gazâlara katılıp, ilâ-yı kelîmetullah, Allahü teâlânın dîninin yayılması yolunda, insanları küfür karanlıkları ve ebedî Cehennem azâbından kurtarmak için, ilim ve kılıçla cihâd etti. Az zaman sonra hidâyet nûruna kavuşanlar çoğaldı. Binlerce putperest, grup grup Kâzerûnî'nin huzûrunda îmâna geldi. Kendisi de Cumâ günleri toplanan orduya vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Onlara cihâd ve gazânın fazîletini anlatıp cihâda teşvik ederdi. Mücâhidler, bu vâzları sâyesinde aşka gelip, ihlâs ile kâfirler üzerine yürüyüp zaferler kazandılar. Bir çok ganîmet elde ettiler.

Kâzerûnî her yıl mücâhidleri bizzat teftiş ederek onların silâhlandırılması, giyim-kuşamı ile yakından meşgûl olurdu. Ordusu sefere gittiğinde kendisi mânevî başkumandan olarak devamlı duâ ederdi. Mücâhid ordusu, Hindistan ve Çin'e kadar gitti. Bir kısmı da Anadolu'ya gelerek Rumlarla cihâd etti. Böylece Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasına çalıştılar. Mücâhidler bir defâsında Rumlarla yapılan bir harpte zor durumda kalmışlardı. Hemen hocaları Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî'nin rûhâniyetinden yardım istediler. O sırada Kâzerûnî mescidde idi. Âniden kalkıp asâsını eline alarak dışarı çıktı. Askerin gittiği tarafa yönelip kayboldu. Tam bu esnâda mücâhidler, heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördüler. Bu hâl, müslümanların kalblerine kuvvet verdi. Nihâyet hocalarının yardımıyla düşman kuşatmasından kurtuldular.

Kâzerûnî tekrar mescide döndüğünde, mescidde bulunanlar; "Efendim bu hâl nedir? Bir an mescidden çıkıp kayboldunuz." diye sordular. "O saatte İslâm ordusu Rum diyârında esir düşmek üzereydi. Yardım istediler, yardıma gittim." buyurdu. Mescidde bulunanlar bu vak'anın olduğu gün ve saati kaydettiler. Daha sonra İslâm ordusu kâfirlerle cihâddan dönünce bu hâli sordular. Onlar da; "Kâfirlerle savaşa başladığımızda biz az, düşman çok kalabalıktı. Çok kahramanlık ve cengâverlik göstermemize rağmen, bir yiğide yüz kâfir düşüyordu. Bir anda topluca hücûma geçip bizi çepeçevre kuşattılar. O anda hâtırımıza hocamız geldi ve yardım istedik. Hemen heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördük. Kâfir ordusu kırılarak hezîmete uğradı. Böylece gâlib geldik. Ondan sonra o süvâri geldiği gibi kayboldu. dediler. Söyledikleri saat Kâzerûnî'nin kaybolduğu saatti.

Ebû İshâk Kâzerûnî'nin tâlim ve terbiyesinde yetişip cihâd için her tarafa dağılan mücâhidler, gittikleri yerlerde, limanlarda, dergâhlar ve ilim yuvaları inşâ ettiler. Bu faâliyet ve gayret, "Kâzerûniyye yolu" adı ile anılıp meşhûr oldu. Ebû İshâk Kâzerûnî ve talebeleri bilhassa vakfiyelerin inşâ ve inkişâfında (yapılıp yayılmasında) rehber oldular.

Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî her sene kâfirlerle cihâd için ordu gönderirdi. Vefâtından sonra Kâzerûn halkı şeyhin yolunu tuttu ve nevbet çalarak her sene gazâya asker gönderdi. Yine bir sene ordu düzenleyip kâfir şehirlerinden birine gönderdiler. Bağdât halîfesi de ordu düzenleyip göndermişti. İki ordu yolda karşılaşıp birleştiler. Kâfir şehirlerinden birini muhâsara ettiler. Kale surları muhkem olduğundan bir şey yapamadılar. Üstelik müslümanlar ne yaparsa kâfirler de aynı şekilde karşılık veriyorlardı. Meselâ, mancınık atışı yapsalar mancınıkla cevap veriyorlar, toplu hücûm edince topluca karşı koyuyorlar, hiç açık vermiyorlardı. Halîfe bu durumdan üzüntüye ve ümitsizliğe düştü. Geri dönmek istedi. Hatîb ve Kâzerûnlular ile meşveret etti. Hatîb:

"Ne yapmak lâzım geldiğini, bu gece hocam Kâzerûnî'nin rûhâniyetinden sorar öğrenirim. Ertesi günü ona göre davranırız." dedi.

Hatîb o gece ibâdetle meşgûl oldu ve gönlüne Kâzerûnî'nin rûhâniyeti, ne yapmak lâzım geldiğini bâtınî yoldan öğretti. Ertesi gün Hatîb, halîfeye giderek, çâreyi söyledi. Buna göre; herkes önüne bir kab alacak ve gürültü yapacak, ses çıkaracaktı. Ateş yakılmayacak, yüksek sesle konuşulmayacak, silâhlar yanlarında bulunacak, Kâzerûnlular davul ve def gibi şeylerle ses çıkarınca diğerleri de ses çıkaracak, onlar susunca onlar da susacak ve hep birden hücûm edilecekti. Akşam, kararlaştırıldığı gibi, konuşulmadı ve ateş yakılmadı. Seher vaktinde Kâzerûnlular ses çıkarmaya, davul, def gibi şeyleri çalmaya başladılar. Diğerleri de aynı şekilde davranınca, gök gürültüsü gibi bir ses çıkmaya başladı. Sanki kıyâmet kopmuş, dağlar büyük gürültülerle şehrin üzerine düşmüştü. Kâfirler bu sesten şaşırmışlar, ne yapacaklarını bilmez bir hâle gelmişlerdi. Sonra hücûm eden ordu şehri fethetti. Malları, mülkleri, silâhları müslümanların eline geçti. Ganîmetler taksim edildi. Müslümanlar kalenin fethine çok sevindiler. Müjde nevbeti çalarak şehirlerine geri döndüler.

Bundan sonra Kâzerûnlular gazâya gittiklerinde ve düşman kale ve şehrine ulaştıklarında "kudûm nevbeti", düşman safları ile karşılaşıp savaştıklarında "sügrâ nevbeti", kafirleri hezîmete uğrattıklarında ise "müjde nevbeti" çalarlardı. İşte bu üç nevbet o zamandan kalmadır.

Bir grup müslüman, Kâzerûnî hazretlerinin ziyâretine gelip; "Efendim! Emir buyursanız da şu şehrin etrâfını sur ile çevirseler. Böylece şehir, emniyet ve himaye altına alınır." dediler. Kâzerûnî hazretleri cevâben; "Bu şehrin surları vardır. Fakat görünmez. Öyle sağlamdır ki, âfet, belâ ve musîbet bu şehre zarar vermez. Ahâli de himâyededir." buyurdu. Ziyâretçiler bir şey anlamayıp dönüp gittiler. Kâzerûnî'nin kerâmeti vefâtından tam yetmiş iki sene sonra zuhûr etti. On iki bin kadar müşrik, kâfir, şehri ele geçirmek için Kâzerûn'a yöneldiler. Yaklaştıklarında düşmanlar gözlerini açıp, şehre bakmaya bile güç yetiremeyip büyük bir kargaşalığa düştüler. İçlerine korku düşüp, âdetâ hezîmete uğramış bir ordu gibi şaşırmış halde geri çekildiler. Allahü teâlâ, Kâzerûnî'nin (rahmetullahi aleyh) hürmetine şehri muhâfaza buyurdu.