|
MÜCÂHİD
EVLİYÂ (H)
Son devir Türkistan
velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bolşevik
İhtilâli sırasında Kalişof hâdisesinden îtibâren Ruslara karşı çok gazâ ve
cihâdlarda bulundu. Buhârâ Emirliği Rusların eline geçtikten sonra da cihâdı
bırakmadı. Ancak silâh ve gıdâ yetersizliğinden Afganistan'a hicret etmek
mecburiyetinde kaldı. Büyük bir kalabalıkla Afganistan'a geçen Halîfe-i
Kızılayak, bundan sonra devamlı cihâd hareketini destekledi. Habîbullah Han
zamânında Rusya Afgan sefîri bulunan Gulâm Nebi Han, Rusların yardımıyla
Pettekeser mevkîi üzerinden Belh şehrine saldırdı. Burayı işgâl ederek ayrı bir
devlet gibi davranmaya başladı. Bunun üzerine Halîfe-i Kızılayak, Ruslara karşı
çok iyi savaş tecrübesine sâhib bulunan Türk mücâhidlerini bizzât kardeşi Âlim
Han ile Belh'e gönderdi. Büyük mücâdeleler netîcesinde Belh işgâlden kurtuldu ve
Âlim Han geçici bir süre için Belh'i idâre etti. Her şey normale döndükten sonra
Belh'i hükûmete teslîm ederek geri döndü.
Mânevî yönü pek kuvvetli
olmayan Emânullah Han, bir keresinde Belh'e gelerek bir toplantı düzenlemişti.
Bu toplantıya Halîfe-i Kızılayak'ı da dâvet etti. Fakat toplantı öncesi oradaki
devlet erkânına Halîfe-i Kızılayak içeri girdiğinde ayağa kalkmamaları husûsunda
sıkı sıkıya tenbihte bulundu. Halîfe-i Kızılayak, yanında hazret-i Şurbâzâr
olduğu halde Belh'e gelerek toplantı yerine gitti. Onun teşrifini gören
Emânullah hemen ayağa kalkarak saygıyla karşıladı. Emânullah ayağa kalkınca
diğer devlet erkânı da ayağa kalkmak mecburiyetinde kaldılar. Daha sonra bu
durum kendisinden sorulduğunda Emânullah şöyle cevap vermiştir: "Halîfe-i
Kızılayak'ı gördüğüm vakit her iki yanında büyük birer arslan vardı. Korkumdan
ve kendimde olmadan birden ayağa kalkıverdim."
Bolşevik ihtilâlinden sonra
Afganistan'a geçen Türk muhâcirleri ile bâzı Peştun kabîleleri arasında
münâzaralar ortaya çıkmıştı. Hattâ ufak çapta çatışmalar da görülmüştü. Bu
hâdiseler devâm ederken Peştunların kabîle reisi bütün adamlarını toplayarak bu
durumu görüşmek üzere Kızılayak'a hareket etti.
Bunu duyan Halîfe-i
Kızılayak, kırk elli kadar kişiyi silâhlı olarak yolun iki kenarına yerleştirdi.
Adamlarıyla kızgın bir şekilde gelmekte olan han, Kızılayak'a on beş km kadar
yaklaştığında ürpermeye ve endişeye kapılmaya başladı. Yaklaştıkça ezilip
büzüldü ve âdetâ küçüldü. Han, nihâyet dergâh kapısına geldiğinde mecalsiz bir
halde edeple içeri girdi. Özürler beyân ederek bütün anlaşmazlıklara son vermek
üzere huzurdan ayrıldı. Böylece felâkete sebeb olabilecek bir mesele
kendiliğinden halledilmişti. Daha sonra yakın adamları reise, kendisinde görülen
değişikliği suâl ettiklerinde; "Yolun iki kenarında bir ordu bekleşiyordu." diye
bahsetmiştir.
Halîfe-i Kızılayak, gerek
sözleriyle, gerek ameliyle Ehl-i sünnet îtikâdı ve İslâm ahkâmına tam uymuş ve
onu yaymak için uğraşmıştır. Uzun ömrünü cihâdlarla süslemiştir. Kendisine
gösterilen saygılara mukâbil onda kesinlikle bir kibir ve gurur hâli görülmezdi.
Her hâliyle çok mütevâzi idi.
Herkese iyi davranırdı.
Kendisine kötü davrananlara karşı da yumuşak ve merhametli idi. Çocuklar dâhil
herkese selâm verirdi. Kimse kendisinden önce ona selâm veremezdi. Birçok defâ
daha önce selâm vermek niyetiyle huzûruna çıkanlar bunu başaramamış, hep selâm
almak mecbûriyetinde kalmışlardır.
Kimseyi incitmemeye çok
dikkat ederdi. "Çocukluğumda sapanla bir serçe vurmuştum. Bunu her
hatırlayışımda korkudan kalbim titriyor." buyururdu. En küçük müstahaba bile
ehemmiyetle riâyet ederdi. Hep kıble tarafına dönerek otururdu. Helâl ve temiz
yemeye çok dikkat ederdi. Seyyitleri çok sever ve onlara hürmet gösterirdi. Her
hareketi Resûlullah'a tam tâbi olduğunu gösteriyordu.
Yavuz Sultan Selîm Hanın
nedîmi, sohbet arkadaşı ve velî Hasan Can (rahmetullahi teâlâ aleyh)
anlatır: "Sultan Selîm Han, bir gün İran seferinde geçen bir hâdiseyi anlatırken
demişti ki: "Biz, hiçbir sefere kendi görüş ve düşüncelerimizle karar vermedik.
Görevlendirilmeden herhangi bir yere seferimiz olmamıştır." Bunun üzerine ben
de, Kemâleddîn-i Erdebîlî'den işittiğim sözleri naklettim. Sözümü tasdîk edip;
"Molla Kemâleddîn denilen bu zât nasıl bir kimsedir?" diye suâl etti. Dedim ki:
"Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî'nin büyük ve en bilgili talebesi olup, din ve fen
ilimlerindeki tahsîlini tamamladıktan sonra, tasavvuf yoluna meyletti.
Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu. Fenâ mertebelerine ulaşıp, âlimlerin ve
halktan herkesin kendisine inanıp bağlandığı ve çok talebesi bulunan bir
tasavvuf ve mârifet ehli oldu. İbâdetle çok meşgûl olur, bir an Allahü teâlânın
emir ve yasaklarına itâatsizlik etmezdi. Dâimâ tâat üzere bulunurdu. Tefsîr ve
hadîs ilimlerini mütâlaaya devâm ederdi. Tefsîr-i Beydâvî'yi ve Sahîh-i Buhârîyi
yanından hiç ayırmazdı. İbâdet eşiğinden başını kaldırmazdı. Âlimler arasında
bir mesele hakkında ihtilâf zuhûr edip çözmeye güçleri yetmezse, hemen ona
başvururlar ve cevâbını alırlardı."
Yine Hasan Can, şânı yüce
pâdişâhla aralarında geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmektedir: "Merhum
Cennet-mekân Sultan Selîm Han hazretlerinin âdet-i şerîflerinden biri de, çoğu
gecelerini kitap okumakla geçirip, sabah namazına kadar uyumamalarıydı. Zaman
zaman da ona okutup, kendileri dinlerlerdi. Bâzan da, devlet ve saltanat
işlerinden söz ederlerdi. Bir gece uyku bastırıp, sıhhatim de bir parça bozuk
olduğundan, yatağıma uzanıp uyuyakalmışım. Sabah namazı vaktinde uyanarak
namazımı kıldıktan sonra, hemen Sultânın hizmetine koştum. "Bu gece hiç
görünmedin, ne yapıyordun?" diye sordular. "Birkaç geceden beri uykusuz kaldığım
için, bu gece gaflet bastırıp hizmetinizden uzak kaldım." diyerek cevap verip,
özür diledim. Bunun üzerine buyurdular ki:
"Öyleyse şimdi anlat
bakalım, bu gece nasıl bir rüyâ gördün?" "Anlatılacak değerde bir rüyâ
görmedim." diye cevap verdim. Yine buyurdular ki: "Bu nasıl sözdür? İnsan bir
gecenin tamâmını uyku ile geçirsin de hiç rüyâ görmesin. Hayret doğrusu!
Herhâlde bir şeyler görülmüştür." Sonra üzerinde durmayıp, başka konularda bir
süre sohbet ettikten sonra tekrar buyurdular ki: "Saçma şeyler söyleme Hasan
Can! Herhâlde bu gece bir rüyâ görülmüştür. Bunu benden gizleme!" Çok düşünmeme
rağmen bir türlü rüyâ gördüğümü hatırlayamadım. Yemîn ederek, anlatılmağa değer
bir rüyâ görmediğimi söyledim. Mübârek başlarını sallayıp; "Tuhaf şey!" dediler.
Tekrar tekrar rüyâmdan sormaları çok garibime gitmişti. Sebebini de bir türlü
anlayamadım. Şaşırıp kalmıştım.
Bir süre sonra, Kapı
Ağasının oturduğu odaya bir iş için beni gönderdiler. Vardığımda gördüm ki,
Hazînedârbaşı Mehmed Ağa, Kilercibaşı ve Saray Ağası ile töreleri üzere oturup
konuşuyorlardı. Fakat Kapı Ağası Hasan Ağa düşünceli, şaşkın ve başını önüne
eğmiş bir vaziyette gözü yaşlı oturuyordu. Gerçekten de o, az konuşur, sâkin,
iyi huylu ve geceleri teheccüd namazına kalkan kişilerden biriydi. Fakat bu
hâli, önceki davranışlarına hiç benzemiyordu. Bir yakını vefât etmiş sandım.
"Ağa hazretleri, geçmiş
olsun! Kalbiniz gamlı, gözünüz yaşlı görülür. Sebebi ne ola?" dediğimde; "Hayır,
böyle bir durumum yok!" diye hâlini gizledi. Hazînedârbaşı dedi ki: "Kardeş! Ağa
bu gece bir rüyâ görmüş. Daha o uykunun mahmurluğundadır." Ben de dedim ki:
"Allah rızâsı için söyleyin ki, devletlû Pâdişâhımız, elbette bir rüyâ
görmüşsündür diye hiç durmadan beni sıkıştırdı durdu. Herhâlde bu türlü ısrâr
edip durmaları sebepsiz yere değildir. Ona iyi bir armağan olur, anlatınız!"
Hasan Ağa ise anlatmaktan kaçınıp duruyordu. Üzerinde bir utanç hâli vardı.
"Benim gibi yüzü kara günahkârın ne rüyâsı ola ki, pâdişâh katında söylensin.
Kerem edin, bana böyle bir teklifte bulunmayın!" diye anlatmaktan kaçınıyordu.
Biz sıkıştırdıkça, Ağa, hayâsı çok bir kişi olduğundan; "Kerem eyleyin, vaz
geçin!" diye yalvarırdı. Sonunda Mehmed Ağa dedi ki: "Niçin söylemezsin? Daha
önce bize anlattığında, pâdişâha anlatmak için memur edildiğini söylemiştin ya!
Gizlenmesi hıyânet olmaz mı?" deyince, çâresiz kalıp, gizli kapaklı sırrın
mührünü açıp dedi ki:
"Bu gece rüyâmda, bu
eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne haber vardır deyip kapıya
koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dışarısı görünüyor, fakat bir adam
sığacak kadar değildir. Bu aralıktan baktığımda gördüm ki, Harem dâiresi,
başlarında sarık bulunan Arab simâsında nûr yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde
bayraklar, silâhlar ve başka âletler ile hazır vaziyette duruyorlardı. Kapı
dibinde ise nûr yüzlü dört kişi duruyordu. Onların ellerinde de birer sancak
vardı. Pâdişâhımızın sancağı, kapıyı çalanın elindeydi. O zât, bana dedi ki:
"Biz neye geldik, bilir misiniz?" Ben de "Buyurun." dedim. Dedi ki: "O gördüğün
kişiler, Resûlullah efendimizin eshâbıdır. Bizi dahi Resûl-i ekrem efendimiz
gönderip, Sultan Selîm Hâna selâm söyledi ve buyurdu ki: "Haremeyn'in (Mekke ve
Medîne'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin. Gördüğün bu dört kimsenin
birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömer-ül Fârûk ve bir diğeri de Osmân-ı
Zinnûreyn'dir. Seninle konuşan ben de, Ali bin Ebî Tâlib'im. Bunu hemen varıp
Selîm Hâna söyle!" dedi ve gözümün önünden yok olup gittiler.
Bana dehşetli bir hâl oldu.
Terler içinde kalıp, sabaha kadar öyle baygın bir vaziyette yatıp kalmışım.
Oğullarım, teheccüd namazına alışageldiğim üzere kalkmadığımı görünce, hasta
olduğumu sanmışlar. Sabah namazı vakti geçmek üzere iken gelip beni uyarmak için
vücûduma ellerini sürdüklerinde görmüşler ki, suya düşüp ıslanmış gibi
yatıyorum. Elbisemi değiştirmek için yenilerini getirip, o sırada beni
uyandırmışlar. Aklım başıma gelince, acele gelip namaza yetiştim. Fakat aklım
hâlâ tam başımda değildi." diyerek, hem söylüyor, hem de ağlıyordu.
Ben, Pâdişâhın buyurduğu
hizmeti bitirdikten sonra, dönüp şerefli makâmına gelince, bu hizmeti sormadan,
yine rüyâmdan sorup buyurdular ki: "Şu senin, bu gece sabaha kadar uyuyup,
hiçbir rüyâ görmediğine şaşılır!" Bunun üzerine ben de: "Pâdişâhım, rüyâyı bu
Hasan kulunuz görmedi ise de, bir başka Hasan kulunuz görmüş. Emriniz olursa
arzedeyim." dedim. Emirleri üzerine Hasan Ağanın rüyâsını aynen naklettim.
Anlattıkça mübârek yüzü kızarmaya başladı ve nihâyet dayanamayıp, mübârek
gözlerinden yaşlar boşandı. Rüyâyı tamamlayınca; "Demek ki, o dert sâhibinin
safâ-i meşrebi, temiz bir hâli varmış. Sen onu bize medhettikçe; "Zâten, ibâdet
ederken gördüğün her kimseyi velî sanırsın zannederdik. Meğer sevmediğini
medhetmez imişsin." diye buyurdular ve arkasından: "Ey Hasan Can! Sana demez
miyiz ki, biz, bir tarafa memur olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan her
biri evliyâlıktan nasîbini almışlardır. Herbirinin nice kerâmetleri vardır.
İçlerinde, ancak biz onlara benzemedik." diyerek tevâzuunu dile getirdi ve
hâlini gizlemeye çalıştı. Bu rüyâdan sonra, Arabistan seferinin hazırlıklarına
başlayıp, bütün tedbirlerini alıp, her türlü harp tedârikini temin ettikten
sonra sefere karar verdi. Meşhur târihçi Solakzâde, bu konuda diyor ki:
"Pâdişâha dahi o gece rüyâsında, Hasan isminde bir şahıs vâsıtasıyla kendisine
bir hizmetin görülmesi tebliğ olunacağı haber verilmişti."
Mısır'ın fetholunduğu
günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han, Hasan Can'a şöyle buyurdu: "Bu gece
rüyâda Muhammed Bedahşî'yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek
giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu halde gelip, yolculuğa çıkacağını
söyleyip bizimle vedâlaştı." Pâdişâh bu sözleri söyler söylemez Hasan Can
gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tâbire girişti ve; "Velîlerin görünüşte
çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise,
yakında vefât edeceklerine işârettir." dedi. Sultan Selîm Hanın bu cevâba cânı
sıkıldı ve; "Rüyânın gerçekleşmesinin yormaya da bağlı olduğunu bilmez misin?
Eğer Şeyhe bir hal olursa senin yorumuna bağlarız. Cezâlandırılmayı hak
eyledin." dedi. Bu sözler üzerine Hasan Can rüyâyı o şekilde tâbir ettiğine çok
üzüldü ve pişmanlık duydu.
Çok geçmeden Muhammed
Bedahşî'nin ölüm döşeğinde Şam'ın ileri gelenlerini toplayıp; Yavuz Sultan Selîm
Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arab diyârının
fethiyle Hak teâlâ katından vazîfelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun
yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara ve olmayanlara, Sultânın
emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i muhteremeyne
(Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan
Sultâna benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken, dünyâdan da sefer
ettiğimi bildirin." diye vasiyette bulunmuştu. Şam vâlisi derhal durumu Sultanın
kapısına duyurdu.
Bu sırada Sultânın yanında
hocası Halîmî Çelebi Efendi ile Hasan Can bulunuyordu. Sultan hocasına dönerek;
"Şöyle bir rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın
gerçekleşmesi tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle
olması tâbirden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak
kazanmadı mı? Bu şekilde tâbirin cezâsı dayak değil mi?" dedi. Halîmî Efendi ise
Hasan Can'a bakıp; "Senden böyle acemi davranış beklemezdim. Atılganlık
etmişsin." deyince, Hasan Can utancından başını öne eğip dedi ki: "Vefât günü
ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise fermân
devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı câize, hediye
ihsânıdır." Halîmî Efendi bu sözleri doğru bulup, dedi ki: "Hasan Can kulunuzun
görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır."
Başlara tâc olan Pâdişâh bundan sonra Şam'dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü
rüyânın, Muhammed Bedahşî'nin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca,
Hasan Can'a kıymetli bir hil'at, elbise ile, tam ayar iki yüz dînâr altın ihsân
buyurdu. Bunca lütfu Muhammed Bedahşî'nin kerâmeti eseri bilen Hasan Can, şeyhin
azîz rûhuna duâlar eyledi.
Hasan Can, Yavuz Sultan
Selîm'in vefâtını şöyle anlatmaktadır: "Sultan-ı Arab ve Acem, 1520 Şâbân ayında
eski saltanat merkezi Edirne'ye gitmeyi kararlaştırıp, vezirler ve dîvân
erkânını önceden, ordu-yı hümâyûna lâzım olan pekçok ağırlıklar ve hazîne-i
âmire ile yola çıkardılar. Ferhad Paşayı, berâber gitmek üzere alıkoydular.
Hareketten evvel, bir gün oturdukları köşkten çıkıp, sarayın eteğindeki bahçeye
yürüyerek indiler. Gezintileri sırasında bir yokuşa çıkarken, ol dîn-i İslâmın
koruyucusu, sırtlarında hissettikleri bir acıdan rahatsız olup, bu zavallı
hizmetçilerine hitâb ederek; "Arkama gûyâ bir diken batıp acıtır." buyurdular.
Bu hakîr dahî: "Herhâlde bahçedeki ağaçlardan düşüp gömleğe takılmış olmalı.
Ferman buyurulursa görülsün." dedim. Buyurdular ki: "Câizdir." O anda iskemleci,
taşımakta olduğu yaldızlı kürsüyü getirdi. Selîm Hân da, kürsü üzerine oturdu.
Mübârek yakalarından elimi sokup her ne kadar araştırdımsa da, bir şey
bulamadım. Mübârek arkaları gâyet kıllı olduğu için, elimi sürmekle bir şey
hissedemedim. Ayağa kalkıp bir miktar gittikten sonra, acıdan şikâyetlerini
tekrarladılar. Bu kere düğmelerini açıp baktım. Kılların arasından birdenbire
gördüm ki, bir kıl başı kadar yer ağarıp, etrâfı kırmızı olmuş. Üzerine
dokununca; "İşte oldur." dediler. "Ne makûle nesnedir?" diye suâl buyurdukta,
beyân ettim. Buyurdular ki: "Bir parça sık!" Ben dahî şehâdet ve orta
parmaklarımla kenarından yokladım. Parmaklarımın arası sertleşmiş büyük bir
gudde ile doldu. İrâdemi kaybedip; "Saâdetlû Pâdişâhım, bu büyük bir çıbandır.
Henüz hamdır, olmadıkça zedelemek câiz değildir. Bir münâsip merhem koymak
gerektir." dedim.
Meğer bu hâdiseden üç gün
önce, bu bendelerinin, çıban eleminden rahatsız olup arka arkaya üç gün
kendilerine hizmet şerefinden mahrum olduğum hâtır-ı şerîflerinde kalmış imiş.
Bu sözlerime karşı latîfe olmak üzere: "Biz çelebi değiliz ki, bir küçük
çıbandan ötürü cerrahlara mürâcaat edelim." dediler. Bu hâlle Kasr-ı saâdete
çıktılar. Ol geceyi acı ve ıstırap ile geçirdiler. Ertesi gün çıbanın
olgunlaşması için hamama gittiler. Bu bendelerinin hazır bulunmadığını fırsat
bilip, kendi tellâkları olan Hasan adındaki hizmetçilerine iyice sıktırıp,
çıbanı zedelemişler. Hamamdan geldikte ayaklarına kapandım. "Hasan Can, sözünle
amel etmedik amma, kendimizi helâk ettik." buyurdular. Mâcerâyı etraflıca
anlatınca, aklım başımdan gitti. Zaman geçtikçe ol sert madde azıtıp, taştıkça
taştı. Pâdişâh, Edirne'ye gitmeye karar verdiğinden, geri bırakılmayıp, Şâbân
ayının ikinci günü Edirne'ye doğru yola çıktılar. Hastalığı gitgide şiddetlendi,
ilaç kabûl etmez bir hâl aldı. Çorlu yakınında Sırt köyü denilen yere inildi.
Buraya indiklerinde, çıban öyle bir hâl aldı ki, akıntısını vücûdundan def
etmeye Sultânın iktidârı kalmadı. Çâresiz, o yerde ikâmet ve karar ihtiyar
buyuruldu. Ve daha önce Edirne'ye varan erkândan Vezîr-i âzam Pîrî Paşa ve
Mustafa Paşa ve Beylerbeyi Ahmed Paşa, ordu-yı hümâyûna dâvet olundular. Bunlar
gelince askerin içine bir şüphe düşmesin diye, işlerin îcâbına göre dîvân
toplanıp, mansıplar dağıttılar ve terfi-i merâtib eylediler ve neş'eli
görünerek, gizli kederlerini belli etmediler. Ve iki ay müddet, acılar içinde
vakit geçirdiler.
Bu sırada asker arasında
binbir türlü haber şâyi' olup, yersiz birtakım hareketler olacağı alâmetleri
belirince, vezîrler bana haber gönderip, Sultan için nasıl bir çâre gerektiği
sorulunca, ben de; askerin mübârek yüzlerini görmeye hasret kaldıklarını
kendilerine arz edip, yalvarıp, yakararak otağ-ı hümâyûnun önüne çıkmalarını
sağladım. Orada bir miktâr vekar içinde durup yüzünü gösterdikten ve sipâhilerin
hatırlarına düşen tereddüdü izâle ettikten sonra, geri dönerek yerlerine avdet
buyurdular. Ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşayı, sır saklamaya iktidârı olmadığı
için Edirne muhâfızlığı behânesiyle o tarafa yolladılar. Çıbana hiçbir ilâç ve
ihtimâm kâr etmediğinden, aynı sene Şevvâlin dokuzuncu gecesinde rûhunu teslim
edip, bu elemli dünyâdan Cennet bahçelerine doğru uçup gittiler.
Hastalığı sırasında ona
hizmet etmek şerefinden bir an mahrûm olmadım. Geceleri sabahlara kadar, mum
gibi için için yanarak karşılarında dururdum. Bir hizmeti olmadığı zaman, emr-i
âlileri ile döşekleri yanında otururdum. Kâh mübârek elleri elimde, kâh asîl
ayakları dizimde idi. Cerrahlar ilâca giriştikleri sırada, kâh omuzuma dayanır,
kâh cerrahların yaptıklarına bakmaya memur eder, ancak bana îtimâd buyururlardı.
Vefâtında Kur'ân-ı kerîm
okumak ve Kelime-i şehâdeti telkinde bulunmak vazîfesini yalnız ben gördüm. Son
nefesine kadar bir an yanından ayrılmadım. Hattâ son nefesini vereceği sırada,
bu hakîre hitâb edip buyurdular ki: "Hasan Can, bu ne hâldir?" Ben hizmetçileri
dahî dedim ki: "Sultânım, Allahü teâlâ ile olacak zamandır." Buyurdular ki:
"Bizi bunca zamandan beri kimin ile bilirdin? Cenâb-ı Hakk'a teveccühümüzde
kusûr mu gördün?" Ben dahî dedim ki: "Hâşâ ki, bir zaman Allahü teâlânın adını
anmayı unuttuğunuzu görmüş olam. Lâkin bu zaman başka zamanlara benzemediği
için, ihtiyâten söylemeye cesâret eyledim."
Kısa bir an geçtikten sonra;
"Yâsîn sûresini oku!" diye fermân buyurdular. Emr-i hümâyûnları gereğince, Yâsîn
sûresini hatmettim. Benimle berâber okudular. İkinci defâ okurken; "Selâmün
kavlen min Rabbirrahîm" âyetine geldiğim zaman gördüm ki, mübârek dudakları bu
âyet-i kerîmeyi okuyarak hareket eder ve o anda, önce sağ şehâdet parmağını
kaldırıp diğer mübârek parmaklarını sıkıp temiz rûhunu teslim etti.
Eli elimdeydi. Mübârek
bileğini tutmuş, nabzını dinliyordum. Nabzın durduğunu hissedince, o anda lâzım
olan hizmetleri yerine getirmek üzere ayağa kalktım. Hekimbaşı Ahî Çelebi
oradaydı. Benim yaptığıma bakıyordu. Ayağa kalktığımı görünce: "Henüz hayat
bâkidir. Ne için ayağa kalkarsınız?" diye beni oturtmaya kalkınca; "Bu eşiğe
alnımı koyduğum andan bu âna kadar velî nîmetimin hizmetinden bir lahza yüz
çevirmemişim. Bu sıralarda yapılacak iş budur. Tabîblik etmenin zamânı geçti ve
asıl cevher kaybolup gitti." dedim. Gerekli hizmetleri yerine getirdim."
Kânûnî Sultan Süleymân
döneminde Enderunda çeşitli dersler veren Hasan Can, H.974 senesinde Bursa'da
vefât etti. Kabri, Çelebi Sultan Mehmed türbesi önündedir.
Yirmi ikinci Omanlı
şeyhülislâmı, ulemânın kutbu ve velî Hoca Sâdeddîn Efendi (rahmetullahi
teâlâ aleyh), Şehzâde Murâd tahta çıkmak üzere Manisa'dan İstanbul'a gelirken,
berâberinde idi. O zaman Sultan Murâd'ın özengi ağası olan Tiryâkî Gâzi Hasan
Paşanın naklettiğine göre, şehzâde yolculuk sırasında yanında göremediği Hoca
Efendiyi sordu. Yanındakiler onun bindiği atın ham olması dolayısıyla biraz
geride kaldığını söylediler. Bunun üzerine Sultan Murâd derhal kendi yedek
atlarından birini altın işlemeli eğer ve süslü takımlarla donatarak ona gönderdi
ve yetişinceye kadar bekledi." Sâdeddîn Efendiye bundan sonra Hâce-i sultânî
(sultan hocası) ve Reîs-ül-ulemâ ünvânları verildi. Devletin iç ve dış
siyâsetine yardımcı oldu.
Üçüncü Mehmed Han tahta
çıktığı zaman (1595) kendi hocası olan Nevâlî Efendi, vefât etmiş bulunuyordu.
Böylece pâdişâh hocalığı makâmı yine Sâdeddîn Efendide kaldı. İki sultâna
hocalık yaptığı için kendisine Câmiü'r-riyâseteyn denildi. Aynı ünvânı
şeyhülislâmlar arasında bir de, Erzurumlu Seyyid Hacı Feyzullah Efendi almıştır.
Bu sırada Osmanlı Devleti
Avusturya ile harp hâlinde bulunuyordu. 1595 senesinde başlayan savaşlarda iki
taraf da ağır kayıplar vermişti. Estergon, İbrail ve Kili kaleleri düşman eline
düşmüştü. Bu sebeple Sultan Üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendinin
tavsiyesiyle bizzât Avusturya seferine çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân Hânın
vefâtından 30 yıl geçtiği hâlde, hiçbir pâdişâh ordusuna bizzât başkomutanlık
etmemişti. 21 Haziran 1596 târihinde yanında Hoca Sâdeddîn Efendi de olduğu
hâlde, 100.000 kişilik bir ordu ile İstanbul'dan hareket eden Sultan Üçüncü
Mehmed, Ösek kalesine ulaştı. Rumeli Beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ile,
Kırım kuvvetleri de Ösek kalesi önünde, Sultan ile birleştiler. Ösek'de bir
dîvân toplandı. Dîvânda bâzı vezirler, Tuna vâdisinden ilerleyip Viyana'yı
muhâsara etme teklifinde bulundular. Hoca Sâdeddîn Efendi; "Bu doğru bir düşünce
değildir. Viyana merhum Kânûnî zamânında da kuşatıldı. Fakat düşman Almanya
içlerine çekilip gitti. Bizimle karşılaşmadı. Viyana'yı almak da mümkün olmadı.
Şimdi Viyana'ya gittiğinizde düşman yine memleketin içine çekilerek, bizimle
karşılaşmayacaktır. Biz Viyana'yı kuşatırken, onun müttefikleri bizi arkamızdan
çevirerek çekilme yolumuzu kapatacaklardır. Müşkül durumlara düşmemiz mümkündür.
Bu yüzden ben, Viyana'yı değil, Tisa Nehrinden Eğri kalesine gidilmesini ve
buranın zaptını teklif ederim. Eğri kalesi alınırsa Avusturya ile Romanya'nın
yardım yolları elimize geçecek, birbirinden ayrılan ve yardım alamayan
düşmanları, birer birer dize getirmek mümkün olacaktır." dedi.
Hoca Sâdeddîn Efendinin
fikirlerine çok güvenen Sultan, bu fikri derhal kabûl etti. Eğri kalesi, 20 gün
süren muhâsaradan sonra zabt edildi. Kale muhâfazasına Anadolu Beylerbeyi Lala
Mehmed Paşayı bırakan Sultan, ordusuyla Haçova denilen yere geldi. Osmanlı
Ordusu Haçova'ya geldiği zaman, burada İmparatorun kardeşi Arşidük
Maksimilyan'ın kuvvetleriyle karşılaştı. Alman, Macar ve diğer devlet ve
milletlerden toplanmış büyük bir ordu vardı.
Ordu, Haçova'ya vardığı
zaman, düşmana karşı nasıl hareket edileceğini görüşmek maksadı ile bir dîvân
toplandı. Hocasının isteğiyle savaşa çıkan Sultan, araba sarsıntısından ve yolun
meşakkatlerinden çok rahatsız oldu. Sultan toplanan dîvânda resmen, sadrâzamı
bırakıp, İstanbul'a dönmek istediğini açıkladı. Bâzı vezirler de Sultânı
desteklediler. Bu duruma şiddetle karşı çıkan Hoca Sâdeddîn Efendi; "Şevketlü
sultânımızın savaş zorluklarından rahatsız olduğunu biliriz. Unutmamalı ki,
savaşın zorluklarından biz ve bütün ordu rahatsızdır. Savaşın meşakkatlerine
katlanmadan zafer kazanmak nerede görülmüştür. Bu iş vezirlerin işi değildir.
Bir kale fethetmekle dâvâya halledilmiş nazarı ile bakmak, kalenin imdâdına
gelen küffârın başını ezmeden geri dönmek, yılanın kuyruğuna basıp önünden
kaçmak demektir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Düşmanlarınız aman dileyip
silahlarını terkedinceye kadar onlarla savaşınız. Düşmana sırtınızı
çevirmeyiniz." buyrulur. Düşman aman dilememiş, silâhını terk etmemiştir.
Düşmanla karşılaşmadan ona sırtımızı çevirirsek yarın hesâp gününde Allahü
teâlânın huzûruna ne yüzle çıkarız. Bir Osmanlı sultânının bir sebeb olmadan ve
düşmanı imhâ etmeden, gazâ meydanını terk etmesi, şimdiye kadar görülmemiştir.
Ecdâdımızın ruhları bizi ayıplar. Din düşmanları ile savaşmak muhakkak lâzımdır.
Dîni ve devleti müdâfaa etmek, onun şânını ve şerefini göklerden ayaklar altına
düşürmemek için savaşmak üzerimize farzdır. Bu uğurda can verinceye kadar
hepimizin savaşması, sultânın değil, Allahü teâlânın emridir. Zâten biz onları
yok etmezsek, onlar bizim üzerimize gelip bizi yok edecekler." diyerek Sultânın
dönmesine mâni oldu.
Ertesi sabah iki tarafın
kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde
sultan vardı. Başının üzerinde sancak dalgalanıyordu. Sultânın sağında vezirler,
solunda kadıaskerler ile Hoca Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sol kolda Anadolu,
Karaman, Halep, Maraş Eyâletleri beylerbeyleri, sağ kolda Rumeli ve Temeşvâr
beylerbeylerinin kuvvetleri vardı.
Muhârebenin başlamasıyla
birlikte düşman birlikleri Pâdişâhın bulunduğu merkez kısma saldırdılar.
Pâdişâh, otağına çekilerek, sırtına Peygamber efendimizin hırka-i şerîfini
giyip, eline mızrağını aldı. Sağ koldaki Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşanın
kuvvetleri dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Yağmaya başladı.
Düşman, Türk cephâne sandıklarının üzerine çıkmıştı. Vaziyet tehlikeli bir hâl
almıştı. Bu durumu bizzat seyreden Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan Hoca
Sâdeddîn Efendiye; "Efendi şimdiden sonra ne yapmamız gerek?" diye sorunca,
metânetini kaybetmeyen Hoca Efendi; "Sultânım lâzım olan, yerinizde sebat ve
karar etmektir. Cengin hâli budur. Ecdâdınız zamânında olan muhârebeler
çoğunlukla böyle vâki olmuştur. Resûlullah efendimizin mûcizeleri ile inşâallahü
teâlâ fırsat ve nusret ehl-i İslâmındır. Hatırınızı hoş tutun." dedi.
Artık panik başlamış ve
düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişti. Düşmanın
böyle çadırlar arasına girdiğini gören seyis, aşçı, deveci, katırcı,
karakollukçu denilen hizmetçi grubu, bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma,
kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda, "Düşman
kaçıyor." diye bağırarak, askerleri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada ön kol
kumandanı Çağalazâde de, gizlendiği pusudan çıkarak süvârileriyle hücuma geçti.
Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı, bataklıklara sokarak
imhâ etti. Bu hengâmede, Sultan Üçüncü Mehmed Hân dimdik atının üzerinde, Hoca
Efendiyi de onun yanı başında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım
atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana korkunç bir darbe indirdiler.
Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybedilmiş sayılan Haçova savaşı
büyük bir zaferle netîcelendi. On bin duka altın ile berâber, Alman toplarının
büyük bir çoğunluğu ele geçti.
Târihçi Hammer bu savaş
için; "Hoca Sâdeddîn'in cesâret ve tesiriyle kazanılan Haçova savaşı, Mohaç ve
Çaldıran savaşı ile mukâyese edilen parlak zaferdir." demektedir.
Hoca Sâdeddîn Efendi, Eğri
seferinden dönüşünden sonra kendisini daha çok ilme ve eğitim işlerine verdi.
Devrinde bütün ulemânın âdetâ "Kutbu" hâline geldi.
Sultan Üçüncü Mehmed Hân,
Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendinin vefâtı üzerine 1598 senesinde, Sâdeddîn
Efendiyi şeyhülislâmlık makâmına getirdi. Hoca Sâdeddîn Efendi bir yıl sekiz ay
şeyhülislâmlık yaptı. Bu sırada müslüman halkın işlerini hiç ihmâl etmedi ve
hakkıyla yerine getirdi. Gerekli fetvâları hazırlamakta büyük mahâret gösterdi.
Her Cumâ müslümanların dertlerini dinlerdi. Herkesin lisânına göre, Türkçe,
Farsça ve Arabça verdiği cevaplarla halkı memnûn ederdi. Bu çalışma ve
hareketleriyle halk arasında, hocası Ebüssü'ûd Efendiyi hatırlattığı söylenirdi.
Devrin şâirlerinden Câmi Çelebi onu şöyle medheder:
Bu yakınlarda cihâna, iki
müftî geldi,
Tuttu âlemi, her birisinin
fazlü edebi.
"Kimdir?" diye suâl eylersen
onları sen,
Birisi "Hoca Çelebi", biri
"Hoca Efendi".
Devrin ârifleri, hocası
Ebüssü'ûd Efendi ile Hoca Sâdeddîn Efendiyi bir ayar tutarlardı. Ebüssü'ûd
hazretleri de gençliğinde "Hoca Çelebi" namıyla meşhûrdu.
Hoca Sâdeddîn Efendinin
diğer kardeşleri de kendisi gibi âlim idi. Hoca Efendinin vâlidesine; "Senin
çocukların bu şerefe ne ile kavuştu?" diye sorulduğunda vâlidesi: "Ben hiç
birisini abdestsiz emzirmedim. Hepsinin akîkasını kestim. Ayrıca her Cumâ günü,
her biri adına bir koç kesip fakirlere sadaka dağıtırdım." demiştir.
1599 senesinde merhum Üçüncü
Murâd Hanın vefâtının dördüncü yılı dolayısıyla Ayasofya Câmii şerîfinde hatim
ve mevlid duâsı okunacaktı. Hoca Sâdeddîn Efendi câmiye gitmek üzere evinde
abdest tazelerken fenâlaştı. Öyle olduğu halde câmiye gitti. Duâ biterken rûhunu
teslim etti. |
|