|
KUTB-ÜL AKTÂB
Evliyâlıkta yüksek
derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub ve bunun
çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu
bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve madde âlemindeki
olaylarla alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl veya Kutb-i medâr (medâr
kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu)
denilir. (E. Ans. c.1,
s. 8)
Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı
ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve
benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı
Allah adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu
işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük âlim
İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da denilen
bu zât her zaman bulunur. Resûlullah efendimiz zamânında da vardı. Fakat bunlara
inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ
bâzıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor
ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi
için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların
gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları,
bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile
olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe
etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâlin (kutb-i medârın) her
zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün
değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri
giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir.
Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber
efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer
ile Üveys el-Karânî idiler.
(E. Ans. c.1, s. 8)
Âriflerin en meşhûru, yüksek
ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ül-ârifîn denir.
(E. Ans. c.1, s. 9)
Kutb-i irşâda gelince:
Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa
ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd, İmâm-ı
Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin
gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle
zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Resûlullah
efendimiz zamânının kutb-i irşâdı idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve
hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet
(sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli
gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana
tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve
yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne
bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp
hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
(E. Ans. c.1, s. 9)
Yine büyük velî İmâm-ı
Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan
kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher
dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının
ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa
kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan
feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları,
bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O
derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir
kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o
kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre
o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı zikrederse ve
bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci
feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye
kırılmışsa, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona
inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun
istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz.
Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve
sevenler, onu düşünmeseler ve Allahü teâlâyı zikretmeseler bile, yalnız
sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."
(E. Ans. c.1, s. 10)
Arapçada imdâd etmek, yardım
etmek ve kurtuluş mânâlarına gelen bir kelime olan gavs kelimesi, tasavvufta
yüksek husûsî bir mertebede bulunan velî, insanlara yardıma yetişen büyük zât
hakkında kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre gavs denilen büyük velî
zâta, Allahü teâlânın izni ile insanların imdâdına yetişmesi sebebiyle bu lakab
verilmiştir. Gavs, Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre medâr kutbudur. İmâm-ı
Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan ayrı ve yüksek olup, ona yardım edicidir.
Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makâmlarına
getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır.
E. Ans. c.1, s. 10
Gavs-ı a'zam en büyük gavs
(yardımcı) demek olup, tasavvufta bu dereceye ulaşan Abdülkâdir Geylânî
hazretlerinin lakabıdır. O, insanlara ve cinnîlere yardım eden, imdâdlarına
yetişen büyük bir velî olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de anılır.
E. Ans. c.1, s. 10
Avâm kelimesinin zıddı olan
ve hâslar, seçkinler, büyükler demek olan havâss, ilim ve tasavvufta, avâm ve
mukallid hâlinden kurtulup, ictihâd ve velâyet mertebesine yükselen seçkin
zâtlardır. İmâm-ı Gazâlî'nin buyurduğu gibi, sultanlar, milletin mal, can ve
ırzlarını zâlim ve haydutlardan korudukları gibi, havâss da avâmın (dînî
ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin
(sapıkların) şerlerinden, kötülüklerinden korurlar. Ebû Osman Mağribî'nin
belirttiği gibi, bunlar iyi amelleri (güzel işleri) kendinden değil, Rabbinden
bilirler. (E. Ans.
c.1, s. 10)
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında
binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sâhibi idi.
Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir demircinin üzerinde idi. O bu işin sır ve
hikmetine karşı hayretler içindeydi. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli
gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedi. Bir gün dükkânına
gitti. Selâm verdi. Onu görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerine sarıldı, uzun
uzun öptü ve ondan duâ ricâ etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi
makâmından habersizdi. Ondan duâ isteyince dedi ki: "Ben senin ellerinden öpeyim
de, sen bana duâ et! Sizin duânıza muhtaç olan benim!" O ise şöyle cevap verdi:
"Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!" Bunun üzerine o da;
"Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?" dedi. "Acabâ kıyâmet gününde, bunca
insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok."
dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bâyezîd-i Bistâmî'yi de ağlattı.
O vakit içinden; "Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim
diyenlerdendir." diyen bir ses duydu. Hemen içindeki hayret silindi. Kutupluk
makâmının bu demirciye niçin verildiğini sezdi. Anladı ki, böyleleri, sevgili
Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakîkatine mazhardır.
Demirciye dedi ki: "İnsanların azap çekmesinden sana ne?" Demirci de; "Bana mı
ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin
bütün azâbını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben saâdete ererim ve
derdimden kurtulurum." dedi.
O, namazda okunmak için,
farz mikdarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini Bâyezîd-i Bistâmî
öğretti. O da, kırk yıldır elde edemediği mânevî derecelere yükseldi. İçi feyz-i
ilâhî ile doldu. O vakit iyice anladı ki, kutupluk sırrı başka bir şey imiş."
Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin önde gelen talebelerinden Hâce Ârif anlatır: "Bir
gece çok acâib bir rüyâ gördüm. Öyle ki, hayretimden rüyâda gördüklerimi
unuttum. Sabahleyin ne gördüğümü düşünerek dışarı çıktım ve nehrin kenarına
kadar geldim. Abdest alıp, iki rekat şükür namazı kıldım. Selâm verdiğimde, bir
ses duydum. "Nereden geliyor?" diye bakınırken, havada bir seccâde üzerinde
kıbleye karşı oturan, yaşlı, nûr yüzlü bir kimsenin, bana seslendiğini gördüm.
Buyurdu ki: "Ey Ârif! Ey kavminin en âdil insanı! Dünyâyı terketmek, hürriyete
kavuşmak demektir. Kıyâmet günü, iyi bir makam elde etmek, dîn-i İslâma hizmet
etmekle mümkündür." Bu sözleri işitince, rüyâda gördüğüm hâl hatırıma geldi ve;
"Muhterem efendim! Rüyâ âleminde gördüğüm anlaşılmaz şeyleri, zât-ı âlinizi
görmekle hatırladım." dedim. O mübârek zât da; "Ey Hâce Ârif! Ben, Resûlullah
efendimizin torunu ve türbedârıyım. Bu zamânın kutb-i aktâbı olan Semerkandlı
Seyyid Alâeddîn'im. Cenâb-ı Hakk'ın emri ile seni talebeliğe kabûl ettim. Acele
ile yanıma gelip nasîbini alasın ve rüyânın hakîkatine vâsıl olasın!" buyurdu.
Ben de; "Ey evliyânın büyüğü! Gökyüzünün vefâlı yıldızı! Ben, dermansız,
mecalsiz bir fakîrim. Medîne-i münevvereye nasıl gelebilirim? Oraya kavuşmak
mümkünse, lütfedip himmet buyurur musunuz?" dedim. O da; "Ey Ârif! Allahü
teâlânın izniyle arzuna kavuşacak, Resûlullah efendimizi ziyâret etmekle
şerefleneceksin!" dedi ve gözden kayboldu. Gördüklerime inanamıyordum. Bunları
nasıl görmüştüm? Derhâl evime gidip, bir odaya kapandım. Günlerce dışarı
çıkmayıp, ibâdetle vakit geçirdim. Fakat zihnim hep bunlarla meşgûl idi. Nihâyet
sekizinci günü, yine nehre abdest almaya gittim. Önceki yere geldiğimde,
heybetli ve korkunç bir arslanla karşılaştım.
Onu görenlerin korkudan dili
tutulurdu. Ben de öyle oldum. Benim hareketsiz donup kaldığımı gören arslan,
fasîh bir lisân ile; "Korkma! Sırtıma bin de, seni kısa bir zamanda Medîne-i
münevvereye ulaştırayım." dedi. Bu sözü duyunca, korkum gitti. Üzerine bindim,
beni Medîne yakınlarında indirdi ve vedâlaşarak ayrıldık. Edeb ile, Peygamber
efendimizin mübârek huzurlarına geldim. Ellerimi açıp uzun uzun duâ ettim. Duâyı
bitirince, yanımda daha önce nehirde karşılaştığım Seyyid Alâeddîn hazretlerini
gördüm. Mübârek ellerine sarıldım, öptüm, saygı ve hürmet gösterdim. Beni
odasına götürdü. Maddî mânevî pekçok ihsânlarda bulundu. Teveccüh ederek, kısa
zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturdu. Sonra bana; "Ey Ârif! Haydi seninle
melekler âlemini gezelim. Âsumâna çıkıp seyredelim" dedi. Sevincime nihâyet
yoktu. "Peki efendim!" derdemez, bana öyle bir teveccüh ve himmet ettiler ki,
her ikimiz de gökyüzüne doğru yükselmeğe başladık. Yüce bir makâma geldik.
Allahü teâlânın sevdiği evliyâsının rûhları orada toplanmış idi. Onlar; "Merhabâ
ey üstâd-ı âlem!" dediler. Hocam da onlara cevap verdikten sonra, beni onlara
ısmarladı, kendisi daha yüksek makamlara yükselerek gözden kayboldu. Aradan uzun
bir zaman geçmişti. Hocamın gelmekte olduğu haberi verildi. Geldiğinde, edeble
elini öptüm. Bana; "Seni, Allahü teâlânın kullarını irşâd etmek, emir ve
yasakları öğretmek için vazifelendiriyorum." buyurdu. Orada bulunan evliyânın
rûhları ile birlikte el açıp, benim için duâ ettiler. Sonra mübârek ellerini
gözlerime sürdü. O ânda yeryüzünde bulunan en büyük şeylerden, en küçüklerine
kadar bütün varlıklar gözüme görünmeğe başladı. Oradakilerle müsâfeha ettik ve
bir ânda tekrar Medîne-i münevvereye geldik."
Seyyid Şerîf Cürcânî
hazretleri'nin talebesi Molla Ferîdun anlatır: Bir gün hocam Seyyid Şerîf
hazretleri ile bahçeye çıkmıştık. Orada: "Ey Ferîdun! Şu dağda, ricâl-i erbaîn
denilen kırk büyük velînin toplantısı vardı. Haydi ziyârete gidelim." buyurdu.
Ben de; "'Başüstüne efendim!" diyerek, peşinden yürümeğe başladım. Dağın üzerine
çıktığımızda, pekçok rûhânî kimsenin orada toplandıklarını gördük. Herbiri
edeble oturmuş birini bekliyorlardı. İçlerinden birine; Bunlar kimlerdir ve
niçin bekliyorlar?" diye sorduk. O da: Ricâl-i erbaînden biri vefât etti. Onlar,
Kutb-i aktâbı (evliyâların en büyüğünü) dâvet ettiler. Onu bekliyoruz. O gelip
vefât eden zâtın namazını kıldıracak ve içimizden birini de bu vazifeye tâyin
edecek." dedi. "Şu anda Kutb-i aktâb kimdir ve nerede bulunmaktadır?" diye
sorduk. O da; "Mekke-i mükerremededir ve ismi Seyyid Alâeddîn Semerkandî'dir."
diye cevap verdi.
Oturup biz de beklemeye
başladık. Bir müddet sonra semâdan tekbîr, tesbîh sesleri arasında nûr yüzlü
velîler, gâyet nûrlu bir zâtı tâkib ederek geldiler. Belli ki, o zât Kutb-i
aktâb idi. Yere indiklerinde, hepimiz ayağa kalkıp hürmet gösterdik. Makâmına
oturduğunda, bizlere de oturmamızı işâret etti. Bir müddet başını önüne eğip
murâkabeye vardı. Sonra Âl-i İmrân sûresinin yüz seksen beşinci âyet-i
kerîmesini okudu. "Muhakkak her nefs ölümü tadıcıdır." meâlindeki bu âyet-i
kerîmenin tefsîrini yaptı. Hepimiz, hiç duymadığımız, hasta kalblere şifâ olan
bu kıymetli sözleri işitmekle şereflendik. Nice hakîkatleri ve ince bilgileri
öğrendik. Sonra bizden tarafa dönerek; "Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine kavuşan
merhûmun makâmına lâyık olan misâfir bir kardeşimiz gelmiştir. Rabbimizin
izniyle onu makâmına oturtalım da beklemekten dostlarımızın kalblerine bir ezâ
gelmesin." buyurarak, beni oturduğum yerden kaldırdı. Sonra vefât eden zâtın boş
duran seccâdesine oturttu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Orada
bulunanların hepsi; "Şâhidiz. İşittik ve itâat ettik." dediler. Hocam Seyyid
Şerîf de hayret etti. Seyyid Alâeddîn hazretleri, hocamın gönlünü alıcı sözlerde
bulunarak; "Ey Seyyid birâderim! Allahü teâlânın velî kullarına verdiği makamlar
birer ihsândır. İnşâallah siz de bu cemâate dâhil olacaksınız. Henüz zamânı
vardır." buyurdu. Sonra cenâze namazı kılındı. Beni artık yanlarında
alıkoydular. Hocamla vedâlaşarak ayrıldık."
Şam'ın büyük velîlerinden
Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Münbec'de bir dağ
kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden müteşekkil bir topluluk vardı.
Onlardan biri; "Zamânın en üstünü olmanın alâmeti nedir?" diye sordu. Ukayl
hazretleri buna da; "Ayağını şu kayaya vursa, pınarlar fışkırır." der demez,
oradaki kayadan sular fışkırdı ve sonra tekrar eski hâline döndü. |
|