CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KUTB-ÜL AKTÂB

Evliyâlıkta yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub ve bunun çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir. (E. Ans. c.1, s. 8)

Kutb-ül-aktâb, âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık, yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin tanımadığı Allah adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da denilen bu zât her zaman bulunur. Resûlullah efendimiz zamânında da vardı. Fakat bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz. Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları, bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâlin (kutb-i medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir. Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer ile Üveys el-Karânî idiler. (E. Ans. c.1, s. 8)

Âriflerin en meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ül-ârifîn denir. (E. Ans. c.1, s. 9)

Kutb-i irşâda gelince: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd, İmâm-ı Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Resûlullah efendimiz zamânının kutb-i irşâdı idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür. (E. Ans. c.1, s. 9)

Yine büyük velî İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı ferdiyyeye de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse, Allahü teâlâyı zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse, yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allahü teâlâyı zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar." (E. Ans. c.1, s. 10)

Arapçada imdâd etmek, yardım etmek ve kurtuluş mânâlarına gelen bir kelime olan gavs kelimesi, tasavvufta yüksek husûsî bir mertebede bulunan velî, insanlara yardıma yetişen büyük zât hakkında kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre gavs denilen büyük velî zâta, Allahü teâlânın izni ile insanların imdâdına yetişmesi sebebiyle bu lakab verilmiştir. Gavs, Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan ayrı ve yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makâmlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır. E. Ans.  c.1, s. 10

Gavs-ı a'zam en büyük gavs (yardımcı) demek olup, tasavvufta bu dereceye ulaşan  Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabıdır. O, insanlara ve cinnîlere yardım eden, imdâdlarına yetişen büyük bir velî olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de anılır. E. Ans.  c.1, s. 10

Avâm kelimesinin zıddı olan ve hâslar, seçkinler, büyükler demek olan havâss, ilim ve tasavvufta, avâm ve mukallid hâlinden kurtulup, ictihâd ve velâyet mertebesine yükselen seçkin zâtlardır. İmâm-ı Gazâlî'nin buyurduğu gibi, sultanlar, milletin mal, can ve ırzlarını zâlim ve haydutlardan korudukları gibi, havâss da avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını (inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerlerinden, kötülüklerinden korurlar. Ebû Osman Mağribî'nin belirttiği gibi, bunlar iyi amelleri (güzel işleri) kendinden değil, Rabbinden bilirler. (E. Ans. c.1, s. 10)

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sâhibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir demircinin üzerinde idi. O bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydi. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedi. Bir gün dükkânına gitti. Selâm verdi. Onu görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerine sarıldı, uzun uzun öptü ve ondan duâ ricâ etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi makâmından habersizdi. Ondan duâ isteyince dedi ki: "Ben senin ellerinden öpeyim de, sen bana duâ et! Sizin duânıza muhtaç olan benim!" O ise şöyle cevap verdi: "Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!" Bunun üzerine o da; "Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?" dedi. "Acabâ kıyâmet gününde, bunca insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok." dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bâyezîd-i Bistâmî'yi de ağlattı. O vakit içinden; "Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir." diyen bir ses duydu. Hemen içindeki hayret silindi. Kutupluk makâmının bu demirciye niçin verildiğini sezdi. Anladı ki, böyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakîkatine mazhardır. Demirciye dedi ki: "İnsanların azap çekmesinden sana ne?" Demirci de; "Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azâbını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben saâdete ererim ve derdimden kurtulurum." dedi.

O, namazda okunmak için, farz mikdarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini Bâyezîd-i Bistâmî öğretti. O da, kırk yıldır elde edemediği mânevî derecelere yükseldi. İçi feyz-i ilâhî ile doldu. O vakit iyice anladı ki, kutupluk sırrı başka bir şey imiş."

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin önde gelen talebelerinden Hâce Ârif anlatır: "Bir gece çok acâib bir rüyâ gördüm. Öyle ki, hayretimden rüyâda gördüklerimi unuttum. Sabahleyin ne gördüğümü düşünerek dışarı çıktım ve nehrin kenarına kadar geldim. Abdest alıp, iki rekat şükür namazı kıldım. Selâm verdiğimde, bir ses duydum. "Nereden geliyor?" diye bakınırken, havada bir seccâde üzerinde kıbleye karşı oturan, yaşlı, nûr yüzlü bir kimsenin, bana seslendiğini gördüm. Buyurdu ki: "Ey Ârif! Ey kavminin en âdil insanı! Dünyâyı terketmek, hürriyete kavuşmak demektir. Kıyâmet günü, iyi bir makam elde etmek, dîn-i İslâma hizmet etmekle mümkündür." Bu sözleri işitince, rüyâda gördüğüm hâl hatırıma geldi ve; "Muhterem efendim! Rüyâ âleminde gördüğüm anlaşılmaz şeyleri, zât-ı âlinizi görmekle hatırladım." dedim. O mübârek zât da; "Ey Hâce Ârif! Ben, Resûlullah efendimizin torunu ve türbedârıyım. Bu zamânın kutb-i aktâbı olan Semerkandlı Seyyid Alâeddîn'im. Cenâb-ı Hakk'ın emri ile seni talebeliğe kabûl ettim. Acele ile yanıma gelip nasîbini alasın ve rüyânın hakîkatine vâsıl olasın!" buyurdu. Ben de; "Ey evliyânın büyüğü! Gökyüzünün vefâlı yıldızı! Ben, dermansız, mecalsiz bir fakîrim. Medîne-i münevvereye nasıl gelebilirim? Oraya kavuşmak mümkünse, lütfedip himmet buyurur musunuz?" dedim. O da; "Ey Ârif! Allahü teâlânın izniyle arzuna kavuşacak, Resûlullah efendimizi ziyâret etmekle şerefleneceksin!" dedi ve gözden kayboldu. Gördüklerime inanamıyordum. Bunları nasıl görmüştüm? Derhâl evime gidip, bir odaya kapandım. Günlerce dışarı çıkmayıp, ibâdetle vakit geçirdim. Fakat zihnim hep bunlarla meşgûl idi. Nihâyet sekizinci günü, yine nehre abdest almaya gittim. Önceki yere geldiğimde, heybetli ve korkunç bir arslanla karşılaştım.

Onu görenlerin korkudan dili tutulurdu. Ben de öyle oldum. Benim hareketsiz donup kaldığımı gören arslan, fasîh bir lisân ile; "Korkma! Sırtıma bin de, seni kısa bir zamanda Medîne-i münevvereye ulaştırayım." dedi. Bu sözü duyunca, korkum gitti. Üzerine bindim, beni Medîne yakınlarında indirdi ve vedâlaşarak ayrıldık. Edeb ile, Peygamber efendimizin mübârek huzurlarına geldim. Ellerimi açıp uzun uzun duâ ettim. Duâyı bitirince, yanımda daha önce nehirde karşılaştığım Seyyid Alâeddîn hazretlerini gördüm. Mübârek ellerine sarıldım, öptüm, saygı ve hürmet gösterdim. Beni odasına götürdü. Maddî mânevî pekçok ihsânlarda bulundu. Teveccüh ederek, kısa zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturdu. Sonra bana; "Ey Ârif! Haydi seninle melekler âlemini gezelim. Âsumâna çıkıp seyredelim" dedi. Sevincime nihâyet yoktu. "Peki efendim!" derdemez, bana öyle bir teveccüh ve himmet ettiler ki, her ikimiz de gökyüzüne doğru yükselmeğe başladık. Yüce bir makâma geldik. Allahü teâlânın sevdiği evliyâsının rûhları orada toplanmış idi. Onlar; "Merhabâ ey üstâd-ı âlem!" dediler. Hocam da onlara cevap verdikten sonra, beni onlara ısmarladı, kendisi daha yüksek makamlara yükselerek gözden kayboldu. Aradan uzun bir zaman geçmişti. Hocamın gelmekte olduğu haberi verildi. Geldiğinde, edeble elini öptüm. Bana; "Seni, Allahü teâlânın kullarını irşâd etmek, emir ve yasakları öğretmek için vazifelendiriyorum." buyurdu. Orada bulunan evliyânın rûhları ile birlikte el açıp, benim için duâ ettiler. Sonra mübârek ellerini gözlerime sürdü. O ânda yeryüzünde bulunan en büyük şeylerden, en küçüklerine kadar bütün varlıklar gözüme görünmeğe başladı. Oradakilerle müsâfeha ettik ve bir ânda tekrar Medîne-i münevvereye geldik."

Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri'nin talebesi Molla Ferîdun anlatır: Bir gün hocam Seyyid Şerîf hazretleri ile bahçeye çıkmıştık. Orada: "Ey Ferîdun! Şu dağda, ricâl-i erbaîn denilen kırk büyük velînin toplantısı vardı. Haydi ziyârete gidelim." buyurdu. Ben de; "'Başüstüne efendim!" diyerek, peşinden yürümeğe başladım. Dağın üzerine çıktığımızda, pekçok rûhânî kimsenin orada toplandıklarını gördük. Herbiri edeble oturmuş birini bekliyorlardı. İçlerinden birine; Bunlar kimlerdir ve niçin bekliyorlar?" diye sorduk. O da: Ricâl-i erbaînden biri vefât etti. Onlar, Kutb-i aktâbı (evliyâların en büyüğünü) dâvet ettiler. Onu bekliyoruz. O gelip vefât eden zâtın namazını kıldıracak ve içimizden birini de bu vazifeye tâyin edecek." dedi. "Şu anda Kutb-i aktâb kimdir ve nerede bulunmaktadır?" diye sorduk. O da; "Mekke-i mükerremededir ve ismi Seyyid Alâeddîn Semerkandî'dir." diye cevap verdi.

Oturup biz de beklemeye başladık. Bir müddet sonra semâdan tekbîr, tesbîh sesleri arasında nûr yüzlü velîler, gâyet nûrlu bir zâtı tâkib ederek geldiler. Belli ki, o zât Kutb-i aktâb idi. Yere indiklerinde, hepimiz ayağa kalkıp hürmet gösterdik. Makâmına oturduğunda, bizlere de oturmamızı işâret etti. Bir müddet başını önüne eğip murâkabeye vardı. Sonra Âl-i İmrân sûresinin yüz seksen beşinci âyet-i kerîmesini okudu. "Muhakkak her nefs ölümü tadıcıdır." meâlindeki bu âyet-i kerîmenin tefsîrini yaptı. Hepimiz, hiç duymadığımız, hasta kalblere şifâ olan bu kıymetli sözleri işitmekle şereflendik. Nice hakîkatleri ve ince bilgileri öğrendik. Sonra bizden tarafa dönerek; "Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine kavuşan merhûmun makâmına lâyık olan misâfir bir kardeşimiz gelmiştir. Rabbimizin izniyle onu makâmına oturtalım da beklemekten dostlarımızın kalblerine bir ezâ gelmesin." buyurarak, beni oturduğum yerden kaldırdı. Sonra vefât eden zâtın boş duran seccâdesine oturttu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Orada bulunanların hepsi; "Şâhidiz. İşittik ve itâat ettik." dediler. Hocam Seyyid Şerîf de hayret etti. Seyyid Alâeddîn hazretleri, hocamın gönlünü alıcı sözlerde bulunarak; "Ey Seyyid birâderim! Allahü teâlânın velî kullarına verdiği makamlar birer ihsândır. İnşâallah siz de bu cemâate dâhil olacaksınız. Henüz zamânı vardır." buyurdu. Sonra cenâze namazı kılındı. Beni artık yanlarında alıkoydular. Hocamla vedâlaşarak ayrıldık."

Şam'ın büyük velîlerinden Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Münbec'de bir dağ kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden müteşekkil bir topluluk vardı. Onlardan biri; "Zamânın en üstünü olmanın alâmeti nedir?" diye sordu. Ukayl hazretleri buna da; "Ayağını şu kayaya vursa, pınarlar fışkırır." der demez, oradaki kayadan sular fışkırdı ve sonra tekrar eski hâline döndü.