GAFLET – UYKU
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri gaflet
hakkında buyurdular ki: Allhü teâlâdan hakkıyla hayâ ediniz. Gaflette
olmayınız. Zamânınız, zâyi olup gidiyor. Hâlbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri
toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binâları
kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzûrunda hesap
vermek için duracağınızı unutturuyor. Hâlbuki Allahü teâlâyı anmak, âriflerin
kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allahü teâlâyı
hatırlamaya mâni olan her şeyi unutturur."
Fıkıh, hadîs ve tasavvuf
âlimlerinden Hamdûn-i Kassâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) gafleti şöyle
târif etmiştir: "Kulun Rabbini unutup, O'nun rızâsını aramayı bırakıp, nefsinin
esiri olmasıdır. Dünyâ için süslenen kendisine bir fayda ve zarar vermeye gücü
yetmeyen kimselere, insanlara karşı gösteriş yapmasıdır. Böyle kimseden daha
aşağı kimse yoktur. Dünyâyı gözünde küçültmezsen, dünyâ ehli gözünde küçülmez.
İnsan gücü yettiği kadar kendi kusurlarını görmeye çalışırsa, kendini beğenme
belâsından kurtulur."
Büyük velîlerden Ebû
Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Allahü
teâlâyı unutmak, O'ndan gâfil olmak, Cehennem'e girmekten daha şiddetli bir
haldir. Allahü teâlâdan başka şeyleri anmak, onlardan bahsetmek kalpte kasvete,
katılığa sebeb olur.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed bin Ebû Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Gaflet iki
kısımdır. Biri rahmetten gaflet. Diğeri, gelecek olan azâbdan, cezâdan gaflet.
Rahmetten gaflet, yükselmeyi engeller. Cezâdan gaflet ibâdetten alıkor.
Gafletten kurtulan yükselir.”
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Büyük bir kalabalık, bir
yere toplansa ve biri, içinizden akşama kadar kim yaşayacak, bilsin dense, kimse
bilemez. İşin şaşılacak tarafı şurasıdır ki, eğer o kimselere; "Öyleyse, ölüm
için gerekli hazırlığı yapan, ayağa kalksın, dense kimse ayağa kalkmaz. Bu
gafletten kurtulmaya çalışmalıdır."
Yine buyurdular ki: "Bir
kimsenin, duâ ederken yalnız kendisine duâ edip, ana-babasına ve diğer
müslümanlara duâ etmemesi, Kur'ân-ı kerîm okumayı bildiği halde her gün en
azından yüz âyet okumaması, câmiye girdiği halde iki rekat olsun namaz kılmadan
çıkması, kabristandan geçtiği halde mevtâlara selâm vermemesi, bir yerde yalnız
olarak yaşıyorsa, Cumâ günü şehre geldiği halde Cumâ namazı kılmaması, bulunduğu
beldeye bir âlim geldiği halde, onun ilminden hiç istifâde edememesi, bir kişi
ile dost olduğu halde ismini öğrenmeden ayrılması, bir tanıdığı kendisini dâvet
ettiği halde dâvetine gitmemesi, gençlik çağı büyük bir fırsat olduğu halde o
zamanını boşa geçirmesi, kendisi tok ve komşusunun aç olduğunu bildiği halde,
ona bir şeyler vermemesi o kimsenin gafletindendir."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanların medhetmelerine, çok övmelerine kavuşmak
arzusundan çok sakının. Zîrâ çok tehlikelidir. O, tam uçurumun kenarıdır. O,
ateşle oynamaktır. Allah korusun bir an gaflet, insanı ebedî saâdetinden mahrûm
eder.”
Büyük velîlerden ve hadîs
âlimi Abdüla'lâ Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
mâlâyânîden uzak olup boşuna konuşmazdı. Büyük âlim Mis'âr'ın bildirdiğine göre
buyurdular ki: İnsanlar bir araya gelseler ve Allahü teâlâdan, Cennet'ten,
Cehennem'den konuşmadan ayrılsalar melekler derler ki: "Ey insanlar büyük gaflet
içindesiniz..."
Meşhûr velîlerden Ahmed
bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hak teâlâ bir
insanı, gaflet içinde bulunmak ve taş kalbli olmaktan daha beter bir şeyle
imtihân etmemiştir."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Gaflet
uykusundan daha ağır uyku yoktur. Şehvetten kuvvetli esaret yoktur. Gaflet
ağırlığı olmasaydı. Şehvet gâlip gelmezdi."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) tesirli sözler söyleyerek kalbleri
nûrlandırırdı. Bir sohbetinde buyurdular ki: Yeryüzü iki sınıf kimseye çok
hayret eder. Birisi, ölümden gâfil olarak, yatağını, karyolasını süsleyip uykuya
yatandır. Yeryüzü kendi hâl lisanı ile o kimseye; "Ey insan! Şu nâzik bedenin,
yataksız olarak arada bir perde bulunmadan, bende uzun müddet kalacak ve
çürüyecek. Bunu niçin düşünmüyorsun?" Yeryüzünün kendisine hayret ettiği ikinci
kimse de, ufak bir arâzi parçası yüzünden kardeşi ile hasım olan kimsedir.
Yeryüzü, kendi hâl lisanı ile o kimseye; "Ey insan! Münâkaşasını yaptığınız bu
yerin sizden önceki sâhiplerinin nerede olduklarını hiç düşündünüz mü?" der.
Büyük velîlerden Ahmed
bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanları gafletten sakındırır;
"Gafletin sebebi cahilliktir." buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sık sık şöyle derdi: "Allahü
teâlâdan gâfil olmayan, O'nu unutmayan Cennet'tedir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın
kendileri sebebiyle nefsimi cezâlandırdığı bütün şeyler üzerinde düşündüm.
Onların en şiddetlisi olarak gafleti buldum. Allahü teâlâdan bir an gâfil olmak
(bir an O'nu unutmak) Cehennem ateşinden daha şiddetlidir."
Yine buyurdular ki: "İnsana
zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun, gaflet olduğunu
anladım. Gafletin insana yaptığı zararı, Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî!
Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle."
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâdan
gâfil olmak, ateşte olmaktan beterdir."
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Gönül kapılarının açılmasında elde edilebilecek en büyük nasîb, gaflet hâlinden
kurtulabilmektir."
Endülüs, Mısır ve Filistin
taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: Mâsiyetin, günâh işlemenin sebebi gaflettir. Yâni
Allahü teâlâyı unutmaktır.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların
çoğunun gâfil dolaştıklarını gördüm. Bu yolda dayandıkları şey, bir zan ve
tahminden ibârettir. Durumları bu iken, hakîkat üzere olduklarını anlatır ve
kendilerine göre mükâşefeden (keşifden) bahsederler. Ne var ki, işin aslından
habersizdirler."
İran'da yaşayan büyük
velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
Ölümü, Allahü teâlâya kavuşturan bir kapı olarak vasıflandırarak buyurdu ki:
"Ölüm, âhiret kapılarından bir kapıdır. Bu kapıdan geçmeyen Allahü teâlâya
kavuşamaz.".
Dünyâya ve dünyâda
bulunanlara aslâ meyletmeyen Ebû Bekr Tamistânî hazretleri, dünyâyı îmâr etmenin
gaflet ehlinin işi olduğunu bildirerek buyurdu ki: "Gaflet, gaflet ehlinin işi
olduğu gibi, dünyâya önem vermek ve ona bel bağlayarak îmâr etmek de gaflet
ehlinin işidir.
Ancak her dünyâya çalışan
gaflet ehli sayılmaz. Dünyâ ehli bir sanat ehlidir. Bir sanat ehli, yaptığı
sanatla kullara faydalı olmayı niyetine almalıdır. İş böyle olunca, ona gaflet
ehli denmez. Ancak dünyâya gönül verip, onu elinde toplamak isterse, dünyâ ehli
olur ve gaflet ehli sayılır. Yaptığı sanatla kullara faydalı olmayı niyetine
alan kimse, hem dünyâyı hem de âhireti îmâr etmiş olur.
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Bizim bildiğimiz ve bildirdiğimiz bilgilerden haberi olmayan
zavallılar, büyük günahlarda ısrar ederek devâm ettikleri halde vefât ederler.
Çünkü onlar iyiliğin kıymetini, kötülüğün zarârını, yâni bunları anlamaya
yarayan bilgileri öğrenmemişlerdir. Böylece nefislerinin hevâ ve arzularına tâbi
olarak günahlara dalmışlar ve ömürleri bu gaflet ve câhillik içinde geçip
gitmiştir."
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Ömürlerini gaflet içinde geçiren, kulluk vazîfesini yapmayıp,
ibâdetten mahrum kalan âsî insanların hallerine çok acırım."
Evliyânın büyüklerinden
Ferîdüddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey gâfil! Sen
nefs sâhibisin. Bu dünyâda kendini hesâba çek. Kalbindeki pislikleri temizlemek
için mücâhede et. Büyükleri de kendine kıyas etme. Zîrâ bir velî, zehir de yese
o zehir bal olur."
Büyük velîlerden Mansûr
el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri gaflete düşmekten
sakındırırdı. Bu hususta; "İnsanın müptelâ kılındığı en çetin şey gaflettir.
Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu gafletten korur." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Şüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden çok kimseler
istifâde etmişdir. Talebelerine devâmlı olarak; “Allahü teâlâyı çok
hatırlayınız. Buna devâm ederseniz O’ndan gâfil olmazsınız. Yâni günahlara
dalmazsınız. Böylece bütün ihtiyaçlarınız, bütün sıkıntılarınız hallolur.”
buyururdu.
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: “Sıddıkların kalbine gaflet gelmeseydi kendilerine Allahü teâlâdan gelen
tecellîlere dayanamaz, can verirlerdi”.
GAFLETTEN
UYANMAK İÇİN
Mevlânâ otururken, bir havuz
kenarında,
Geldi
Şems-i Tebrîzî
ve oturdu yanında.
Gördü ki Mevlânâ'nın,
yanında kitaplar var,
Onları göstererek, sordu ki:
"Nedir onlar?"
Arz etti ki: "Babamın,
yazdığı kitaplardır,
Hepsi de inci gibi, kıymette
bî-bahâdır."
Şems onları isteyip, aldı
kendi eline,
Ve kaldırıp hepsini, attı
suyun içine.
Mevlânâ çok üzülüp, dedi:
"Eyvâh, pederden,
Kalan kitaplarımın, tamamı
gitti elden."
Lâkin Şems-i Tebrîzî, elini
uzatarak,
Çıkardı herbirini, hem de
kuru olarak.
Mevlânâ görünce de, ondan bu
kerâmeti,
Daha da sağlam oldu, ona
teslîmiyeti.
Öyle ki sarsılmaz bir kale
gibi oldu tam,
Sohbetine daha çok, aşk ile
etti devam.
Evlâdı Sultan Veled, der ki:
"Şems-i Tebrîzî,
Ansızın gelip gördü, bir gün
pederimizi.
Öyle ki, babam onun,
dururken huzûrunda,
Yok olmuştu gölgesi, o
velînin nûrunda.
Önce herkes babama, tâbi
iken, bu sefer,
Babam Şems'e uydu ve oldu
onda cansiper.
Şems ona anlattıkça,
Allah'ın sevgisinden,
Babam şevkle dinleyip,
geçerdi kendisinden.
Bu şekilde aylarca, devam
etti bu sohbet,
Çok yüksek makamlara, erdi
babam nihâyet."
Şems-i Tebrîzî ile, Mevlânâ
hazretleri,
Sohbet ediyorlardı, geceleri
ekserî.
Yine bir gün gecenin, bir
mehtaplı ânında,
Sohbet ediyorlarken,
medresenin damında,
Baktı Şems-i Tebrîzî,
etrafına birazcık,
Buyurdu: "Hiç bir evde,
görünmüyor az ışık,
Ölü gibi, gafletle, uyuyor
bu kimseler,
Keşki kalkıp Allah'a, ibâdet
eyleseler,
Zirâ kim, az sıkıntı, çeker
ise bu günde,
Görmez fazla ızdırap, yarın
mahşer gününde."
O böyle söyleyince, hazret-i
Mevlânâ da,
Ellerini kaldırıp, duâ etti
o anda.
Dedi: "Şems-i Tebrîzî,
hürmetine İlâhî,
Uyandır ölü gibi, yatan bu
ahâlîyi."
Mevlânâ hazretleri, edince
böyle duâ,
Başladı gök yüzünde,
bulutlar toplanmağa.
Şimşek çakıp, kuvvetle, gök
gürledi peşinden,
Uyandı şehir halkı, bu gök
gürlemesinden.
Civardaki evlerden, sesler
yükseliyordu,
Herkes korkularından, "Allah
Allah" diyordu.
Hazret-i Şems buyurdu:
"Nasıl şimdi insanlar,
Bu yalancı uykudan, bu sesle
uyandılar,
Hakîkî uykudan da,
uyanmaları için,
Teveccühü gerekir, bir
veliyy-i kâmilin,
Bir Allah adamının,
mevcûdiyeti ile,
Gafletten uyanırlar, bir
şehir halkı böyle."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Mektebe gider,
gelirdim. Gönlüm dâimâ Allahü teâlâ ile idi. Bir ân O'nu unutmaz, bir ân O'ndan
gâfil olmazdım. Soğuk bir kış günü, kırlık bir yerden geçerken ayağım çamura
battı. Kurtulmaya çalışırken ayakkabım düştü. O sırada bir gaflet ârız oldu. Bu
işle uğraşırken, Allahü teâlâyı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda
köylü bir genç, çift sürüyordu; "Bak, şu genç bunca eziyyet içinde Allah'ı
düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden
O'nu nasıl unutursun?" diyerek, hüngür hüngür ağlamaya başladım. O zaman,
herkesi kendim gibi her ân Allahü teâlâyı anar sanırdım. Bülûğ yaşına erişinceye
kadar, Allahü teâlâdan gâfil olanlar bulunduğunu anlıyamamıştım. Allahü teâlânın,
herkesi, kendisini düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yarattığını sanırdım.
Sonradan anladım ki, Allahü teâlâdan gâfil olmamak, yalnız bâzı kullara mahsus
ilâhî bir inâyet imiş. Ancak riyâzet ve nefs mücâdelesiyle elde edilebilir,
hattâ bâzılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet imiş."
Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri, Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil
kimselerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdular ki: "Bir gün Bâyezîd-i
Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti.
Bunun üzerine; "Meclisimize bir bîgâne, gâfil girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır.
Onu arayıp bulunuz." buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin
bulunmadığını söyleyince; "Bastonların bulunduğu yere bakınız." dedi. Talebeleri
oraya bakınca, bir bîgânenin asâsını bırakmış olduğunu anladılar, o asâyı oradan
çıkarıp attılar."
Bir gün Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine
gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra, hocası; "Bu mecliste bir gâfilin kokusu
geliyor." dedikten sonra, o talebeye dönüp; "Bu koku senden geliyor, yoksa bir
gâfilin elbisesini mi giydin?" dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi
değiştirip geldi.
Evliyânın büyüklerinden
Ali Dede Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, uykuda nasıl
yatılacağı hakkında sordular. Buyurdular ki: "Evlatlarım! Dört çeşit uyku şekli
vardır. Birincisi kafa üzere uyumak yâni sırtüstü yatmak. Bu peygamberlerin
uyumasıdır. Böyle yatarken göklerin ve yerlerin yaratılışı ve dolayısıyla Allahü
teâlânın büyüklüğünü düşünürler. İkincisi, sağ taraf üzerine yatmak. Bu,
âlimlerin ve âbidlerin, çok ibâdet edenlerin uykusudur. Üçüncüsü sol tarafa
yatmak. Bu, meliklerin, hükümdârların uyuma şeklidir. Bunların mideleri dolu
olduğu için daha kolay hazmedilmesi maksadıyla böyle uyurlar. Dördüncüsü,
yüzükoyun uyumak. Bu da şeytanların uyuma şeklidir. Siz her zaman birinci ve
ikinci şekli tercih ediniz."
Tâbiînin tanınmışlarından ve
evliyânın büyüklerinden Ka'b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak yatılır.
Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür."
Büyük velî ve Hanbelî
mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Yemek yiyeceğin ve uyuyacağın zaman, fazla yeme ve fazla
uyuma."
Tâbiînin meşhurlarından olan
Âmir bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine; "Gecelerin
uykusuzluğuna, uzun ve sıcak günlerin susuzluğuna nasıl dayanıyorsun." diye
sordukları zaman, cevâbında; "Ben yer değiştirdim, gündüz yemeğini geceye, gece
uykusunu gündüze aldım. Bunda bir zorluk yoktur." cevâbını verdi. Yâni geceleri
uyumam, gündüzleri de oruçlu olduğum için bir şey yemem demek istedi. Geceleri
uyumazdı, bütün gecelerini ibâdetle geçirir devamlı gözyaşı dökerdi. Niçin hiç
uyumadığını soranlara; "Cehennem'in harâreti uykularımı kaçırttı." cevâbını
verdi. Her gördüğü şeyden ibret, karşılaştığı her hâdiseden âhiret için hisse
alırdı. Yine İmâm-ı Mâlik (r.aleyh) haber veriyor ki: "Âmir bin Abdullah
cenâzelerin önünde durur, kendinden geçer giderdi. (Âhirette olacak şeyler tek
tek aklına gelir. Kabrin sıkması, suâl meleklerine nasıl cevap verilir, Mahşerde
insânın hâli ne olur, Mîzânda hesâbı nasıldır, amel defteri hangi taraftan
verilir, sırâtı nasıl geçer. Bütün bunları düşünür göz yaşı dökerdi.)
Cenâzelerin affı için Allahü teâlâya yalvarır, sırtındaki abası düşer de
farkında olmazdı."
Tâbiîn devrinin tanınmış
hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şeytanın insanların gözüne sürdüğü bir sürmesi
vardır. Bu sürme, insanlar, Allahü teâlâyı anacağı zaman gelen uykudur."
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse gelerek; "Gecenin bir
saatinde olsun istirâhat etseniz." dedi. O da; "Allahü teâlâ geçmiş ve gelecek
bütün günâhlarını bağışladığı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, ayakları
şişinceye kadar ibâdet ettikleri halde ben nasıl uyuyabilirim? Çünkü ben bir tek
günahımın bile, Allahü teâlâ tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bir gece, uyku bastırdığı için biraz uyudum. Rüyâmda gördüm ki, bir hûri bana;
"Beş yüz senedir beni senin için yetiştiriyorlar, sen ise uyuyorsun." dedi."
Müctehid âlim ve velîlerden
Muhammed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine niçin çok az
uyuyorsun dediklerinde: "Nasıl uyuyabilirim? Bütün müslümanlar, bizim bir işimiz
olursa hâlimizi ona arzederiz, derdimize derman ancak odur derken gözüme uyku
girer mi?" buyurmuştur
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) geceleri
daha iyi ibâdet ve Allahü teâlânın kullarına hizmet edebilmek için uyur ve;
“Gecemi uyuyarak geçiririm. Pişman olmuş olarak sabahlarım. Bu hâli, bütün
geceyi ibâdetle geçirip, sabaha kendini beğenmiş olarak çıkanın hâlinden daha
fazla severim.” derdi.
Mekke-i mükerremenin büyük
âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) herkes
geceleri uyurken, kendisi yatmaz, yatsı abdesti ile sabah namazını kılardı.
Yakınlarından birisi; “Niçin uyumuyorsunuz?” diye suâl etti. Cevâbında; “Allahü
teâlanın azâbı hakkında, okuduğum bir âyet-i kerîme ile bu hâle geldim. O benim
uykumu kaçırdı. Ne yaptımsa uyuyamadım.” buyurdular. |