CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂNIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKÂR (A - C)

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa'rânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamanı emirlerinden; Emir Muhammed Defterdâr ve arkadaşları her gece yatsı namazından sonra bir yerde toplanıp sohbet ederlerdi. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden anlatırlardı.

Bir gün yine böyle toplanmışlardı. Sohbet ânında söz, halen hayatta olan İmâm-ı Şa'rânî'ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Emir Muhammed Defterdâr da onlarla birlik olup, aleyhinde konuştu. O gece rüyâsında, kalabalık bir ordunun Mısır'a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördü. Ordu kumandanı, Mısır'ın Bâbunnasr denilen kapısında durdu ve; "Mısır'ın sâhibi ile görüşüp, Mısır'ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz." dedi. "Mısır'ın sâhibi kimdir?" dediklerinde; O da; "Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'dir." dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi. İmâm-ı Şa'rânî'yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdürrahmân'a durumu anlattılar. Abdürrahmân, babasının müsâade edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Uyandığında, Emir Muhammed Defterdâr yaptığı hatâyı anladı. Demek ki, bu zamanda Mısır'ın hakîkî sultânı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ydi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa'rânî hazretlerine gidip talebesi olmakla şereflenmek istediğini bildirince; "Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?" buyurarak, gece rüyâsında gördüklerini bildiğini işâret etti. Bu kerâmetini de gören Emir Muhammed Defterdâr'ın, ona olan bağlılığı ziyâde oldu.

Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine de karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr edenler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar sebebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ederek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse vardı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.

Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî'nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şenâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî'ye arzetti. O anda; "Sabret! O, yakında cezâsını bulur." diye bir ses duyuldu.

Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.

Allahü teâlânın velî kullarına hürmet edip edebli olanlar çok olduğu gibi, onlara karşı gelip, büyüklüklerini inkâr edenler de çıkmıştır.

Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında da, haddini bilmez bir kimse, kendisine o zâtınkine benzeyen bir külâh alıp; "Ben de onun gibi olabilirim." düşüncesiyle, kibirli bir şekilde gidiyordu. Her şeyin, cübbe ve külâh giymekle hallolacağını zanneden bu kimse, hizmetçinin yardımıyla ata binerken birden hayvandan düştü ve boynu kırıldı. Hatâsını anlayıp, acılar içinde kıvranırken; "Beni Ahmed Satîha hazretlerinin yanına götürün." diye inlemeye başladı. Bunu alıp Ahmed Satîha hazretlerinin yanına götürdüler. O kimsenin bu hâlini gören Ahmed Satîha, kerâmet olarak o kimsenin durumunu anladı ve tebessüm edip; "Öyle yapmakla bize zahmet verdin ve boynun kırıldı. Allahü teâlâya tövbe et! Boynun düzelir." dedi. O kimse, tövbe ve istigfâr etti. Ahmed Satîha da duâ ederek, bir miktar zeytinyağına ağız suyundan kattı ve o kimseyi getirenlere vererek; "Bununla hastanın boynunu oğun." buyurdu. Yağlayıp oğdular ve Allahü teâlânın izni ile boynu iyileşti. Bu kimse, o eski düşünce ve hâllerinden vazgeçti. Gördüğü bu açık kerâmet ile, o zâtın büyüklüğünü anlayıp, huzûruna gitti ve hizmetine girdi. Ölünceye kadar da, Ahmed Satîha hazretlerinin sohbet ve hizmetinden ayrılmadı.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin dayısı Ferîdüddin-i Genc-i Şeker hazretleri, Ali Ahmed Sâbir'i İslâmiyetin zayıfladığı Kalyâr'a (Gvâliyar) gönderdi. Ahmed Sâbir 14 Şubat 1253 (H.650) günü Alîmullah Ebdâl ile birlikte Kalyâr'a hareket etti. Oraya vardığında Ebü's-Samed bin Abdülvâhid bin Kutbiddîn Ensârî'nin evinde kaldı. Ertesi gün, Kalyar'a vazîfeli olarak geldiğini, câmide herkese duyurdu. Musammad Gülzâdî ve 36 yaşındaki oğlu Behaeddîn ve Cemal Rohagar isimli bir komşusu, Alâüddîn-i Sâbir'in ilk talebeleri oldular. Her ikisi de bu beldedeki insanlara doğru yolu bildirmekle vazîfelendirildiğini bildirirken oradaydılar. Onlar, Sâbir hazretlerini desteklediler. Ancak diğerleri aldırış etmeyip dağıldılar.

Ertesi gün, Kalyâr Câmiinde vâz ederek, kendisinin Kalyâr halkına imâm olarak gönderildiğini tekrar bildirdi. Ama halk;

"Bizim rehberimiz Kur'ân-ı kerîm, imâmımız Kâdı Tabrak Rûfî'dir. Bu geleneği değiştirmeyiz." dediler. Alâeddîn-i Sâbir, kendisini vazîfelendirenin ve gönderenin, Sultân-ül-Evliyâ Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker olduğunu söyledi. Halk, yine dağıldı. Sonra durumu Kâdı Tabrak'a haber verdiler. Cumâ günü Kâdı Tabrak, Cumâ namazına geldi. Alâüddîn-i Sâbir hazretlerine;

"Sen bizim kutbumuz isen, üç ay önce kaybettiğim keçim hakkında bana bilgi ver. Şâyet bunu yapabilirsen kutub olduğuna inanacağım." dedi. Alâeddîn-i Ahmed, gökyüzüne bir an baktı ve sonra buyurdu ki: "Şehirde keçinin etini yiyenler gelsinler. Yoksa onları isimleriyle çağıracağım." Birkaç dakika içerisinde câmide 27 kişi öne çıktı. Hayretler içinde kalmışlardı. Sâbir hazretleri sordu:

"Kâdınızın keçisini, nerede kestiğinizi söyleyin. Yoksa ben söylemek zorunda kalacağım." Hepsi hâdiseyi inkâr etmeye başladılar. Mahdûm Ali Ahmed Sâbir, Kâdı Tabrak'la birlikte câmiye gelen bir şahsa;

"Keçiyi ismiyle çağır." dedi. O da; "Hirmana!" diye bağırdı. O anda yirmi yedi kişinin karnından şöyle bir ses geldi:

"Ben, bunların mîdelerine taksim olundum. Bunlar beni, geceleyin Sadrak kuyusunun kenarında kestiler, artıklarımı ve kemiklerimi taşa bağlayıp, kuyunun dibine attılar. Etimi kızartıp yediler." Bu kerâmete şâhid olanlar, Sâbir'in Kalyâr imâmı olduğunu kabûl ettiler. Kâdı Tabrak ise;

"Bu, büyücüdür. Yaptığı kerâmet değildir, büyü aldatmasıdır." dedi. Zayıf karakterli vâli Zamvan, fikir değiştirip Mahdûm Sâbir'e;

"Sen bir büyücüsün, yaptıkların büyüdür." dedi. Sâbir hazretleri:

"Elhamdülillah! Bu fakîr, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, bir sünnetine uydu. O'na büyücü dedikleri gibi, bize de diyorlar." dedi. Daha sonra câmiyi terk ederek, Muhammed Gülzâdî'nin evine gitti. Orada olup bitenleri bir rapor hâlinde yazarak Alîmullah Ebdâl ile, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine gönderdi.

Alîmullah Ebdâl, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker'e raporu verdi. O da bir fetvâ hazırlayarak, Resûlullah efendimizin mânevî tasdîki ile Kâdı Tabrak'a gönderdi. Kâdı Tabrak, fetvâyı aldığı zaman yırttı ve Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker'e şöyle yazdı:

"Rehberimiz Kur'ân-ı kerîm'dir. Uzun zamandır Kalyâr'ın imâmeti bizdedir. Bunu hiç kimseye siz emrettiniz diye veremeyiz. Sizin emirlerinizin bizim için bir mânâsı yoktur. Resûlullah efendimizin doğrudan emri gelirse, halîfenizi imâmımız olarak kabûl edebiliriz." Mektup ve yırtık fetvâ, Ali Ahmed Sâbir'e, Safrat isimli kadının hizmetçisi ile getirildi. Çok üzülen Alâüddîn-i Sâbir, Safrat'a;

"Mâdem ki o, bizim hocamızın fetvâsını yırtmıştır, biz de onun ismini Levh-il-mahfûzdan yırttık. Ve bugünden îtibâren bilsin ki, kendisi ve ona tâbi olanlar, kıyâmete kadar cezâlanacaklardır" dedi. Alâeddîn-i Sâbir, hâdiseleri aynen Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker'e iletti. Yırtılmış fetvâ ve mektup, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker'in eline varınca, odasına kapanıp, on üç gün sonra çıktı. Kalyâr vâlisi Zamvan'a, şöyle bir mektup yolladı:

"Allahü teâlâ, sizlere Kalyâr'a vâli olmak nasîb etti ise, Ali Ahmed'in de imâm olmasını takdîr eyledi. Kendisini imâm tanımanız ve itâat etmenizi tavsiye ederim. Siz, Ali Ahmed'in, isimlerinizi Levh-il-mahfûzdan yırttığını bilmiyorsunuz? İmâmınızı kabûl etmez iseniz, Allahü teâlâ size gazâb eder. Kabûl ederseniz Allahü teâlâ ve O'nun Resûlü hoşnûd olur. Kâdı Tabrak ile berâber, Ali Ahmed'e büyücü demişsiniz. Bunları unutunuz. Benim Ahmed'im, Allahü teâlânın sevgili kullarındandır. Size imâm olarak vazîfelendirilmiştir.

Bu fakîr ilâve ederim ki; Kâdı Tabrak, Ali Ahmed'e hürmet ve itâat etsin. İtâat etmezse, Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Allahü teâlâ, kendine isyân edenleri cezâlandırır. Cezâsının ne kadar acı olduğunu herkes bilir. Ayrıca, yazmaya, anlatmaya lüzum yoktur. Alâüddîn-i Sâbir'in babasının ismi Abdürrahîm'dir. Onun babası Abdülvehhâb Seyfüddîn, onun babası Gavs-ül-A'zam Abdülkâdir Muhyiddîn Geylânî'dir. Ne yazık ki, evlâd-ı Resûl varken, siz Kalyar halkı, başkalarının imâmetini tercih edersiniz. Tövbe ediniz ve Allahü teâlâdan korkunuz! Resûlullah efendimizin evlâdına hürmet, hepimize lâzımdır. Tekrar ederim, itâat etmezseniz, hepiniz helâk olursunuz. Allahü teâlâ; "Resûlullah'a itâat, Allahü teâlâya itâattir." buyuruyor. Şimdi itâat etmek ve etmemek sizin mesûliyetinizdedir." Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, mektubunu mühürledi ve;

"Kıyâmüddîn Zamvân'a götür." dedi. Mektup, Kıyâmüddîn Zamvân'a gittiğinde, Kalyâr'ın ileri gelenleriyle berâber Kâdı Tabrak da oradaydı. Zamvan, mektubu alır almaz Alîmullah Ebdâl'e sordu:

"Ferîdüddîn hazretlerinin yanından ne zaman ayrıldın?"

"Öğle namazını onlarla kıldım. İkindi namazını Kalyâr'da Mahdûm Ali Ahmed Sâbir ile kıldım." dedi.

"Bu kadar uzun yolu, bu kadar kısa zamanda nasıl geldin?" dediler. "Mahdûm Ali Ahmed Sâbir'in kerâmeti ile. Siz de itâat ederseniz, sizde de böyle hâller zuhûr edebilir." dedi. Ve hepsi şaşırdılar. Zamvan ve Kâdı yine kendi nefsî arzularına uyup, Sâbir hazretlerini kabûl etmediler. Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker'in mektubunu yırttılar. Alâeddîn-i Sâbir kendilerine gönderilen mektubu alınca;

"Hocamın mektubunu oku bakalım." dedi. Hocalarının cevâbı bir cümleden ibâretti: "Kalyâr sizin keçinizdir. İster sütünü için, isterseniz etini yiyin."

Hocasından mektupla emri alan Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Kur'ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Hem semâya, hem de yeryüzüne baktı. İşte o anda zelzele başladı. Tekrar bir zelzele daha oldu. Bu, birincisinden daha şiddetli idi. Kalyâr halkı korku içinde idi. Üçüncü defâ zelzele olduğunda, Kalyâr Vâlisi Zamvan, doğruca Kâdı Tabrak'a gitti:

"Bu garib zelzelelerin sebebi ne olabilir?" Bana öyle geliyor ki, bunun sebebi, Ali Ahmed'i kabûl etmeyişimizdir. Bütün şehir yerle bir olacak." dedi. Ama Kâdı:

"Kalyâr'da yaşlı bir büyücü kadın vardır. İsmi, Cugla Nasrat'tır. Yunanlıdır, büyü yapmakta üstüne yoktur. Bu zelzele işini kendisine bir danışalım." dedi. Zamvan doğruca ona gidip zelzelenin sebebini sordu. Kadınla konuşurken, dördüncü defâ zelzele oldu. Kadın dedi ki:

"Efendim! Bu büyü, sizin Kalyâr Kutbu zannettiğiniz yeni gelen kimsenin büyüsü olsa gerektir. Bana emir verirseniz, büyü yaparak bir değil, birkaç defâ zelzele olur." Zamvan'a inandırmak için büyü yapıp, zelzele olmuş gibi gösterdi. Herkes de zelzele oluyor sandı. Kadının büyüsü Zamvan'ı rahatlattı. Cumâ günü Mahdûm Ali Ahmed câmiye, Kâdı Tabrak ve Zamvan'dan evvel gitmişti. Yanında sâdece Alîmullah Ebdâl ve Behâeddîn vardı. Mihrâba geçip oturdu. Kâdı Tabrak gelip;

"Orayı bana boşalt!" dedi. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri;

"Üzerime gelmemenizi tavsiye ederim. Yoksa, bütün şehir halkıyla berâber helâk olursunuz. Siz ve sizi tâkib edenler, kıyâmet gününe kadar pişmanlık çekerler." buyurdu.

Kâdı Tabrak dinlemeyip reddetti ve; "Neden hep ısrâr edip duruyorsun? Hiç birimiz seni kabûl etmiyoruz. Seninle karşılaşıp başa çıkması için bir kadın bile tuttuk." dedi. Bu son sözünden sonra Mahdûm Sâbir, mihrâbdan çekildi. Câminin açık avlusuna çıktı. Yanında Alîmullah ve Behâeddîn de vardı. Hiç kimse, onlara namaz kılacak yer açmadı. Hattâ Allahü teâlânın bu sevgili kulu, câminin dış merdivenlerine kadar itelendi. Cumâ namazı başladı. Cemâat rükûya gitti. Alâeddîn-i Sâbir hazretleri de rükûya eğildiğinde, âniden câminin duvarları rükûya giderek cemâatin üzerine yıkıldı. Bütün şehir sallandı. Câminin dışındakiler koşuyorlardı. Musammad Gülzâdî evinden çıkarak, namaz için gelen oğlunu aradı. Mahdûm Sâbir ona dedi ki:

"Oğlunuz merdivenin altındaki boşlukta gömülü kaldı. Alîmullah Ebdâl, kendisini getirsin." Behâeddîn kurtarıldıktan sonra, Alâeddîn-i Sâbir hazretleri, Gülzâdî'ye buyurdu ki;

"Bir gün içinde, Kalyâr'dan altı mil uzağa gidiniz. Sevdiğiniz akrabâlarınızı ve arkadaşlarınızı berâberinizde götürünüz. Allahü teâlânın azâbı henüz bitmedi." Ondan sonra kuvvetli zelzeleler olmaya başladı. Kalyâr şehri yerle bir oldu. Bu kuvvetli zelzeleler üç yere tesir etmedi: 1) Mahdûm Sâbir'in içinde bulunduğu 50 kilometrekarelik saha, 2) Şehîd kabirleri, 3) Musammad Gülzâdî'nin evi. Kalyar, dört gün durmadan sallandı. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr edenler ve büyücü diyenler böylece cezâlarını görmüş oldular. 1253'den 1501'e kadar Kalyâr harâb olarak kaldı. 1501'de Kutbulâlem Abdülkuddûs Gengûhî, (Alâeddîn Sâbir'in 7. halîfesi) Alâeddîn Sâbir hazretlerinin kabrine, bugün mevcud olan türbeyi yaptırdı. Sâbir hazretlerinin bu türbesi, Kuzey Hindistanlıların ve Sultan İbrâhim Lodî'nin ricâları ile olmuştur. Geçirdiği tahrîbattan sonra Kalyâr, 250 sene daha eski parlak günlerine geri dönemedi. Zelzele olan 24 kilometrekare bölgeye hiç kimse giremedi.

Kalyâr fâciasından sonra, Sultan Nâsırüddîn Mahmûd çok korkmuştu. O zamanlar Delhi'de bulunan Sultan, vezîrini, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerine yolladı. Yazdığı ilticâ yazısı kısaca şöyledir:

"Kıymetli efendim! Kalyâr fâciasını işittim. Çok müteessir oldum. Kıyâmüddîn Zamvan'a benzemekten korkuyorum. Bu sebeple size sığınıyorum. Lütfedip emir ve tâlimâtlarınızı gönderirseniz, onlara göre hareket ederim."Gönderdiği iltica mektubuna karşı, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, sultanın ve âilesinin ilticâsını kabûl etti. Ancak Kalyâr'ın harab olmuş arâzisine kimsenin girmemesini ve Delhi'deki halîfesi Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın teveccühlerine kavuşup gönlüne girmesini tenbih etti."

Alâeddîn-i Sâbir hazretleri'nin dergâhında onun menkıbe, kerâmet, söz ve güzel hallerinin toplandığı Hakîkat-i Gülzâr-ı Sâbir isimli eserden bâzı kısımlar okunuyordu. Zamânın meşhûrlarından bir çoğu da orada idi. Yalnız Mahdûm Sâbir'in dergâhında hizmetçi olan biri, kitabın bâzı yerlerine îtirâz etti ve îtirâz mahiyetinde çeşitli sorular sordu. Daha o anda bütün vücûdu cüzzâm illetine, hastalığına yakalandı. Pis pis kokmaya başladı. Cemâattekilerin hepsi, bu hâdiseye şâhit oldular ve kendisine;

"Bu, Alâeddîn Sâbir'in hayatına âit yazılara olan inançsızlığının cezâsıdır. O kimse tövbe edip pişman olmasına rağmen, o hâliyle oracıkta vefât etti."

Birgün, Mahraca Lanjit Singh isimli biri, Kalyâr'a gelip dergahı yıkmak üzere, bir grup askerle Delhi'den yola çıktı. Hâce'nin dergâhına yaklaştıkları sırada, askerlerin hepsinin gözleri bir anda kör oldu. Felâketin sebebini anlayıp, Hâce Mahdûm'dan özür dilediler ve onun talebelerinden oldular. Bundan sonra, Allahü teâlânın izni ile hepsinin gözleri açıldı. Eskisinden daha iyi görür oldular.

Hindistan'ı İngiliz işgâlinden sonra orada bulunan iki İngiliz ava çıkmışlardı. Avlanırken, Hâce Mahdûm'un dergâhının yanına kadar geldiler. Avcılardan birisi, orada bulunan bir maymunu, hiçbir sebep yokken keyif için öldürdü. O anda kendisi de öldü. Öteki İngiliz çok korktu. Arkadaşının cesedini bırakarak kaçıp gitti.

Hindistan'da bulunan Meşhûr Ganj Nehri üzerinde bir kanal açılacaktı. Kanal planını hazırlamak vazîfesi bir İngiliz mühendisine verilmişti. Bunun hazırladığı plâna göre kanal, tam Hâce Mahdûm'un dergâhından geçiyordu. İnsanlar bu duruma karşı çıktı. Bütün karşı çıkmalara rağmen, İngiliz mühendis, Hâce Mahdûm'un dergâhının yıkılması plânından vazgeçmedi. Kendisi, dergahın yakınında bir çadırda kalıyordu. Bir gece yatarken, birden kendisini, çadırın orta direğinde başaşağı olarak asılmış buldu. Görünüşte, içeri giren ve çıkan olmamıştı. Sabahleyin durumu farkeden yardımcıları kendisini çözdüler ve bunun, kendisine, Hâce'yi rahatsız etmemesine dâir bir îkâz olduğunu, dergâhı yıkmak kararından vazgeçmesini söylediler. Bu hâdise üzerine çok korkan mühendis, Alâeddîn Mahdûm'un dergâhını yıkmak kararından vazgeçtiği gibi, her gittiği yerde, ondan hürmetle bahsetmeye başladı.

Irak evliyâsından Ali bin Heytî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir kısım âlimler ve büyük bir grup cemâat, ziyârete gittiler. Ali bin Heytî, onlara uzun bir sohbette ve nasîhatta bulundu. Herkes çok memnun ve mesrûr oldu. Sâdece içlerinde, âlim görünüşlü birkaç kimse kalblerinden îtirâzda bulundular. Ali bin Heytî, kimlerin îtirâz ettiğini anladı ve herkes evine dağıldıktan sonra, îtirâz eden âlimlerin evlerine teker teker ziyârete gitti. Herbirinin yanına geldiğinde, yüzlerine dikkatlice bakarak ayrıldı. Ali bin Heytî'nin âlimlere o bakışı ile, onlarda bildikleri ne kadar ilim varsa hepsi gitti. Bütün ilimlerini unuttular. Hattâ Kur'ân-ı kerîmi dahi ezberden okuyamaz oldular. Bir ay kadar bu hâl devâm ettikten sonra, yaptıkları hatâyı anladılar. Toplanıp Ali bin Heytî hazretlerinden özür dilemeye geldiler. Tövbe ve istigfâr edip, elini öptüler, affedilmeleri için yalvardılar. Bunun üzerine Ali bin Heytî özürlerini kabûl edip, onları affetti. Bir sofra kurdurup hepsini dâvet etti. Yemeğe başladılar. Daha birinci lokmada, unuttukları bütün ilimler kendilerine iâde edildi.

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki: "Benim Zeyd isminde bir amcam var idi. O, Câfer-i Sâdık hazretlerine çok îtirâzda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzuu açıldı. Yine çok îtirâzda bulundu ve; Câfer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?" dedi. Câfer-i Sâdık'ın bu sözden haberi oldu ve şöyle buyurdu: "Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helâk etsin."

Bir gün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Câfer-i Sâdık'a îtirâzda bulunmadı.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Konya'da Tâceddîn adında evliyâyı ve hâllerini inkâr eden biri vardı. Mevlânâ hazretlerinin de aleyhinde bulunurdu. Bu kişi bir gece kendisini nasılsa Cehennem kapısında durmuş gördü. Cehennemliklerin durumunu olduğu gibi seyretti. Orada bir adamı eli ayağı bağlı olduğu hâlde bir Cehennem'den çıkarıp, öteki Cehennem'e sokuyorlardı. Dört kişi de orada durmuş; "Ey tâlihsiz kişi! Bu aman vermeyen ağır ve acıklı yükün altından kurtulman için velîlerin sözlerini oku." diyorlardı. Tâceddîn bu heybetten orada donup kalmıştı. O zavallı kişi; "Bana Allahü teâlânın rızâsı için birkaç kelime öğretiniz." diye ricâ ediyordu. Bu sırada kendisine Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî'sinden birkaç beyit öğrettiler. O da bu beyitleri okudu. Okur okumaz bütün zincirleri ve bağları üzerinden çözüldü. Sonra da Cennet tarafına yönelip gitti. Tâceddîn uykudan uyanır uyanmaz Mevlânâ'nın medresesine koştu. Yolda Mevlânâ hazretleri ile karşılaştı. Mevlânâ hazretleri ona; "Ey Tâceddîn! Bir yerde sâdece velîlerin sözleri insanın böyle imdâdına yetişir ve yardım isteyenlere yardım ederse, artık onların sohbetinin neler yapacağını ve onlara karşı beslenen sevginin bereketinin insanı nerelere ulaştıracağını düşün." buyurdu. Gördüğü rüyâya Mevlânâ hazretlerinin vâkıf olduğunu anlayan Tâceddîn, ellerini öpüp sâdık talebelerinden biri oldu.

Evlîyanın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında kelâm ehlinden İbn-i Küllâb, bozuk fırkalar hakkında reddiyeler yazıyordu. Bâzı kimseler ona, tasavvuf ehlini de yazmasını söylediler. "Bunların reisleri kimdir?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî'dir dediler. İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî'ye birisini gönderip görüşlerinin ne olduğunu öğrenmesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî buna buyurdu ki: "Bizim yolumuz, bâkî olanı, fânî olandan ayırmak, bâkî olan için, faydası olmayan her şeyden uzak durmaktır." Bu cevap, İbn-i Küllâb'a gelince; "Bu nasıl bir şeydir ki, bizim bunu anlamamız dahi imkânsız." deyip, Cüneyd-i Bağdâdî'nin bulunduğu meclise gitti. Ona tevhîd hakkında bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî'nin verdiği cevaptan hayrette kalıp; "Bu cevâbı tekrarlar mısınız?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî daha değişik bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb'ın hayreti daha da artıp; "Bu cevâbı da tekrar eder misiniz?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî bu sefer de daha başka bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb; "Söylediklerinizi kavrayabilmem, ezberleyebilmem imkânsız. Bâri bunları söyleyin de yazayım." dedi. Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî; "Eğer, bütün bunları söyleyen, ben olsaydım yazdırırdım." buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî'nin büyüklüğünü kabûl ve ona hayranlığını îtirâf etti.