EVLİYÂ'YI ÜZMEK (A)
Endülüs, Mısır ve Filistin
taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: Allahü teâlânın velî kullarını hakîr görmek, kötü
işleri yapmaya bir vesîledir.
"Her kim Allahü teâlânın
ârif bir kulunu veya bir velîsini üzerse, onun kalbi mühürlenir. Onları üzmeye
devâm eden, îtikâdı bozulmadıkça ölmez."
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Hakîm Rükneddîn Han başvezir
olunca, sevdiklerinden birini bir iş için ona gönderdi. Rükneddîn Han
ilgilenmedi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbi kırıldı. Kısa bir süre sonra hiçbir
sebep yok iken Rükneddîn Han azlolundu ve bir daha o yüksek makâma gelemedi.
Başka bir seferinde Delhi vâlisine kalbi kırıldı ve o gün vâli azledildi.
Evliyânın meşhûrlarından
Abdullah Menûfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinin
kaldığı yere, hırsızlar gidip, anbardan buğday yükleyip gittiler. Abdullah
Menûfî hırsızlara haber gönderip:
"O, fakîrlerin hakkıdır,
aldığınız gibi geri getirin!" dedi.
Onlar çaldıklarını inkâr
ettiler. Bir günde, hırsızların bütün merkepleri öldü. Bunun, o büyük zâtı
üzmelerinin cezâsı olduğunu anlayıp, günahlarına tövbe ettiler. Ellerindekini
getirip sâhiplerine geri verdiler. Hak sâhipleriyle helâllaştılar.
Suriye'de yetişen velîlerden
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında
Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen bir kimse vardı. Bu zât, Abdurrahmân es-Sekkâf
hazretlerinin hizmetçilerinden birini üzdü. O da, durumu efendisine arz edince,
üzüldü. Tam bu sırada, hizmetçiyi üzen kimse, hâfızasında ne varsa hepsinin
silindiğini hissetti. Hemen sebebini anladı ve gidip hizmetçiden özür diledi.
Tövbe istigfâr ettiğini, bildirdi. Hizmetçi özrünü kabûl edip, durumunu
efendisine arz etti ve onu sevindirdi. O sırada özür dileyen kimse, hâfızasının
yerine geldiğini hissetti. Başına gelen bu hâl sebebiyle, o zâtın büyüklüğünü
daha iyi anladı.
Devlet ileri gelenleri sık
sık evlliyânın büyüklerinden Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinden vazîfelerinin devâmı için yardım ve duâlarını isterlerdi. Sultan
Nasrullah vâli ve hâkimlerin bir kısmını görevden aldı. Onlardan birisi görevine
tekrar dönmek istiyordu. Her zamanki gibi Abdülazîz Debbağ hazretlerinden yardım
isteyince, yardım etti. Sultan o kişiyi tekrar vâli yaptı. Bir süre sonra
Abdülazîz Debbağ, vâliye haber göndererek iyilik etmesini ve vergileri ödemede
kolaylık göstermesini ricâ etti. Fakat makâmın verdiği gurûra kapılan vâli bu
ricâyı kabul etmedi ve cezâ olarak görevden alındı.
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Süleymâniye Câmiinde
vâz ettiği bir gün, kürsüye bir kâğıt kondu. Vâzdan sonra, bu şekilde konan
kâğıtları okurlardı. Kâğıdı okuyunca; "Sizin gavs olduğunuz söyleniyor. Gavs
olan, Allahü teâlânın izni ile istediğini yaparmış. Eğer gavs iseniz, beni bu
mecliste öldürün bakalım." yazıyordu.
Abdülehad Efendi bu yazıyı
okuyunca; "Taassub insanı nelere götürürmüş. Sübhânallah, biz âciz ve fakîr bir
kuluz. Halk bizi gavs ve kutb bilir. Hak teâlâ onları tasdik eyleye. Kutb
olanlar nefis ehli olanlar gibi, ben bunu yapamaz mıyım diye elinden geleni
yapmaya kalkışmaz. Onlara sıkıntı ve cefâ verilse bile onlar affederler. Onun
için yüksek mertebelere eriştiler. Fakat evliyâ, kınından çekilmiş bir kılıçtır.
Bir kimse kendini kılıca vursa, kabahat kılıcın mıdır, yoksa kendini kılıca
vuranın mı?" buyurduklarında, câminin içinde; "Aman, eyvah, eyvah." diye bir
çığlık koptu. O kâğıdı yazan kişi o anda vefât etti.
Vezirlerden birisi,
Abdülehad Nûrî bin Muslîhuddîn hazretlerine bir kese altın hediye gönderdi.
Sonradan o vezir, Abdülehad Efendinin sohbetinde bulunduğu bir gün; "Bu derece
hediyede bulunmak herkesin kârı değildir." mânâsında sözler sarf ederek övündü
ve yaptığı iyiliği başa kakar bir duruma düştü. Bunun üzerine Ebdülehad Efendi;
"Behey Paşa! Fakîrlerin ve halkın gözü, ciğeri ve kanı ile bana minnet mi
edersin?" dedi. Ellerini yanlarında bulundurdukları keseye soktuğunda kesedeki
altınlar herkesin gözü önünde kan olup ortaya doğru akmaya başladı. Bu durumu
gören paşa hemen tövbe ederek, Abdülehad Efendiden af diledi.
ÖNCE
SEVMEZDİ AMA
Körükçüzâde diye, vardı ki
âlim bir zât,
Bu velîye soğukluk,
duyuyordu o bizzât.
Her gün Süleymâniye,
câmiinde ders ve vâz,
Edip, İslâmiyeti, ediyordu
halka arz.
Lâkin onun hakkında,
hakîkate mugâyir,
Kelâmlar ediyordu,
kötülüğüne dâir.
Abdülehad Nûrî'nin,
talebeleri ise,
Bunları işiterek, düşerlerdi
yeise.
Onun bu sözlerinden,
rahatsız olup gâyet,
Onu, hocalarına, eylediler
şikâyet.
Dediler ki: "Efendim,
yaptığı doğru mudur?
Biz onun sözlerinden,
oluyoruz bî-huzur."
Buyurdu: "Evlâtlarım,
sabrediniz az daha,
Onun bu düşmanlığı,
dönüşecek dostluğa.
.
O dahi aranıza, girecek bu
gün yarın,
Gelip hizmet edecek, bir
dergâhta bi hakkın."
Fazla zaman geçmemiş, idi ki
bu velî zât,
Dergâhta talebeye, ediyorken
nasihât,
Buyurdu: "Biraz sonra
Körükçüzâde Hoca,
Bu dergâhtan içeri,
girecektir doğruca."
İnanamıyorlardı, talebeler
buna hiç,
Herbirinin kalbini, sardı
büyük bir sevinç.
Onun dediği gibi, hakîkaten
az sonra,
Körükçüzâde Hoca, gelip
girdi huzura.
Bu büyük evliyânın, eline
sarılarak,
Hürmet ile öptü ve, ağladı
hıçkırarak.
Ona buyurdular ki:
"Mâlumudur rüyânız,
Şimdi lütfen söyleyin, ne
ise murâdınız."
Körükçüzâde ise, arz etti ki
ona ilk;
"Efendim, kırk senedir,
yaparım müderrislik.
Bunca yıl câmilerde, ederek
her gün vâz,
Resûlün sünnetini, hep
eyledim halka arz.
Lâkin Resûlullahın, mübârek
nûr cemâli,
Görünmedi rüyâda, dert ettim
bu hâli.
Her gün onun dînine, hizmet
eyledim de hep,
Ne için bu şereften, mahrum
oldum ben acep?
Ben bunu düşünerek,
yattığımda dün gece,
Gâyet rûhâniyyetli, rüyâ
gördüm şöylece:
Bana nida etti ki, rüyâda
bir münâdi;
"Kalk da Abdülehad'ın,
dergâhına git haydi."
Bu derdimin ilâcı, sizde
imiş efendim,
Bir himmet eyleyin de,
hallolsun işbu derdim."
Abdülehad Efendi, eğilip
biraz ona,
Bir şeyler fısıldadı,
gizlice kulağına.
Körükçüzâde buna, sevinmişti
be gâyet,
Gitti ve ertesi gün, yeniden
etti avdet.
Dedi ki: "Ey efendim,
sevinçliyim bir nice.
Zîrâ bu devlet ile,
şereflendim bu gece.
Kırk yıldır bu şerefe,
ermemişken mâlesef,
Sizin himmetinizle, bu gün
oldum müşerref."
Soğukluğun yerine, sevgi
doldu o kalbe,
Hattâ o günden sonra, oldu
ona talebe.
Rehber, talebesini, önce
eder ehl-i hâl,
Sonra Resûlullahın, bezmine
eder ithal.
Büyük İslâm âlimi ve evliyâ
Seyyid Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak, Şeyh İbrâhim Fasîh şöyle anlatır: Allahü teâlâya hamd olsun
ki, Seyyid Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin hizmetinde bulundum. Mübârek
nazarlarıyla şereflendim. Âlim, fazîlet sâhibi, olgun bir velî ve mürşid olan
şeyhimiz Ahmed Eğribozî ile Bağdad'da Mevlânâ Hâlid hazretleriyle ve
halîfeleriyle karşılaşıp sohbetleriyle şereflendim. Hattâ küçük ve hasta
olduğumdan amcam beni alıp Abdülgafûr Hâlidî'nin hatm-i şerîflerine götürürdü.
Onun duâsı ve mübârek nazarlarıyla hastalıktan kurtuldum. Onun vefâtından sonra
da pekçok hayırlara kavuştum. Nitekim Bağdad vâlisi Muhammed Necîb Paşa Âlûsî'yi
fetvâ işleriyle ilgili vazîfeden alınca, Âlûsî, Hâlidiyye yoluna îtirâz etmek ve
Mevlânâ Hâlid'in halîfelerini kötülemek için bir risâle yazdı. Çünkü o vâli
Mevlânâ Hâlid hazretlerinden istifâde ve ona intisâb etmiş, hattâ Bağdad'daki
eski Hâlidiyye dergâhını yıktırıp yerine daha güzelini yaptırmıştı. Tarîkat-ı
Âliyyeye çok fazla sevgisi olduğundan Paşa'yı tâciz etmek ve üzmek için, söz
konusu olan Âlûsî böyle tehlikeli bir işe girmişti. O esnâda Âlûsî'nin yazdığı
risâleyi reddetmek için bir kitap yazdım. Bütün halîfeler ve diğer âlimler onu
pek beğendiler. Hattâ bir gece rüyâmda Mevlânâ Hâlid hazretlerini gördüm. Şeyh
Abdülgafûr Hâlidî de yanında ayakta duruyordu. Hemen gelip Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin ayaklarına kapanıp, öptüm. Mübârek ellerini başıma ve arkama
koyup; "Ne güzel iş yaptın İbrâhim." buyurdular. Sabah olunca bu rüyâyı
kardeşlerimize haber verdim. Hepsi gördüğüm rüyâdan dolayı beni tebrik ettiler.
Âlûsî'nin o kitabı
yazmasının sebebi, Hâlidiyye halîfeleri hakkındaki sû-i zannı yâni kötü
düşüncesi idi. Adı geçen vâlinin kendisini Hâlidiyye halîfelerinin işâretiyle
fetvâ vazîfesinden aldığını zannediyordu. Oysa durum öyle değildi. Nitekim
zannın çoğu yalandır. Enteresan bir hâdise olarak hitâbetiyle meşhûr olan Âlûsî,
İstanbul'dan geldikten sonra dili tutuldu ve o şekilde vefât etti.
Kudüs alimlernden
Abdülhamîd bin Necîb Nûbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak, Yûsuf Nebhânî şöyle anlatmıştır: Birisi ile Kudüs dışında harâbe bir
yerden geçiyorduk. Yanımdaki şahıs bana; "Bu ev Bedri Efendinin evidir.
Abdülhamîd Nûbânî'ye eziyet etti. Bunun üzerine bu büyük zât onun evine döndü
ve; "Ey ev harabe ol!" diye üç kere söyledi. Bir sene geçmeden Bedri Efendi
delirip öldü. Sonra evi de harâbeye döndü ve bu hâle geldi. Delilik
çocuklarından bâzısına da geçti. Onlar şimdi kendi hallerinde yaşarlar. O bedduâ
sebebiyle bu hale geldiklerini bildiklerinden, âile fertleri onun duâsını alıp
bu hastalıktan kurtulmak için kendisine çok ikram ederler. Şimdi âile olarak
onun en yakın ve has talebelerindendirler." diye anlattı.
Gaflet ehlinden birisi bir
gün insanlık îcâbı Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine muhalefet ederek kalbini kırdı. Sonra da yakınlarını ziyâret
maksadıyla Tokat dışına çıktı. Bu arada kendini yokladı kalbinde ilâhî feyz ve
bereketlerden hiçbir şey kalmadığını anladı.
O gece rüyâsında tamâmen som
altın dolu bir hazîneye rastladı. Hazînenin bulunduğu yere girdi. O sırada
birisi; "Bu hazîne senin iken, niçin, parasız pulsuz geziyorsun?" dedi. O da;
"Evet öyle, fakat böyle basılmamış altınlarla pazara çıksam, belki bana onlarla
bir şey vermezler. Hatta, sen bunu nereden aldın diye, beni yakalıyabilirler.
Bunları, sikkehâneye götürüp sikke vurdurmam gerekir." dedi. Uyanınca,
Sikkehânenin Mevlânâ Abdülmecîd'in dergâhı olduğunu anladı. Mevlânâ
Abdülmecîd'den özür dilemek için yola çıktı. Tokat'a varınca, doğru bulunduğu
mescide gitti. Mevlânâ Abdülmecîd, o sırada talebelerine ders veriyordu. O şahıs
bir köşeye gizlenip, dinlemeye başladı. Bu sırada Mevlânâ Muhammed, o şahsın
bulunduğu yöne doğru dönüp; "Bir hazîne altına sâhip olduğunu kabûl edelim.
Mâdem ki sikkesi yoktur, kendine güveniyorsan, sultânın çarşısına bir götür de
gör, başına ne belâlar gelir bakalım." diyerek, o şahsın rüyâsının tâbirini
yaptı. O şahıs hemen kalkıp, Mevlânâ Abdülmecîd'in ellerini öptü ve af diledi.
Mevlânâ Abdülmecîd de onu affetti.
Makam sâhibi birisi, bir
yolculuğu sırasında Tokat yolu üzerinde konaklamıştı. Bu sırada Tokat eşrâfının
ileri gelenleri, hoş geldin demek için yanına gittiler. Hoşgeldiniz deyip,
duâlarda bulundular. Teşrif ettiklerinden dolayı memnûniyetlerini belirttiler.
Fakat o, kendini beğenen, gurur ve kibir sâhibi birisiydi. Ziyârete gelenlere
hiç iltifatta bulunmadı. Bir müddet sonra; "Bizi karşılaması lâzım gelenlerin
hepsi sizler misiniz?" diye sordu. Onlar da; "Evet efendim." diye cevap
verdiler. Makam sâhibi ısrarla; "Doğru söyleyin, beni ziyâret etmesi gereken
başka kimse kaldı mı?" dedi. Orada bulunanlar; "Hayır efendim! Fakat sâdece
takvâ sâhibi, haramlardan kaçmaya çok dikkat eden ve kerâmet ehli velî bir zât
kaldı. O da zâten dergâhından dışarı çıkmaz." deyince, kibir ve gurur içerisinde
çok kızıp; "O nasıl adamdır? Hemen, birkaç kişi gitsin, zorla da olsa, onu bana
getirsinler. Onun hakkından geleyim." diye emir verdi. Bunun üzerine orada
bulunanlar, şöyle dediler:
"Efendim sizden daha önce
gelen vezirler ve diğer devlet ileri gelenleri, onun bulunduğu dergâha varıp,
ellerini öptüler, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundular. Onun için size de lâyık
olan, onu ziyâret edip ellerini öpmek ve hayır duâlarını almaktır."
Onlardan bu sözleri duyan
kibirli ve gururlu şahıs, daha da kızdı. "Yarın dergâhına gidip, lâzım gelen
cezâyı vereyim de görün." dedi ve huzûrunda bulunanları kovdu.
Abdülmecîd Şirvânî
hazretlerini sevenler durumu hemen ona bildirdiler. Mevlânâ Abdülmecîd onlara;
"Sizler gam çekmeyin ve üzülmeyin. Bizim onun yanına varmamız, onun da bize
gelmesi imkânsızdır." buyurdu.
Makam sâhibi zât sabah
olunca Abdülmecîd Şirvânî hazretlerini cezâlandırmak üzere harekete geçti.
Yanına hizmetçilerini ve adamlarını da alarak dergâha doğru yola çıktı. Henüz
yolu yarılamıştı ki o zamâna kadar sâkin duran atı birden bire huysuzlanarak
şaha kalktı ve sâhibini yere vurdu. O zât "ah!" bile diyemeden can verdi.
Mevlâna Abdülmecîd'i
sevenler ve ona bağlı olanlar sevinçle hâdiseyi kendisine naklettiklerinde;
"Benim bir veli kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur." hadîs-i
kudsîsini okudu.
Mısır'da Kâdı'l-kudat olan
Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid
hazretleri hakkında uygunsuz sözler söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice
anlamak için Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Sohbet esnâsında bir ara Seyyid
hazretlerine; "Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi. Cemâate
gelmediğiniz, hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu, Resûlullah efendimizin
sünnetine aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir." dedi. Buna üzülen
Ahmed-i Bedevî; "Sus! Yoksa uçarsın." deyip, Takıyyüddîn'e sert bir nazarla
baktı. Nazarın şiddeti ile kendinden geçen Takıyyüddîn bir anda kendisini uçsuz
bucaksız bir sahrâda buldu. Kendi kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok
kızarak; "Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü teâlânın dostlarında, evliyâsında
kusur ve kabahat aramak senin ne haddine! Bu ıssız sahrâda kimsenin bulunmadığı
bu yerde senin hâlin ne olacak?" diyordu. Ağlayarak, sızlayarak, Allahü teâlânın
rahmet ve magfiretine sığınarak "Lâ havle.." okuyordu.
Bu sırada çok uzaklardan bir
kimse göründü. Gâyet heybetliydi. Takıyyüddîn, bu ıssız sahrâda bir insan ile
karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur ümidiyle, o kimsenin
yaklaşmasını heyecânla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca, koşarak ellerine sarıldı
ve ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O heybetli kimse; "Söyle
bakalım. Derdin nedir?" dedi. Seyyid Ahmed-i Bedevî ile arasında olan hâdiseyi
anlatınca, gelen kimse çok hayret etti ve; "Hakîkaten sen, tehlikeli bir iş
yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün. Sen buranın Mısır'a olan uzaklığı
ne kadardır, bilir misin?" dedi. Takıyyüddîn; "Ben buraları hiç tanımıyorum.
Mısır'dan ne kadar uzakta olduğunu da bilemiyorum." deyince, gelen kimse; "Mısır
ile buranın arası altmış günlük mesâfedir." dedi. Bunun üzerine Takıyyüddîn'in
çâresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi kendine; "Allahü teâlânın rızâsı
için beni bu müşkül durumdan kurtaracak birisi yok mudur?" diye söylendi.
Buralarda ölüp gideceğini düşünerek; "İnnâlillah..." okuyordu. Sonra yine o
heybetli zâta yalvararak; "Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi senin üzerine
olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın?" dedi. O da; "Hiç korkma! İnşâallah
selâmete erersin." dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda görülen bir
kubbeyi gösterdi. "O kubbeyi görebiliyor musun?" dedi. Takıyyüddîn; "Evet."
deyince, o kimse; "İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin Seyyid Ahmed-i
Bedevî hazretleri, ikindi namazını cemâatla orada kılar. Sen şimdi, haline tövbe
istigfâr ederek oraya git! İkindi namazı vaktine yetiş. Orada cemâatle namazını
kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin elini öp, özür dile! O, inşâallah seni
affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine ulaştırır." dedi.
Takıyyüddîn, bu zâta
teşekkür ederek ayrıldı ve süratle o kubbenin bulunduğu yere gitti. Oraya
varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere idi.
Abdest aldı. İçeriye girip oturdu. Biraz sonra hiç tanımadığı garib kimseler
câmide toplanmaya başladı. Nihayet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki cemâate
imâm oldu. İkindi namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid hazretlerinin eline
sarılıp, özür dilemeye hazırlanırken Ahmed-i Bedevî; "Hızır aleyhisselâmın
yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok zor durumda kalmıştın değil mi?" buyurdu.
Bu kerâmet karşısında eski
hâline daha çok pişmân olan ve kendi kendine daha çok kızan Takıyyüddîn;
"Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum. Özrümü kabûl ediniz
ve beni affediniz!" dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl etti, sırtını
sıvazladı. "Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi evine dön!
Çocukların seni bekliyorlar." buyurdu. Takıyyüddîn; "Hay hay efendim! Bundan
sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize îtirâz etmeyeceğim. Allahü teâlânın
evliyâsında kusur ve kabâhat aramayacağım." dedi. Sonra bir anda kendisini
Mısır'da evinin önünde buldu. Bu hâlin tesirinden uzun müddet kurtulamadı.
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin gönlünden bir gün
"Allah adamlarına dil uzatanlar niçin helâk olurlar?" düşüncesi geçti. Bu
düşünceler içinde iken sohbet ettiği Abdülkebîr-i Yemenî hazretleri onun bu
hâlini anlayıp; "Ey Alâeddîn kardeşim! İki tarafı çok keskin olan bir kılıcı,
kabzasından duvara sağlam bir şekilde yerleştirseler, gâfil bir kimse de süratle
gelerek o kılıca kendisini çarpsa ve boynu kopsa, o kılıcın ne kabahati vardır.
Evliyâ çekilmiş kılıç gibidir. Ona çarpan helâk olur. Evliyâya dil uzatan, o
kılıca çarpan kimse gibidir. Evliyâya dil uzatan, sıkıntı veren kimseyi evliyâ
affetse bile, Allahü teâlâ affetmez ve cezâsını mutlakâ verir." buyurdu.
Hindistan'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Alâeddîn bin Esad Lâhorî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin dergâhına bir defâsında bir kısım insanlar geldi.
Yanlarında bir de kedileri vardı. Kedileri kayboldu. Alâeddîn bin Esad'a; "Bizim
kedimizi getir." dediler. O da; "Ben sizin kedinizin nerede olduğunu bilmiyorum,
nasıl bulayım?" diye hayretini bildirdi. İçlerinden birisi, alay etmek için,
orada bulunan bir hayvanın boynuzunu göstererek; "Meselâ şu boynuzdan
bulabilirsin." dedi. Başka birisi de, daha edebsizce bir şey söyledi. Alâeddîn
bunlara üzüldü, fakat hiç cevap vermedi. O kimseler dergâhdan ayrılıp dışarı
çıktıkları zaman, boynuz lâfı eden kimseye bir öküz gelerek boynuzuyla öyle
vurdu ki, aklı başından gitti. Arkadaşları, bunu ölecek zannettiler. Daha
edebsiz konuşan ikinci kimse ise, şiddetli bir hastalığa yakalandı ve o
hastalıktan öldü. Bunların bu hâllerine şâhid olan arkadaşları ise, büyüklere
uygunsuz söz söyleyenlerin cezâlarının pek ağır ve şiddetli olacağını anladılar.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
dergâhına, 1857 senesinde Hindistan'da ayaklanma yatıştıktan sonra Kalyâr'da
bulunan bir İngiliz subayı geldi. Yanında adamları ve polisler vardı.
Ayakkabılarıyla dergâha girmek istedi. Hizmetçi Mansab Ali Han kendisini
durdurarak;
"Burası müslümanların
mübârek velîlerinden birisi olan Alâeddîn-i Sâbir'in kabridir. Lütfen
ayakkabılarınızı çıkarın." dedi. İngiliz subayı sinirinden kıpkırmızı oldu.
Vurmak üzere kırbacını Mansab Ali Hana doğru kaldırdı. Tam vuracakken, Mansab
Ali Han mâni oldu. Öfkesinden deliye dönen İngiliz, bütün hizmetçileri ve
ziyâretçileri yakalamaları için adamlarına emir verdi. Hepsini isyân etmekle
ithâm etti. Hizmetçilerden bâzıları Sâbir'in kabrine gelip, İngiliz subayını
şikâyet ettiler. Aynı anda İngiliz subayı, mîdesini tutarak inlemeye başladı.
Ağrısı gittikçe artıyordu. Adamlarına dönerek;
"Burası kimin yeridir."
dedi. Onlar da;
"Burası, Mahdûm Alâeddîn-i
Sâbir'in dergâhıdır." dediler. İngiliz subayı yakaladıkları müslümanların
serbest bırakılmasını emr ederek;
"Görünüşe bakılırsa bu zâtı
incittik. Beni Ruurhi"ye (Kalyâr'dan 5 mil mesâfede bir şehir) götürün." dedi.
Oradan ayrıldılar. Fakat İngiliz subayı yolda öldü.
Evliyânın büyüklerinden
Seyyid Alevî bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine karşı, zaman
zaman haddi aşan, onu inciten edebsiz bir kimse vardı. Ona karşı incitici söz ve
hareketlerde bulunurdu. Seyyid Alevî'nin yakınları birgün bu edepsize;
"Seyyid Alevî, evliyâdan
yüksek bir zâttır. Böyle büyük zâtlara dil uzatmak onları incitmek insanın
helâkine, felâketine sebep olur. Gel sen bu tehlikeli hâlden vazgeç ve tövbe
et!" dediler. O kimse tövbe edeceği yerde, işi ileri götürdü;
"Eğer o zât hakîkaten
dediğiniz gibi ise, bana ne yapabilecek, görelim." dedi. Onun bu sözleri Seyyid
Alevî'ye arzedilince;
"O edepsiz kimse yakında
görür." buyurdu. O kimse aynı gün öldü.
On iki imâmın onuncusu olan
Ali Hâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Hindistan'dan gelen bir
sihirbâz gösteriler yapıyordu. Birgün zengin biri onu çağırıp dedi ki:
"İmâm-ı Hâdî'yi mahcûb
edebilirsen sana bir altın vereceğim." Sihirbâz;
"Olur yaparım, yalnız bir
yemek ve yanına birkaç yufka ekmek hazırlayıp beni yanına oturtunuz." dedi.
Sihirbâzın dediği gibi
yaptılar. İmâm-ı Hâdî hazretleri gelip sofraya oturdu. Bir parça ekmek almak
istedi. Sihirbaz bir şeyler yaptı. Ekmek önünden uçtu. Bu iş üç defâ
tekrarlandı. Sofrada bulunanlar gülmeye başladılar. Oturdukları odada bir divan
yastığı üzerinde arslan resmi vardı. Ali Hâdî hazretleri o resme işâret ederek;
"Bu adamı yut!" emrini
verdi.
O resim hemen canlanıp bir
arslan oldu. Sıçradı sihirbâzı yuttu. Tekrar gidip resim hâlini aldı. Sihirbâz
gözden kayboldu. Bu hâdise karşısında sofradakiler donup kaldılar. Sonra;
"Allahü teâlânın
düşmanlarını, dostlarının üzerine musallat etmek doğru değildir." buyurdu.
Sihirbâzı bir daha gören
olmadı.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin en büyük
talebelerinden olan Seyyid Atâ zaman zaman buluşur görüşürlerdi. Ancak buna
rağmen bir gün Seyyid Atâ'nın dilinden Azîzân hazretleri hakkında uygun olmıyan
bir söz çıktı. Aynı gün Asya içlerinden gelen çapulcu alayları Seyyid Atâ'nın
bulunduğu havâliyi yağmalayıp, oğlunu da esir alıp gitmişler. Seyyid Atâ başına
gelen bu felâketin, Azîzân hazretlerini üzmenin cezâsı olduğunu anladı,
yaptığına pişmân oldu. Büyük bir ziyâfet hazırladı. Özür dilemek için Ali
Râmitenî'yi dâvet etti. Azîzân hazretleri Seyyid'in maksadını anlayıp, ricâsını
kabûl etti ve dâvetine geldi. Bu mecliste pek çok âlim ve velî var idi. Sofralar
kuruldu. Herkes buyur edildiğinde, Ali Râmitenî; "Seyyid Atâ'nın oğlu
gelmeyince, Ali bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz." dedi
ve sonra bir müddet sessiz beklediler. Orada bulunanlar, bu sözün ne demek
olduğunu düşünürken, birden kapı çalındı, içeriye Seyyid Atâ'nın oğlu giriverdi.
Bu hâli görünce meclisten bir feryâd-ü figândır koptu. Oradakiler şaşırdılar,
dona kaldılar. Gelen gençten, nasıl kurtulduğunu sordular. Genç de; "Şu anda bir
grup kimsenin elinde esir idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise kendimi
yanınızda görüyorum. Nasıl oldu, ellerim nasıl çözüldü, beni kim kurtararak on
günlük yoldan yanınıza geldim, hiçbir şey bilmiyorum." dedi. Meclistekiler bunun
Azîzân hazretlerinin bir kerâmeti ve tasarrufu ile olduğunu anladılar. Herbiri
onun talebesi olmakla şereflendiler.
Harput velîlerinden Arab
Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin başı vücûdundan ayrı gibidir.
Bunun sebebi şöyle anlatılır: "Arab Baba'nın vefâtından uzun bir süre sonra
Harput'ta, büyük bir kuraklık oldu. Aylarca yağmur yağmadı. Harput'ta yaşayan
Ermeni büyücü, zengin bir âilenin kızına;
"Kuraklığın bir çâresi var.
Eğer ilmi kuvvetli ölmüş bir zâtın başı kesilerek suya atılırsa, yağmur yağar ve
kuraklık biter." dedi.
Bunun üzerine Arab Baba'nın
türbesine gece vakti giden kız, kapının kilidini kırarak içeri girdi. Sandukanın
kapağını açtığında o zamana kadar hiç çürümemiş olan Arab Baba'nın nâşını
görünce, korktu ve türbeden çıktı. Türbeden biraz ayrılınca tekrar başını kesmek
için geri döndü. Biraz önce taşla kırdığı kilidin yerinde yenisinin durduğunu
gördü. Onu da taşla kırıp içeri girdi. Yanındaki bıçakla Arab Baba'nın başını
kesti ve bez çuvala koyarak, götürüp bir dereye attı. O andan îtibâren
gökyüzünde şimşekler çakmaya, Allahü teâlânın cezâsı ve gazâbı tecellî etmeye
başladı. Şafak söktüğü zaman sağnak hâlinde yağmur yağıyordu. Yağmur âfet hâlini
aldı. Arab Baba'nın başını kesen kızın bulunduğu konak, kırk gün kırk gece
taşlandı.
Kız bir gece rüyâsında Arab
Baba'yı gördü ve ona; "Başımı getir yerine koy!" dedi.
Bunun üzerine dereye giden
kız uzun bir süre kesik başı aradıktan sonra, buldu ve türbeye getirip yanına
koydu. Kısa bir zaman sonra yağmur dindi ve güneş açtı. Arap Baba'nın başını
kesen kız ölüm ânında çok azap çekti. Öldükten sonra cesedi duvarlara çarpıldı,
âilesi bu durum karşısında sâdece ağladı. Zîrâ ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.
Evliyâya yapılan ezâ ve sıkıntının cezâsı, Allahü teâlâ tarafından herkese ibret
olarak gösterilmişti.
Edirne'de yaşamış büyük
velîlerden Âşık Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında
Ahmed Hayâlî'nin talebelerinden, Dede Bâlî adında bir derviş vardı. Bu derviş,
Âşık Efendi hazretlerinin meclisinde dâimâ suâl sorar ve anlattıklarına
itirazlarda bulunurdu. Bir gün Âşık Efendi, Yâsîn sûresinin; Rahîm olan yâni
müminleri rahmetiyle murâda erdiren Rab'den doğrudan doğruya bir selâm vardır.
meâlindeki 58. âyet-i kerîmesini tefsîr ediyordu. Vâzı esnâsında; "Allahü teâlâ,
Cennet'tekilere selâm eder. Kimine melek vâsıtasıyle, kimine de ikrâm olarak
(derecelerinin yüksek olması bakımından) vâsıtasız olarak selâm eder." dedi. O
anda Âşık Efendi duygulanarak ağlamaya başladı. "İnşâallah bize de vâsıtasız
olarak selâm eder." diye duâ etti. Bu sözleri dinlemekte olan Dede Bâlî, ne
denilmek istenildiğini anlayamadı. Âşık Efendiye; "Cennet ehlini umûmî olarak
söylediniz. Halbuki peygamberlerden başkasına melek nasıl gelir? Hak teâlâ nasıl
selâm verir? Nasıl olur da cennetliklerin bâzılarına ikrâm eder? Bu şekilde
konuşmak sapıklıktır." gibi bâzı uygunsuz sözler söyledi. Dede Bâlî Efendinin
Âşık Efendiye karşı yaptığı bu hareketleri hocası Ahmed Hayâlî Efendiye
bildirdiler. Bir talebesini çağırıp; Âşık Efendi'nin vâzında anlattığı, Kâdı
Beydavî'nin tefsîrinde yazılıdır. Dede Bâlî gereksiz yere ileri geri söz
söyleyip, azîz bir kimsenin sohbetinde huzursuzluk çıkarmasın. Eğer tekkede
râhat edeyim diyorsa, ona göre davransın. Git ona haber ver." dedi. O anda çok
kızgın bir hâlde idi. Ayrıca; "Âşık Efendiye de söyle, bizden Pîr'e (İbrâhim
Gülşenî'ye) şikâyet etmesine izin vardır. Yoksa o haddini bilmez talebenin
yaptığı işe râzı olmuş oluruz. Hem Dede Bâlî'nin yanına git, şu kıt'ayı oku!"
dedi. Kıt'a:
"İster misin ki yerin ola
tekke-i huzûr?
Benden bu pendi yürü kabûl
eyle ey dede!
Buğz edip kimseye hışımla
söyleme!
Bir söyleyenler iki işitir
bu vakitte."
Talebe gidip durumu Âşık
Efendiye de bildirdi. Bu duruma hayret edip, çok istigfâr etti. Talebe
hayretinin sebebini sorunca, Âşık Efendi; "Dede Bâlî'nin uygunsuz îtirâzından
dolayı bu gece hocamız İbrâhim Gülşenî'ye teveccüh ettim. Hayâlî Efendinin
dervişlerinden biri meclisimizin huzûrunu bozdu, diye şikâyette bulundum. Senin
bu haberin, benim bu hareketime cevaptır." dedi.
Daha sonra Dede Bâlî'nin
yanına gitti. Ahmed Hayâlî'nin söylediklerini ona bildirdi. Emrettiği kıt'ayı da
okudu. Dede Bâlî, o anda hüngür hüngür ağlamaya başladı ve şöyle dedi: "Bu gece
Pîr hazretleri (İbrâhim Gülşenî) beni orta yere çıkardı. Oradaki bâzı kimselere
emretti, beni yatırdılar. Tabanlarıma ve sırtıma vurarak beni çok dövdüler. Şu
anda bile o dayağın acısından hareket edecek hâlde değilim. Her tarafım şiddetli
şekilde ağrıyor." dedi. Sırtını açıp, dayak izlerini gösterdi. Sopa vurulan
yerler kara bere içinde idi. Çok özür diledi, ağlayıp sızladı, tövbe ve istigfâr
etti. Talebe, özrünü hocası Hayâlî Efendiye bildirdi. Dede Bâlî'nin
perişanlığını anlatıp, affetmesini ricâ etti. Ahmed Hayâlî ona; "Gitsin Âşık
Efendiden af dilesin. Dede Bâlî'nin işi ona havâle edildi." buyurdu. Hemen
hocası Hayâlî Efendinin saâdethânelerinden çıkıp, Âşık Efendinin yanına gitti ve
ona Dede Bâlî'nin durumunu anlattı. Affedilmesinin kendisine havâle edildiğini
söyledi. Âşık Efendi şöyle buyurdu: "Onun tövbe ve istigfâr etmesi, yaptığı
hareketin uygunsuzluğunu anlamış olması af yerine geçer. Biz onu affettik. Ancak
Dede Bâlî'nin bize yaptığı uygunsuz hareketlerine karşılık, Yâsîn-i şerîf
sûresinin; "Ey günahkârlar! Sâlih müminlerden ayrılıp, yalnız kalınız."
meâlindeki 59. âyet-i kerîmesini okumuştum. Bunun için bir mikdâr zâviyeden
çıkıp uzak olsun." dedi. Talebe de gidip bu durumu Dede Bâlî'ye bildirdi. Dede
Bâlî zâviyeden çıkıp, kırk gün müddetle hiç görünmedi. Daha sonra çıkıp dergâha
geldi. Çok zayıflamış, sararıp solmuştu. Nerede ve nasıl riyâzet çektiğini
araştırdılar, kendisinden sorulduğunda, bir türlü cevap alamadılar. Âşık
Efendinin işâreti ile yedi gün halvete çekildi. Bundan sonra insanları doğru
yola dâvet etmek için icâzet, diploma verildi. |