CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ'YI ÜZMEK (A)

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Allahü teâlânın velî kullarını hakîr görmek, kötü işleri yapmaya bir vesîledir.

"Her kim Allahü teâlânın ârif bir kulunu veya bir velîsini üzerse, onun kalbi mühürlenir. Onları üzmeye devâm eden, îtikâdı bozulmadıkça ölmez."

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, Hakîm Rükneddîn Han başvezir olunca, sevdiklerinden birini bir iş için ona gönderdi. Rükneddîn Han ilgilenmedi. Abdullah-ı Dehlevî'nin kalbi kırıldı. Kısa bir süre sonra hiçbir sebep yok iken Rükneddîn Han azlolundu ve bir daha o yüksek makâma gelemedi. Başka bir seferinde Delhi vâlisine kalbi kırıldı ve o gün vâli azledildi.

Evliyânın meşhûrlarından Abdullah Menûfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinin kaldığı yere, hırsızlar gidip, anbardan buğday yükleyip gittiler. Abdullah Menûfî hırsızlara haber gönderip:

"O, fakîrlerin hakkıdır, aldığınız gibi geri getirin!" dedi.

Onlar çaldıklarını inkâr ettiler. Bir günde, hırsızların bütün merkepleri öldü. Bunun, o büyük zâtı üzmelerinin cezâsı olduğunu anlayıp, günahlarına tövbe ettiler. Ellerindekini getirip sâhiplerine geri verdiler. Hak sâhipleriyle helâllaştılar.

Suriye'de yetişen velîlerden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen bir kimse vardı. Bu zât, Abdurrahmân es-Sekkâf hazretlerinin hizmetçilerinden birini üzdü. O da, durumu efendisine arz edince, üzüldü. Tam bu sırada, hizmetçiyi üzen kimse, hâfızasında ne varsa hepsinin silindiğini hissetti. Hemen sebebini anladı ve gidip hizmetçiden özür diledi. Tövbe istigfâr ettiğini, bildirdi. Hizmetçi özrünü kabûl edip, durumunu efendisine arz etti ve onu sevindirdi. O sırada özür dileyen kimse, hâfızasının yerine geldiğini hissetti. Başına gelen bu hâl sebebiyle, o zâtın büyüklüğünü daha iyi anladı.

Devlet ileri gelenleri sık sık evlliyânın büyüklerinden Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden vazîfelerinin devâmı için yardım ve duâlarını isterlerdi. Sultan Nasrullah vâli ve hâkimlerin bir kısmını görevden aldı. Onlardan birisi görevine tekrar dönmek istiyordu. Her zamanki gibi Abdülazîz Debbağ hazretlerinden yardım isteyince, yardım etti. Sultan o kişiyi tekrar vâli yaptı. Bir süre sonra Abdülazîz Debbağ, vâliye haber göndererek iyilik etmesini ve vergileri ödemede kolaylık göstermesini ricâ etti. Fakat makâmın verdiği gurûra kapılan vâli bu ricâyı kabul etmedi ve cezâ olarak görevden alındı.

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Süleymâniye Câmiinde vâz ettiği bir gün, kürsüye bir kâğıt kondu. Vâzdan sonra, bu şekilde konan kâğıtları okurlardı. Kâğıdı okuyunca; "Sizin gavs olduğunuz söyleniyor. Gavs olan, Allahü teâlânın izni ile istediğini yaparmış. Eğer gavs iseniz, beni bu mecliste öldürün bakalım." yazıyordu.

Abdülehad Efendi bu yazıyı okuyunca; "Taassub insanı nelere götürürmüş. Sübhânallah, biz âciz ve fakîr bir kuluz. Halk bizi gavs ve kutb bilir. Hak teâlâ onları tasdik eyleye. Kutb olanlar nefis ehli olanlar gibi, ben bunu yapamaz mıyım diye elinden geleni yapmaya kalkışmaz. Onlara sıkıntı ve cefâ verilse bile onlar affederler. Onun için yüksek mertebelere eriştiler. Fakat evliyâ, kınından çekilmiş bir kılıçtır. Bir kimse kendini kılıca vursa, kabahat kılıcın mıdır, yoksa kendini kılıca vuranın mı?" buyurduklarında, câminin içinde; "Aman, eyvah, eyvah." diye bir çığlık koptu. O kâğıdı yazan kişi o anda vefât etti.

Vezirlerden birisi, Abdülehad Nûrî bin Muslîhuddîn hazretlerine bir kese altın hediye gönderdi. Sonradan o vezir, Abdülehad Efendinin sohbetinde bulunduğu bir gün; "Bu derece hediyede bulunmak herkesin kârı değildir." mânâsında sözler sarf ederek övündü ve yaptığı iyiliği başa kakar bir duruma düştü. Bunun üzerine Ebdülehad Efendi; "Behey Paşa! Fakîrlerin ve halkın gözü, ciğeri ve kanı ile bana minnet mi edersin?" dedi. Ellerini yanlarında bulundurdukları keseye soktuğunda kesedeki altınlar herkesin gözü önünde kan olup ortaya doğru akmaya başladı. Bu durumu gören paşa hemen tövbe ederek, Abdülehad Efendiden af diledi.

 

ÖNCE SEVMEZDİ AMA

 

Körükçüzâde diye, vardı ki âlim bir zât,

Bu velîye soğukluk, duyuyordu o bizzât.

 

Her gün Süleymâniye, câmiinde ders ve vâz,

Edip, İslâmiyeti, ediyordu halka arz.

 

Lâkin onun hakkında, hakîkate mugâyir,

Kelâmlar ediyordu, kötülüğüne dâir.

 

Abdülehad Nûrî'nin, talebeleri ise,

Bunları işiterek, düşerlerdi yeise.

 

Onun bu sözlerinden, rahatsız olup gâyet,

Onu, hocalarına, eylediler şikâyet.

 

Dediler ki: "Efendim, yaptığı doğru mudur?

Biz onun sözlerinden, oluyoruz bî-huzur."

 

Buyurdu: "Evlâtlarım, sabrediniz az daha,

Onun bu düşmanlığı, dönüşecek dostluğa.

.

O dahi aranıza, girecek bu gün yarın,

Gelip hizmet edecek, bir dergâhta bi hakkın."

 

Fazla zaman geçmemiş, idi ki bu velî zât,

Dergâhta talebeye, ediyorken nasihât,

 

Buyurdu: "Biraz sonra Körükçüzâde Hoca,

Bu dergâhtan içeri, girecektir doğruca."

 

İnanamıyorlardı, talebeler buna hiç,

Herbirinin kalbini, sardı büyük bir sevinç.

 

Onun dediği gibi, hakîkaten az sonra,

Körükçüzâde Hoca, gelip girdi huzura.

 

Bu büyük evliyânın, eline sarılarak,

Hürmet ile öptü ve, ağladı hıçkırarak.

 

Ona buyurdular ki: "Mâlumudur rüyânız,

Şimdi lütfen söyleyin, ne ise murâdınız."

 

Körükçüzâde ise, arz etti ki ona ilk;

"Efendim, kırk senedir, yaparım müderrislik.

 

Bunca yıl câmilerde, ederek her gün vâz,

Resûlün sünnetini, hep eyledim halka arz.

 

Lâkin Resûlullahın, mübârek nûr cemâli,

Görünmedi rüyâda, dert ettim bu hâli.

 

Her gün onun dînine, hizmet eyledim de hep,

Ne için bu şereften, mahrum oldum ben acep?

 

Ben bunu düşünerek, yattığımda dün gece,

Gâyet rûhâniyyetli, rüyâ gördüm şöylece:

 

Bana nida etti ki, rüyâda bir münâdi;

"Kalk da Abdülehad'ın, dergâhına git haydi."

 

Bu derdimin ilâcı, sizde imiş efendim,

Bir himmet eyleyin de, hallolsun işbu derdim."

 

Abdülehad Efendi, eğilip biraz ona,

Bir şeyler fısıldadı, gizlice kulağına.

Körükçüzâde buna, sevinmişti be gâyet,

Gitti ve ertesi gün, yeniden etti avdet.

 

Dedi ki: "Ey efendim, sevinçliyim bir nice.

Zîrâ bu devlet ile, şereflendim bu gece.

 

Kırk yıldır bu şerefe, ermemişken mâlesef,

Sizin himmetinizle, bu gün oldum müşerref."

 

Soğukluğun yerine, sevgi doldu o kalbe,

Hattâ o günden sonra, oldu ona talebe.

 

Rehber, talebesini, önce eder ehl-i hâl,

Sonra Resûlullahın, bezmine eder ithal.

 

Büyük İslâm âlimi ve evliyâ Seyyid Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Şeyh İbrâhim Fasîh şöyle anlatır: Allahü teâlâya hamd olsun ki, Seyyid Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin hizmetinde bulundum. Mübârek nazarlarıyla şereflendim. Âlim, fazîlet sâhibi, olgun bir velî ve mürşid olan şeyhimiz Ahmed Eğribozî ile Bağdad'da Mevlânâ Hâlid hazretleriyle ve halîfeleriyle karşılaşıp sohbetleriyle şereflendim. Hattâ küçük ve hasta olduğumdan amcam beni alıp Abdülgafûr Hâlidî'nin hatm-i şerîflerine götürürdü. Onun duâsı ve mübârek nazarlarıyla hastalıktan kurtuldum. Onun vefâtından sonra da pekçok hayırlara kavuştum. Nitekim Bağdad vâlisi Muhammed Necîb Paşa Âlûsî'yi fetvâ işleriyle ilgili vazîfeden alınca, Âlûsî, Hâlidiyye yoluna îtirâz etmek ve Mevlânâ Hâlid'in halîfelerini kötülemek için bir risâle yazdı. Çünkü o vâli Mevlânâ Hâlid hazretlerinden istifâde ve ona intisâb etmiş, hattâ Bağdad'daki eski Hâlidiyye dergâhını yıktırıp yerine daha güzelini yaptırmıştı. Tarîkat-ı Âliyyeye çok fazla sevgisi olduğundan Paşa'yı tâciz etmek ve üzmek için, söz konusu olan Âlûsî böyle tehlikeli bir işe girmişti. O esnâda Âlûsî'nin yazdığı risâleyi reddetmek için bir kitap yazdım. Bütün halîfeler ve diğer âlimler onu pek beğendiler. Hattâ bir gece rüyâmda Mevlânâ Hâlid hazretlerini gördüm. Şeyh Abdülgafûr Hâlidî de yanında ayakta duruyordu. Hemen gelip Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ayaklarına kapanıp, öptüm. Mübârek ellerini başıma ve arkama koyup; "Ne güzel iş yaptın İbrâhim." buyurdular. Sabah olunca bu rüyâyı kardeşlerimize haber verdim. Hepsi gördüğüm rüyâdan dolayı beni tebrik ettiler.

Âlûsî'nin o kitabı yazmasının sebebi, Hâlidiyye halîfeleri hakkındaki sû-i zannı yâni kötü düşüncesi idi. Adı geçen vâlinin kendisini Hâlidiyye halîfelerinin işâretiyle fetvâ vazîfesinden aldığını zannediyordu. Oysa durum öyle değildi. Nitekim zannın çoğu yalandır. Enteresan bir hâdise olarak hitâbetiyle meşhûr olan Âlûsî, İstanbul'dan geldikten sonra dili tutuldu ve o şekilde vefât etti.

Kudüs alimlernden Abdülhamîd bin Necîb Nûbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Yûsuf Nebhânî şöyle anlatmıştır: Birisi ile Kudüs dışında harâbe bir yerden geçiyorduk. Yanımdaki şahıs bana; "Bu ev Bedri Efendinin evidir. Abdülhamîd Nûbânî'ye eziyet etti. Bunun üzerine bu büyük zât onun evine döndü ve; "Ey ev harabe ol!" diye üç kere söyledi. Bir sene geçmeden Bedri Efendi delirip öldü. Sonra evi de harâbeye döndü ve bu hâle geldi. Delilik çocuklarından bâzısına da geçti. Onlar şimdi kendi hallerinde yaşarlar. O bedduâ sebebiyle bu hale geldiklerini bildiklerinden, âile fertleri onun duâsını alıp bu hastalıktan kurtulmak için kendisine çok ikram ederler. Şimdi âile olarak onun en yakın ve has talebelerindendirler." diye anlattı.

Gaflet ehlinden birisi bir gün insanlık îcâbı Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine muhalefet ederek kalbini kırdı. Sonra da yakınlarını ziyâret maksadıyla Tokat dışına çıktı. Bu arada kendini yokladı kalbinde ilâhî feyz ve bereketlerden hiçbir şey kalmadığını anladı.

O gece rüyâsında tamâmen som altın dolu bir hazîneye rastladı. Hazînenin bulunduğu yere girdi. O sırada birisi; "Bu hazîne senin iken, niçin, parasız pulsuz geziyorsun?" dedi. O da; "Evet öyle, fakat böyle basılmamış altınlarla pazara çıksam, belki bana onlarla bir şey vermezler. Hatta, sen bunu nereden aldın diye, beni yakalıyabilirler. Bunları, sikkehâneye götürüp sikke vurdurmam gerekir." dedi. Uyanınca, Sikkehânenin Mevlânâ Abdülmecîd'in dergâhı olduğunu anladı. Mevlânâ Abdülmecîd'den özür dilemek için yola çıktı. Tokat'a varınca, doğru bulunduğu mescide gitti. Mevlânâ Abdülmecîd, o sırada talebelerine ders veriyordu. O şahıs bir köşeye gizlenip, dinlemeye başladı. Bu sırada Mevlânâ Muhammed, o şahsın bulunduğu yöne doğru dönüp; "Bir hazîne altına sâhip olduğunu kabûl edelim. Mâdem ki sikkesi yoktur, kendine güveniyorsan, sultânın çarşısına bir götür de gör, başına ne belâlar gelir bakalım." diyerek, o şahsın rüyâsının tâbirini yaptı. O şahıs hemen kalkıp, Mevlânâ Abdülmecîd'in ellerini öptü ve af diledi. Mevlânâ Abdülmecîd de onu affetti.

Makam sâhibi birisi, bir yolculuğu sırasında Tokat yolu üzerinde konaklamıştı. Bu sırada Tokat eşrâfının ileri gelenleri, hoş geldin demek için yanına gittiler. Hoşgeldiniz deyip, duâlarda bulundular. Teşrif ettiklerinden dolayı memnûniyetlerini belirttiler. Fakat o, kendini beğenen, gurur ve kibir sâhibi birisiydi. Ziyârete gelenlere hiç iltifatta bulunmadı. Bir müddet sonra; "Bizi karşılaması lâzım gelenlerin hepsi sizler misiniz?" diye sordu. Onlar da; "Evet efendim." diye cevap verdiler. Makam sâhibi ısrarla; "Doğru söyleyin, beni ziyâret etmesi gereken başka kimse kaldı mı?" dedi. Orada bulunanlar; "Hayır efendim! Fakat sâdece takvâ sâhibi, haramlardan kaçmaya çok dikkat eden ve kerâmet ehli velî bir zât kaldı. O da zâten dergâhından dışarı çıkmaz." deyince, kibir ve gurur içerisinde çok kızıp; "O nasıl adamdır? Hemen, birkaç kişi gitsin, zorla da olsa, onu bana getirsinler. Onun hakkından geleyim." diye emir verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, şöyle dediler:

"Efendim sizden daha önce gelen vezirler ve diğer devlet ileri gelenleri, onun bulunduğu dergâha varıp, ellerini öptüler, ona çok hürmet ve ikrâmda bulundular. Onun için size de lâyık olan, onu ziyâret edip ellerini öpmek ve hayır duâlarını almaktır."

Onlardan bu sözleri duyan kibirli ve gururlu şahıs, daha da kızdı. "Yarın dergâhına gidip, lâzım gelen cezâyı vereyim de görün." dedi ve huzûrunda bulunanları kovdu.

Abdülmecîd Şirvânî hazretlerini sevenler durumu hemen ona bildirdiler. Mevlânâ Abdülmecîd onlara; "Sizler gam çekmeyin ve üzülmeyin. Bizim onun yanına varmamız, onun da bize gelmesi imkânsızdır." buyurdu.

Makam sâhibi zât sabah olunca Abdülmecîd Şirvânî hazretlerini cezâlandırmak üzere harekete geçti. Yanına hizmetçilerini ve adamlarını da alarak dergâha doğru yola çıktı. Henüz yolu yarılamıştı ki o zamâna kadar sâkin duran atı birden bire huysuzlanarak şaha kalktı ve sâhibini yere vurdu. O zât "ah!" bile diyemeden can verdi.

Mevlâna Abdülmecîd'i sevenler ve ona bağlı olanlar sevinçle hâdiseyi kendisine naklettiklerinde; "Benim bir veli kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur." hadîs-i kudsîsini okudu.

Mısır'da Kâdı'l-kudat olan Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid hazretleri hakkında uygunsuz sözler söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice anlamak için Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Sohbet esnâsında bir ara Seyyid hazretlerine; "Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi. Cemâate gelmediğiniz, hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu, Resûlullah efendimizin sünnetine aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir." dedi. Buna üzülen Ahmed-i Bedevî; "Sus! Yoksa uçarsın." deyip, Takıyyüddîn'e sert bir nazarla baktı. Nazarın şiddeti ile kendinden geçen Takıyyüddîn bir anda kendisini uçsuz bucaksız bir sahrâda buldu. Kendi kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok kızarak; "Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü teâlânın dostlarında, evliyâsında kusur ve kabahat aramak senin ne haddine! Bu ıssız sahrâda kimsenin bulunmadığı bu yerde senin hâlin ne olacak?" diyordu. Ağlayarak, sızlayarak, Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine sığınarak "Lâ havle.." okuyordu.

Bu sırada çok uzaklardan bir kimse göründü. Gâyet heybetliydi. Takıyyüddîn, bu ıssız sahrâda bir insan ile karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur ümidiyle, o kimsenin yaklaşmasını heyecânla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca, koşarak ellerine sarıldı ve ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O heybetli kimse; "Söyle bakalım. Derdin nedir?" dedi. Seyyid Ahmed-i Bedevî ile arasında olan hâdiseyi anlatınca, gelen kimse çok hayret etti ve; "Hakîkaten sen, tehlikeli bir iş yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün. Sen buranın Mısır'a olan uzaklığı ne kadardır, bilir misin?" dedi. Takıyyüddîn; "Ben buraları hiç tanımıyorum. Mısır'dan ne kadar uzakta olduğunu da bilemiyorum." deyince, gelen kimse; "Mısır ile buranın arası altmış günlük mesâfedir." dedi. Bunun üzerine Takıyyüddîn'in çâresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi kendine; "Allahü teâlânın rızâsı için beni bu müşkül durumdan kurtaracak birisi yok mudur?" diye söylendi. Buralarda ölüp gideceğini düşünerek; "İnnâlillah..." okuyordu. Sonra yine o heybetli zâta yalvararak; "Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın?" dedi. O da; "Hiç korkma! İnşâallah selâmete erersin." dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda görülen bir kubbeyi gösterdi. "O kubbeyi görebiliyor musun?" dedi. Takıyyüddîn; "Evet." deyince, o kimse; "İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, ikindi namazını cemâatla orada kılar. Sen şimdi, haline tövbe istigfâr ederek oraya git! İkindi namazı vaktine yetiş. Orada cemâatle namazını kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin elini öp, özür dile! O, inşâallah seni affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine ulaştırır." dedi.

Takıyyüddîn, bu zâta teşekkür ederek ayrıldı ve süratle o kubbenin bulunduğu yere gitti. Oraya varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere idi. Abdest aldı. İçeriye girip oturdu. Biraz sonra hiç tanımadığı garib kimseler câmide toplanmaya başladı. Nihayet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki cemâate imâm oldu. İkindi namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid hazretlerinin eline sarılıp, özür dilemeye hazırlanırken Ahmed-i Bedevî; "Hızır aleyhisselâmın yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok zor durumda kalmıştın değil mi?" buyurdu.

 Bu kerâmet karşısında eski hâline daha çok pişmân olan ve kendi kendine daha çok kızan Takıyyüddîn; "Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum. Özrümü kabûl ediniz ve beni affediniz!" dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl etti, sırtını sıvazladı. "Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi evine dön! Çocukların seni bekliyorlar." buyurdu. Takıyyüddîn; "Hay hay efendim! Bundan sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize îtirâz etmeyeceğim. Allahü teâlânın evliyâsında kusur ve kabâhat aramayacağım." dedi. Sonra bir anda kendisini Mısır'da evinin önünde buldu. Bu hâlin tesirinden uzun müddet kurtulamadı.

Evliyânın büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin gönlünden bir gün "Allah adamlarına dil uzatanlar niçin helâk olurlar?" düşüncesi geçti. Bu düşünceler içinde iken sohbet ettiği Abdülkebîr-i Yemenî hazretleri onun bu hâlini anlayıp; "Ey Alâeddîn kardeşim! İki tarafı çok keskin olan bir kılıcı, kabzasından duvara sağlam bir şekilde yerleştirseler, gâfil bir kimse de süratle gelerek o kılıca kendisini çarpsa ve boynu kopsa, o kılıcın ne kabahati vardır. Evliyâ çekilmiş kılıç gibidir. Ona çarpan helâk olur. Evliyâya dil uzatan, o kılıca çarpan kimse gibidir. Evliyâya dil uzatan, sıkıntı veren kimseyi evliyâ affetse bile, Allahü teâlâ affetmez ve cezâsını mutlakâ verir." buyurdu.

Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden Alâeddîn bin Esad Lâhorî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına bir defâsında bir kısım insanlar geldi. Yanlarında bir de kedileri vardı. Kedileri kayboldu. Alâeddîn bin Esad'a; "Bizim kedimizi getir." dediler. O da; "Ben sizin kedinizin nerede olduğunu bilmiyorum, nasıl bulayım?" diye hayretini bildirdi. İçlerinden birisi, alay etmek için, orada bulunan bir hayvanın boynuzunu göstererek; "Meselâ şu boynuzdan bulabilirsin." dedi. Başka birisi de, daha edebsizce bir şey söyledi. Alâeddîn bunlara üzüldü, fakat hiç cevap vermedi. O kimseler dergâhdan ayrılıp dışarı çıktıkları zaman, boynuz lâfı eden kimseye bir öküz gelerek boynuzuyla öyle vurdu ki, aklı başından gitti. Arkadaşları, bunu ölecek zannettiler. Daha edebsiz konuşan ikinci kimse ise, şiddetli bir hastalığa yakalandı ve o hastalıktan öldü. Bunların bu hâllerine şâhid olan arkadaşları ise, büyüklere uygunsuz söz söyleyenlerin cezâlarının pek ağır ve şiddetli olacağını anladılar.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına, 1857 senesinde Hindistan'da ayaklanma yatıştıktan sonra Kalyâr'da bulunan bir İngiliz subayı geldi. Yanında adamları ve polisler vardı. Ayakkabılarıyla dergâha girmek istedi. Hizmetçi Mansab Ali Han kendisini durdurarak;

"Burası müslümanların mübârek velîlerinden birisi olan Alâeddîn-i Sâbir'in kabridir. Lütfen ayakkabılarınızı çıkarın." dedi. İngiliz subayı sinirinden kıpkırmızı oldu. Vurmak üzere kırbacını Mansab Ali Hana doğru kaldırdı. Tam vuracakken, Mansab Ali Han mâni oldu. Öfkesinden deliye dönen İngiliz, bütün hizmetçileri ve ziyâretçileri yakalamaları için adamlarına emir verdi. Hepsini isyân etmekle ithâm etti. Hizmetçilerden bâzıları Sâbir'in kabrine gelip, İngiliz subayını şikâyet ettiler. Aynı anda İngiliz subayı, mîdesini tutarak inlemeye başladı. Ağrısı gittikçe artıyordu. Adamlarına dönerek;

"Burası kimin yeridir." dedi. Onlar da;

"Burası, Mahdûm Alâeddîn-i Sâbir'in dergâhıdır." dediler. İngiliz subayı yakaladıkları müslümanların serbest bırakılmasını emr ederek;

"Görünüşe bakılırsa bu zâtı incittik. Beni Ruurhi"ye (Kalyâr'dan 5 mil mesâfede bir şehir) götürün." dedi. Oradan ayrıldılar. Fakat İngiliz subayı yolda öldü.

Evliyânın büyüklerinden Seyyid Alevî bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine karşı, zaman zaman haddi aşan, onu inciten edebsiz bir kimse vardı. Ona karşı incitici söz ve hareketlerde bulunurdu. Seyyid Alevî'nin yakınları birgün bu edepsize;

"Seyyid Alevî, evliyâdan yüksek bir zâttır. Böyle büyük zâtlara dil uzatmak onları incitmek insanın helâkine, felâketine sebep olur. Gel sen bu tehlikeli hâlden vazgeç ve tövbe et!" dediler. O kimse tövbe edeceği yerde, işi ileri götürdü;

"Eğer o zât hakîkaten dediğiniz gibi ise, bana ne yapabilecek, görelim." dedi. Onun bu sözleri Seyyid Alevî'ye arzedilince;

"O edepsiz kimse yakında görür." buyurdu. O kimse aynı gün öldü.

On iki imâmın onuncusu olan Ali Hâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Hindistan'dan gelen bir sihirbâz gösteriler yapıyordu. Birgün zengin biri onu çağırıp dedi ki:

"İmâm-ı Hâdî'yi mahcûb edebilirsen sana bir altın vereceğim." Sihirbâz;

"Olur yaparım, yalnız bir yemek ve yanına birkaç yufka ekmek hazırlayıp beni yanına oturtunuz." dedi.

Sihirbâzın dediği gibi yaptılar. İmâm-ı Hâdî hazretleri gelip sofraya oturdu. Bir parça ekmek almak istedi. Sihirbaz bir şeyler yaptı. Ekmek önünden uçtu. Bu iş üç defâ tekrarlandı. Sofrada bulunanlar gülmeye başladılar. Oturdukları odada bir divan yastığı üzerinde arslan resmi vardı. Ali Hâdî hazretleri o resme işâret ederek;

"Bu adamı yut!" emrini verdi.

O resim hemen canlanıp bir arslan oldu. Sıçradı sihirbâzı yuttu. Tekrar gidip resim hâlini aldı. Sihirbâz gözden kayboldu. Bu hâdise karşısında sofradakiler donup kaldılar. Sonra;

"Allahü teâlânın düşmanlarını, dostlarının üzerine musallat etmek doğru değildir." buyurdu.

Sihirbâzı bir daha gören olmadı.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin en büyük talebelerinden olan Seyyid Atâ zaman zaman buluşur görüşürlerdi. Ancak buna rağmen bir gün Seyyid Atâ'nın dilinden Azîzân hazretleri hakkında uygun olmıyan bir söz çıktı. Aynı gün Asya içlerinden gelen çapulcu alayları Seyyid Atâ'nın bulunduğu havâliyi yağmalayıp, oğlunu da esir alıp gitmişler. Seyyid Atâ başına gelen bu felâketin, Azîzân hazretlerini üzmenin cezâsı olduğunu anladı, yaptığına pişmân oldu. Büyük bir ziyâfet hazırladı. Özür dilemek için Ali Râmitenî'yi dâvet etti. Azîzân hazretleri Seyyid'in maksadını anlayıp, ricâsını kabûl etti ve dâvetine geldi. Bu mecliste pek çok âlim ve velî var idi. Sofralar kuruldu. Herkes buyur edildiğinde, Ali Râmitenî; "Seyyid Atâ'nın oğlu gelmeyince, Ali bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz." dedi ve sonra bir müddet sessiz beklediler. Orada bulunanlar, bu sözün ne demek olduğunu düşünürken, birden kapı çalındı, içeriye Seyyid Atâ'nın oğlu giriverdi. Bu hâli görünce meclisten bir feryâd-ü figândır koptu. Oradakiler şaşırdılar, dona kaldılar. Gelen gençten, nasıl kurtulduğunu sordular. Genç de; "Şu anda bir grup kimsenin elinde esir idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise kendimi yanınızda görüyorum. Nasıl oldu, ellerim nasıl çözüldü, beni kim kurtararak on günlük yoldan yanınıza geldim, hiçbir şey bilmiyorum." dedi. Meclistekiler bunun Azîzân hazretlerinin bir kerâmeti ve tasarrufu ile olduğunu anladılar. Herbiri onun talebesi olmakla şereflendiler.

Harput velîlerinden Arab Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin başı vücûdundan ayrı gibidir. Bunun sebebi şöyle anlatılır: "Arab Baba'nın vefâtından uzun bir süre sonra Harput'ta, büyük bir kuraklık oldu. Aylarca yağmur yağmadı. Harput'ta yaşayan Ermeni büyücü, zengin bir âilenin kızına;

"Kuraklığın bir çâresi var. Eğer ilmi kuvvetli ölmüş bir zâtın başı kesilerek suya atılırsa, yağmur yağar ve kuraklık biter." dedi.

Bunun üzerine Arab Baba'nın türbesine gece vakti giden kız, kapının kilidini kırarak içeri girdi. Sandukanın kapağını açtığında o zamana kadar hiç çürümemiş olan Arab Baba'nın nâşını görünce, korktu ve türbeden çıktı. Türbeden biraz ayrılınca tekrar başını kesmek için geri döndü. Biraz önce taşla kırdığı kilidin yerinde yenisinin durduğunu gördü. Onu da taşla kırıp içeri girdi. Yanındaki bıçakla Arab Baba'nın başını kesti ve bez çuvala koyarak, götürüp bir dereye attı. O andan îtibâren gökyüzünde şimşekler çakmaya, Allahü teâlânın cezâsı ve gazâbı tecellî etmeye başladı. Şafak söktüğü zaman sağnak hâlinde yağmur yağıyordu. Yağmur âfet hâlini aldı. Arab Baba'nın başını kesen kızın bulunduğu konak, kırk gün kırk gece taşlandı.

Kız bir gece rüyâsında Arab Baba'yı gördü ve ona; "Başımı getir yerine koy!" dedi.

Bunun üzerine dereye giden kız uzun bir süre kesik başı aradıktan sonra, buldu ve türbeye getirip yanına koydu. Kısa bir zaman sonra yağmur dindi ve güneş açtı. Arap Baba'nın başını kesen kız ölüm ânında çok azap çekti. Öldükten sonra cesedi duvarlara çarpıldı, âilesi bu durum karşısında sâdece ağladı. Zîrâ ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Evliyâya yapılan ezâ ve sıkıntının cezâsı, Allahü teâlâ tarafından herkese ibret olarak gösterilmişti.

Edirne'de yaşamış büyük velîlerden Âşık Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Ahmed Hayâlî'nin talebelerinden, Dede Bâlî adında bir derviş vardı. Bu derviş, Âşık Efendi hazretlerinin meclisinde dâimâ suâl sorar ve anlattıklarına itirazlarda bulunurdu. Bir gün Âşık Efendi, Yâsîn sûresinin; Rahîm olan yâni müminleri rahmetiyle murâda erdiren Rab'den doğrudan doğruya bir selâm vardır. meâlindeki 58. âyet-i kerîmesini tefsîr ediyordu. Vâzı esnâsında; "Allahü teâlâ, Cennet'tekilere selâm eder. Kimine melek vâsıtasıyle, kimine de ikrâm olarak (derecelerinin yüksek olması bakımından) vâsıtasız olarak selâm eder." dedi. O anda Âşık Efendi duygulanarak ağlamaya başladı. "İnşâallah bize de vâsıtasız olarak selâm eder." diye duâ etti. Bu sözleri dinlemekte olan Dede Bâlî, ne denilmek istenildiğini anlayamadı. Âşık Efendiye; "Cennet ehlini umûmî olarak söylediniz. Halbuki peygamberlerden başkasına melek nasıl gelir? Hak teâlâ nasıl selâm verir? Nasıl olur da cennetliklerin bâzılarına ikrâm eder? Bu şekilde konuşmak sapıklıktır." gibi bâzı uygunsuz sözler söyledi. Dede Bâlî Efendinin Âşık Efendiye karşı yaptığı bu hareketleri hocası Ahmed Hayâlî Efendiye bildirdiler. Bir talebesini çağırıp; Âşık Efendi'nin vâzında anlattığı, Kâdı Beydavî'nin tefsîrinde yazılıdır. Dede Bâlî gereksiz yere ileri geri söz söyleyip, azîz bir kimsenin sohbetinde huzursuzluk çıkarmasın. Eğer tekkede râhat edeyim diyorsa, ona göre davransın. Git ona haber ver." dedi. O anda çok kızgın bir hâlde idi. Ayrıca; "Âşık Efendiye de söyle, bizden Pîr'e (İbrâhim Gülşenî'ye) şikâyet etmesine izin vardır. Yoksa o haddini bilmez talebenin yaptığı işe râzı olmuş oluruz. Hem Dede Bâlî'nin yanına git, şu kıt'ayı oku!" dedi. Kıt'a:

 

"İster misin ki yerin ola tekke-i huzûr?

Benden bu pendi yürü kabûl eyle ey dede!

Buğz edip kimseye hışımla söyleme!

Bir söyleyenler iki işitir bu vakitte."

 

Talebe gidip durumu Âşık Efendiye de bildirdi. Bu duruma hayret edip, çok istigfâr etti. Talebe hayretinin sebebini sorunca, Âşık Efendi; "Dede Bâlî'nin uygunsuz îtirâzından dolayı bu gece hocamız İbrâhim Gülşenî'ye teveccüh ettim. Hayâlî Efendinin dervişlerinden biri meclisimizin huzûrunu bozdu, diye şikâyette bulundum. Senin bu haberin, benim bu hareketime cevaptır." dedi.

Daha sonra Dede Bâlî'nin yanına gitti. Ahmed Hayâlî'nin söylediklerini ona bildirdi. Emrettiği kıt'ayı da okudu. Dede Bâlî, o anda hüngür hüngür ağlamaya başladı ve şöyle dedi: "Bu gece Pîr hazretleri (İbrâhim Gülşenî) beni orta yere çıkardı. Oradaki bâzı kimselere emretti, beni yatırdılar. Tabanlarıma ve sırtıma vurarak beni çok dövdüler. Şu anda bile o dayağın acısından hareket edecek hâlde değilim. Her tarafım şiddetli şekilde ağrıyor." dedi. Sırtını açıp, dayak izlerini gösterdi. Sopa vurulan yerler kara bere içinde idi. Çok özür diledi, ağlayıp sızladı, tövbe ve istigfâr etti. Talebe, özrünü hocası Hayâlî Efendiye bildirdi. Dede Bâlî'nin perişanlığını anlatıp, affetmesini ricâ etti. Ahmed Hayâlî ona; "Gitsin Âşık Efendiden af dilesin. Dede Bâlî'nin işi ona havâle edildi." buyurdu. Hemen hocası Hayâlî Efendinin saâdethânelerinden çıkıp, Âşık Efendinin yanına gitti ve ona Dede Bâlî'nin durumunu anlattı. Affedilmesinin kendisine havâle edildiğini söyledi. Âşık Efendi şöyle buyurdu: "Onun tövbe ve istigfâr etmesi, yaptığı hareketin uygunsuzluğunu anlamış olması af yerine geçer. Biz onu affettik. Ancak Dede Bâlî'nin bize yaptığı uygunsuz hareketlerine karşılık, Yâsîn-i şerîf sûresinin; "Ey günahkârlar! Sâlih müminlerden ayrılıp, yalnız kalınız." meâlindeki 59. âyet-i kerîmesini okumuştum. Bunun için bir mikdâr zâviyeden çıkıp uzak olsun." dedi. Talebe de gidip bu durumu Dede Bâlî'ye bildirdi. Dede Bâlî zâviyeden çıkıp, kırk gün müddetle hiç görünmedi. Daha sonra çıkıp dergâha geldi. Çok zayıflamış, sararıp solmuştu. Nerede ve nasıl riyâzet çektiğini araştırdılar, kendisinden sorulduğunda, bir türlü cevap alamadılar. Âşık Efendinin işâreti ile yedi gün halvete çekildi. Bundan sonra insanları doğru yola dâvet etmek için icâzet, diploma verildi.