EVLİYÂNIN HALLERİ
Büyük
velîlerden Abdurrahmân Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
sohbeti çok tatlı idi. Bir kimse onun meclisinde bulunsa, ayrılmak istemezdi.
Herkese iyilik ederdi. Âlimleri çok sever, onlara izzet ve ikrâmlarda bulunurdu.
Fakirlere çok yardım ederdi. Hâliyle, sözleriyle insanları Allahü teâlânın
dînine çağırırdı. Kış ve yaz giydiği tek elbisesi vardı. Huzûruna gelenleri
hayırlı işlere teşvik eder, Kur'ân-ı kerîm, Peygamber efendimize salevât ve çok
istigfâr okumalarını tenbih ederdi. Tasavvuf yolunu, bu yolun büyüklerini,
onların sözlerini ve hâllerini sevmeyi bildirirdi. Bilhassa Şeyh-ul-Ekber
Muhyiddîn-i Arabî'ye rahmetullahi aleyh çok hürmet ve tâzim eder ve ona saygıyı
emrederdi.
Suriye'de
yetişen velîlerden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ
aleyh) güzel ahlâk sâhibi olup hep iyilik ederdi. Kimseye karşı çççkardeşlik
akdi yapmışlardı. Yanına ilk defâ bir köylü sûretinde gelen Hızır aleyhisselâm
devamlı onu ziyâret ederdi. Bir gün çok güzel bir koku duyan talebelerinden biri
bu kokunun kaynağından suâl edince, hazret-i Hızır'dan bahsetti.
Allahü
teâlâya çok ibâdet eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf gecenin son üçte
birini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. Gündüzleri insanlara
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatır, onların dünyâ ve âhiret saâdetlerine
vesîle olmak için çalışırdı. Otuz sene boyunca gece ve gündüz çok az uyudu.
"Neden uyumuyorsun?" diyenlere; "Sağ tarafına yattığında Cennet'i, sol tarafına
yattığında Cehennem'i gören kimse nasıl uyur?" diye cevap verdi.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretlerinin meclislerinde evliyâdan ve
ricâl-i gayb denilen zâtlar da hazır bulunurdu. Bu zâtlar arasında İmâm-ı
Gazâlî, Abdülkâdir Geylânî gibi büyükler de vardı. O büyüklerin
rûhâniyetlerinden istifâde eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf kutbiyyet
makâmına yükselmişti.
Âlimler
ve evliyâlar, hâllerini gizlemesi sebebiyle ona Sekkâf lakabını vermişlerdi.
Çünkü o insanları hâliyle, makâmıyla ve sözüyle üzmezdi. İlmiyle ve ameliyle
insanlara karşı büyüklenmezdi. Şöhretten şiddetle kaçınırdı. Hâlbuki o,
zamânındaki evliyânın en yükseği idi. Abdurrahmân es-Sekkâf sâdece Allahü
teâlâdan rızâsını kazanmak için çırpınır; "Vallahi kalbim Allahü teâlânın başka,
evlâda, mala, âile fertlerine, Cennet'e ve Cehennem'e hiç iltifat etmez. Allahü
teâlânın rızâsına muvafık olmayan ne bir ev, ne bir mescid binâ ettim, ne de bir
hurma fidanı diktim." buyururdu.
Abdurrahmân es-Sekkâf insanlara karşı güzel huylu, tatlı dilli ve güler yüzlü
davranırdı. Kimseyi üzmemeye çok dikkat ederdi. Ancak ona zarar verenler veya
onu üzenler başlarına bir hâl gelip pişman olurlardı.
On
dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) âilesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta ilim
öğrenmeye başladı ve Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Anne terbiyesi ve
yaratılışındaki temizlik sebebiyle akranları arasında farkedilir oldu. Oyunla ve
boş işlerle meşgûl olmuyor, hep faydalı işlerle ve ilim öğrenmekle vakit
geçiriyordu.
Abdurrahmân Tâgî, çocukluğuyla ilgili olarak şöyle derdi: "Annemin güzel
terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah'tan gâfil olmazdım.
Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm."
Abdurrahmân Tâgî hazretleri; Gerek ilim öğrendiği, gerekse ilim öğrettiği
medreselerde en fazla yakınlık duyduğu kimseler, dünyâya gönül vermeyenlerdi. Bu
sebeple kendisi, dünyâya meyl etmeyen, Allahü teâlâın rızâsına kavuşmayı asıl
maksad kabûl eden bir zât idi.
Şeyh
Abdülbârî Çarçâhî'ye talebe oldu. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve
sık sık mezarlıkları ziyâret etmek gibi vazîfeler verdi. Bâzı geceler bir iki
saat kabristânda kaldığı zamanlar oldu. Hattâ Tâhî köyünün mezarlığında açık bir
mezâr vardı. Bâzı geceler bu mezara girerek orada sabahlardı. Bu arada
insanlardan, dünyâ zevklerinden uzaklaşıp soğudu. Hocası ona bir gün ve bir gece
boyunca yüz yetmiş bin kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretti ve; "Kalbini
ateşten bir taş ve Lâ ilâhe illallah kelimesini de ateşli bir demir parçası say.
Kalbini bu yüce cümle ile muhabbet ve cezbe (Hakka tutulmaklık) içinde döv.
Böylece demir darbeleri altında kalan taşlarda görüldüğü gibi kalbinden
kıvılcımlar çıksın." dedi. Bu tavsiyelere uyan Abdurrahmân Tâgî mânevî hallere
kavuştu.
Sıbgatullah Arvâsî hazretleri ona icâzet vererek irşâdla, yâni İslâmiyetin emir
ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.
Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir
gün talebelerinden birine bir hizmeti yapmasını emretti. Fakat talebesinde bu
işe karşı bir isteksizlik meydana geldi. "Bu hizmeti başka bir sûfî yapsa onun
için daha iyi olur. Bu iş bana ağır geliyor." diye kendi kendine söylendi. Bu
durumun farkına varan Abdurrahmân Tâgî talebesine şöyle buyurdu:
"İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur. Ama
kendisine zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan,
o işten gelen hayrın başkası için değil kendisi için olduğunu bilmez. Buna
karşılık zevkli bir iş olunca insan o işi yapmayı, yapmamaya göre daha kolay
bulur. Fakat bu defâ kendine değil de arkadaşına o işi yapmamayı tavsiye etmek
kolayına gelir. Oysa o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil kendisinindir,
bunu bilmez."
İnsanlara
Allah rızâsı için iyiliği emr ederek ve kötülüklerden sakındırarak tasavvuf
yolunda ilerlemelerine çalışan Abdurrahmân Tâgî, on sekiz yıl kaldığı ve irşâd
vazîfesinde bulunduğu Nurşîn beldesinin insanlarını dâvet etmekten bir an geri
kalmadı. Vefât etmeden önce ağır bir hastalığa yakalandı. Buna rağmen hiç bir
sünnet namazını dahi ihmâl etmeyip, hepsini ayakta kıldı. Gece ibâdetini aslâ
bırakmadı. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabiliyor,
oturamayınca sırtını duvara dayıyordu. Bu durumu kendisine hatırlatılarak; "Siz
hastasınız bu şekilde ibâdet yapamazsınız." diyenlere aldırış etmiyor, hattâ bu
şekilde konuşmalarını istemiyordu.
İstanbul'un en yüksek üç evliyâsından biri olan Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta Bağdâd'ın tanınmış âlimlerinden ilim
öğrendi. Çok zeki olup kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Genç yaşta
tefsîr, hadîs ve bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs bir âlim oldu. Asrının en
büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine
talebe oldu. Bundan sonra hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla
çalıştı. Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz,
arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla
mübâhların fazlasını terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından
hiç ayrılmamak, onun kalplere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği
vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara,
meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin
Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman;
"Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım." diye üzülürdü.
Hocası
Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri
yaptırır, diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi
bir vâsıtaya, bineğe binmesini yasaklamıştı. Yaya gitmesini emrederdi. O da bunu
zevk ile yapar, çok uzak yolculuklara hiçbir şeye binmeden giderdi. Yürüyerek,
yolculuk ânında doğan mihnetlere, sıkıntılara katlanarak nefsini terbiye eder,
rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı. Vazîfeli olarak İstanbul'a
iki defâ yaya gitmişti. Bu tahammülü sebebiyle hocasının iltifâtlarına kavuştu
ve önde gelen talebeleri arasına girdi. Öyle ki artık hocasının evine girer
çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Bu hizmeti netîcesinde çok faydalara
kavuştu. Kendisine insanları yetiştirmek, ilim ve edeb öğretmek izni verildi.
Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî'nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her
tarafına yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına
kavuşmak için geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul'dan da pekçok kimse,
Bağdad'a gidip, onun talebesi olmakla âhirette yüksek derecelere kavuşmak
istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdad'a gitmesi mümkün değildi. Bu sebeple
Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için
Abdülfettâh-ı Bağdâdî'yi İstanbul'a gönderdi.
Ruh
bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ
Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî
idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi. Babası
Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi.
Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden
anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini
yaymada gayretli ve çok cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda
Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan
Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona
Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece,
Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ
hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid
Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna
Abdülhakîm ismini verdi.
Tâbiînin
meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse bana düşmanlık etse, ben ona şu üç halden
biriyle karşılık veririm. Bu kimse benden yaşlı ise ona saygı duyar, karşılık
vermem. Benden küçük ise onun için kötü muâmele yapmaya tenezzül etmem. Akranım
ise ona af ve iyilikle muâmele ederim."
Irak'ta
yetişen evliyânın büyüklerinden Ali bin Ebû Bekr el-İdrîsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) güzel hâllere kavuşmasını şöyle anlatır: "On sene nefsimin
hevâsından uzak durdum. Sonra on sene kalbimi nefsin arzularından korudum. Sonra
da on sene sırrımı kalbimden uzak tuttum. Sonra bize verilenler verildi."
Evliyânın
meşhûrlarıdan Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Yanıma gelen Sultan Bâyezîd Han da olsa İslâmiyetin bildirdiği
şekilde davranırım." derdi. Bid'atlerden son derece sakınır, ilim ehline ikrâm
ve iltifatta bulunurdu. Kendisi için ayağa kalkılmasını istemezdi. Her gün yirmi
kadar fakir, talebesine yemek verirdi. Hediye kabûl etmezdi. Dul, yetim ve
zayıflara çok merhametli idi. Onları kendisine tercih eder, fakir olduğu hâlde
gücü yettiği kadar yiyecek, giyecek verirdi.
İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi İsmâil Hakkı Bursevî
hazretleri, onun hakkında şöyle demektedir: "Hocam her hâlinde gizliliği tercih
ederdi. Sünnete uygun olmayan bir şeyi yapmazdı. Şu üç şeyi hiç terketmezdi: 1)
Her farz namaz için abdestini tâzelerdi. 2) Namazını dâimâ cemâatle kılardı. 3)
Her ibâdet ve işi, Kitab ve sünnete uygun olarak yapardı. Her çeşit riyâzeti
yapmıştır. Ramazân-ı şerîfte, bir yumurta ile iftâr ederdi. Bütün yediği bundan
ibâretti. Derslerine iki yüz kadar talebe devâm ederdi. Bu talebelerin içinde;
Trakya, Anadolu ve Arab Yarımadasından gelenler vardı."
Tâbiîn
tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) gelen geçeni rahatsız etmemesi için, damının oluğunu bahçe tarafına
yapar, yola akıtmazdı. İnsanların incinmesini istemez ve kimseyi rahatsız edecek
bir iş yapmazdı.
Evliyânın
büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) o derece riyâzet ve
takvâ üzere idi ki, zarûrî ihtiyaçları dışında evinden çıkmamış, ağzına lezzet
veren bir nîmet koymamıştır. Güzel ve yeni elbiseler giymedi. Halkın getirdiği
yemekleri fakirlere bağışlayıp, oruçlu olduğunu kimseye bildirmedi. Annesi bile
onun oruçlu olduğunu bilmez, gelen yemekleri yediğini zannederdi. Kimseden bir
şey kabûl etmez, kâr ve kazanç peşinde koşmazdı. Babası vefât ettiğinde kalan
mîrâsı bir vekilharç tutarak ona teslim etti. Bu para çoğalarak yirmi miskâl
altına ulaştı. Dâvûd-i Tâî ihtiyaçlarını bu paradan karşıladığı hattâ
isteyenlere ödünç para verdiği gibi fakirlere sadaka da dağıtmıştı. Parası
bittiğinde ömrünün de tamam olması için duâ ve niyazda bulunmuştu; "Ey Rabbim!
Bu mîrâs malını bize kâfi ve vefâlı kılıp, başkasının malına muhtâc etme.
Malımız sona erince, senin huzûruna yüz akıyla gelenlerden olayım." diye ettiği
duâ, Allahü teâlâ tarafından kabûl buyrulmuş, hakîkaten malı bittiğinde vefât
etmişti.
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan
Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatmıştır:
"Bir defâsında bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşmıştık. Bu sırada
önümüze çok büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korktuk ve kaçıştık. Ebû Saîd
hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyh
hazretlerinin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı
gösterir gibi hareketler yaptı. Ebû Saîd hazretleri yılana hitâb ederek; "Zahmet
etmişsin" dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Bu hâdise üzerine Ebû
Saîd hazretlerine bu ne haldir, diye sorduk. Dedi ki: "Bu dağda bulunduğum
sırada birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte
olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tâzeledi. Ahdin güzelliği îmândandır.
Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm
güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı."
Büyük
velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Kişi
için en güzel hasletler nelerdir?” denildi. Cevaben; "Kişi, şu dört hasletten
gâfil olmamalıdır: İlki doğru söz, ikincisi doğru iş, üçüncüsü samîmî dostluk,
sonuncusu ise emânete riâyeti gözetmektir." buyurdular.
Yemen'in
büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Seyyid Ebû Bekr
eş-Şelî (rahmetullahi teâlâ aleyh) herkesle birlikte bulunmak yerine
yalnızlığı tercih ederdi. Talebelerine olan şefkat ve yakınlığı, âlimler ve
velîlere olan hürmet ve tâzimi pekçok idi. Sohbet esnâsında olsun, çeşitli
yazışmalarda olsun, kendisinin medhedilmesini katiyyen istemezdi. Kerâmet
göstermeyi sevmez, kendisinden fevkalâde bir hal sâdır olup kerâmet meydana
gelirse bundan üzülüp mahcûb olurdu. Bir şey için bir kimseye duâ etse, Allahü
teâlâ duâsını kabûl ederdi. Bir kimse Seyyid Ebû Bekr'in büyüklüğünü,
üstünlüğünü bilip, kabûl ederek, inanarak ve onu vesîle ederek, onun hürmetine
duâ etse, Allahü teâlânın izni ile murâdına kavuşurdu. Bir kimse Seyyid Ebû
Bekr'e düşmanlık edecek olsa, sonunda pişman olur, düşmanlığından vazgeçerek,
gelip özür dilerdi. Yine birisi ona hîle etmeyi düşünse, sonunda pişman olur,
hîlesinden vazgeçerdi. Bu hâl defâlarca vâki olmuştur.
Büyük
velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talabesi Ebû Hüseyin Verrâk hazretleri şöyle demiştir: "Biz tasavvufta ilk
talebeliğimiz sırasında Ebû Osman Hîrî'nin dergâhında şu hususlara dikkat
ederdik. Bize haberimiz olmadan ihsân edilen, verilen şeyleri ihtiyâcımız olsa
bile severek muhtaç birine verirdik. Yanımızda yiyecek bulundurmadan gecelerdik.
Yanımızda tutmaz, ihtiyâcı olanlara verirdik. Bize kötülük yapanlardan aslâ
intikam almaz, hattâ onları mâzur görüp, alçak gönüllülük gösterir ve özür
dilerdik. Hakâret gördüğümüz kimseye iyilik yapardık. İçimizdeki kötü düşünceler
yok oluncaya kadar ona ihsânda, ikrâmda bulunurduk."
Tâbiînin
büyüklerinden. Hadîs ve fıkıh âlimlerinden Eyyûb-ı Sahtiyânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında, Şû'be bin Haccâc; "Ebû Eyyûb ile bir yerde
buluşmak üzere karar verdiğimizde, her gidişimizde onun benden önce geldiğini
görürdüm." demiştir.
Endülüs'te yetişen hanım velîlerden Fâtıma binti Müsennâ (rahmetullahi
teâlâ aleyhâ) bir Ramazân-ı şerîf bayramı akşamı, bulunduğu beldedeki câminin
önünden geçiyordu. Câminin müezzini Ebû Âmir isminde bir kimseydi. Elindeki
sopayla Fâtıma binti Müsennâ'ya vurunca, dönüp müezzine baktı ve bir şey
söylemeden ayrılıp gitti. Gönlü incinmişti. Kırık gönülle evinde ibâdet ve
tâatine devâm etti. Kendisine sopa ile vuran müezzin sabah ezanını okumaya
başlayınca, Fâtıma binti Müsennâ, o müezzin için Allahü teâlâya duâ etmeye
başladı. Allahü teâlânın bir velî kulunu inciten kimseyi, mutlakâ
cezâlandıracağını biliyordu. Müezzinin başına bir belâ gelmesinin yakın olduğunu
bildiği ve belâya düçâr olmaması için şöyle duâ etti:
"Ya
Rabbî! Şu gecenin son vaktinde, herkes uyurken kalkıp senin ismini, Kelime-i
şehâdeti, Kelime-i tevhîdi söyleyen, senin ve habîbinin ismini zikreden, senin
dâvetini, emrini, senin kullarına bildiren şu kimseyi, bana yaptığı sebebiyle
cezâlandırma! Onu affet. Beni kırmış olduğu için ona cezâ verme! Âmin!"
Anadolu'da yetişen velîlerden Hasan Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi
el emeği ile kazandığı helal yiyecekleri yer, buna çok dikkat ederdi. Bu sebeple
kendi bağında, bahçesinde çalışırdı. Çalışmaları sırasında namaz vakti girince
cemâati aslâ kaçırmaz, câmiye gider, cemâatle namaz kılardı. Namazdan sonra da
halkın can kulağı ile dinlediği sohbetlerini yapar, yine işine dönerdi. Bir gün
yine bir namaz vakti câmiye gelmişti. Bağını bellemek için kullandığı belini de
yanında getirip câminin girişinde bir yere koydu. Namaza durdu. Bâzı kimseler
cemâat namaza durunca Hasan Dede'nin belini kimse görmeden alıp minâreye
sakladılar. Namaz bittikten sonra Hasan Dede hiç kimseye bir şey söylemeden
minâreye çıkıp belini aldı. Tebessüm ederek, güler yüzle bağına gitti. Onun bu
güzel halleri, kimseyi incitmemesi, kırmaması, herkesin iyiliği için çalışması,
çevresinde mükemmel bir örnek teşkil ederdi.
Tâbiînin
meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem
(rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir sarhoşun yanından geçiyordu. Ağzı
bulaşmış, yerde yatar gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve; "Allahü teâlânın
isminin anıldığı bir ağzı böyle bulaşmış berbat halde bırakmak hürmetsizlik
olur." buyurdu. Sarhoş kendine gelince İbrâhim Edhem hazretlerinin yaptığını ve
söylediği sözü bildirdiler. O kimse tövbe etti ve sâlihlerden oldu. Sonra
İbrâhim Edhem hazretlerine rüyâsında; "Sen bizim için onun ağzını yıkadın. Biz
de senin kalbini temizledik." buyurdular.
Tâbiînin
ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin bir gün misâfirleri geldi. Hizmetçisine, misâfirlere
ikrâm etmek üzere acele yemek hazırlamasını söyledi. Hizmetçi hemen çorba
pişirip, bir tabağa koydu. Sıcak çorba tabağını misâfirlerin önüne koymak için
acele ile gelirken ayağı takılıp düştü. Sıcak çorba da Meymûn hazretlerinin
başından aşağı döküldü. Hizmetçi mahcûb olup, bana kızacak diye çok korktu. Bunu
gören hazret-i Meymûn bin Mihrân buyurdu ki: "Sana kızmıyorum. Seni affettim ve
Allahü teâlânın rızâsı için seni serbest bıraktım. Artık hürsün."
Evliyânın
meşhûrlarından Necmeddîn Dâye Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin Fârisî şiirlerinden iki beytinin tercümesi şöyledir:
Bize düşman olan da,
saâdet, iyilik bulsun
Cihandaki ömründe, nice
bereket bulsun.
Yolumuzun üzerine diken
koysa bir kimse,
Bizden ona diken gitmez.
Yollarında gül bulsun.
Cezâyir'de yetişen, hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin geceki hâlini, hanımı şöyle anlatır:
"Gecenin ilk kısmında bir mikdâr uyuyup, sonra kalkar, yüzünü semâya dönerek
kendi kendine sitem eder ve; "Hem Cehennem azâbından korkuyorsun, hem de
Cennet'e gideceği kendisine haber verilmiş bir kimse gibi uyuyorsun. Bu nasıl
hâldir?" derdi. Sonra da fecre, sabaha kadar ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu.
Ehl-i
sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın
büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden biri anlatır: Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile berâber
mescidden çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına
gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı
olduğunu ve bunu kabûl buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi
kabûl etti. Biraz sonra biri gelip, "Hanımım bir çocuk doğurdu. Yanımda hiç
param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz para istiyorum." dedi. İmâm-ı Şafiî
hazretleri keseyi hiç açmadan, olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki,
kendisinin de hiç parası yoktu.
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi
olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de, Behâeddîn Ömer (r.aleyh) hazretleridir.
Bu hocası hakkında buyurdu ki: "Bana Horasan şeyhlerinden Behâeddîn Ömer'in
tavırları gâyet hoş gelirdi. Ekseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin
hâline münâsib muâmele eder, hiçbir sûretle kendini halktan üstün tutmazdı."
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve
tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç kimseyi
ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. "Ben bu yolu,
tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan
götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet
ederim." buyurmuştur.
Kendisi
şöyle anlatmıştır: "Semerkand'da Mevlânâ Kutbüddîn Medresesinde, iki-üç hastanın
hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi.
Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim
için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi
su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim."
Büyük
velîlerden ve Mısır’da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ
Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok heybetliydi. Yaşı yüze yaklaştığı
hâlde çok namaz kılardı. “Hasta bile olsam nefsimi tenbelliğe alıştırmam.”
derdi. Birisi Zekeriyyâ Ensârî’ye bir mevzû anlatırken, lüzumsuz yere uzattığı
zaman; “Acele et, vaktimi zâyi ediyorsun.” derdi. Devamlı Allahü teâlânın zikri
ile meşgûl olurdu. Bir ekmeğin üçte birinden fazla yemezdi. Sâdece
Sa’îd-üs-sü’adâ dergâhında pişen ekmekten yerdi. “Orayı yaptıran sultan sâlih
olduğu için, orasının ekmeğini yiyorum” derdi. Çok sadaka verir ve sadakayı
gizli vermeye çok dikkat ederdi. Bu yüzden herkes onun az sadaka verdiğini
sanırdı. Gözlerine hastalık gelip kapandıktan sonra, birisi ondan bir şey
istemeye geldiği zaman, yanında kimse olup olmadığını sorar, yanında kimse yoksa
sadaka verirdi.
Tâbiînin
büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı
Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, oğulları,
hizmetçileri ve birkaç kişi ile sahraya çıkmışlardı. Sabah kahvaltısı
hazırlandı. Bir ceylan gelip yakınlarında durdu. Zeynelâbidîn ona; “Ben Ali bin
Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib, annem de, Resûlullah’ın kızı Fâtıma’dır. Gel
bizimle biraz yemek ye!” buyurdu. Ceylan gelip berâber yediler. Sonra ceylan bir
tarafa gitti. Hizmetçilerinden biri, yine çağırın, gelsin dedi.
“Dokunmayacağınıza söz verirseniz, çağırayım.” buyurdu. Hepsi,
dokunmayacaklarına söz verdiler. “Ben Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib’im,
annem de, Resûlullah’ın kızı Fâtıma’dır. Soframıza gel, biraz daha yiyelim.”
buyurdu. Ceylan tekrar geldi. Yemeğe başladı. Sofradakilerden biri, elini
ceylanın sırtına koydu. Ceylan ürküp gitti.
Zeynelâbidîn hazretleri yine bir gün arkadaşları ile sahrada oturuyordu. Bir
ceylan yanına geldi. Ayaklarını yere vurarak bir takım sesler çıkarttı.
Etrafındakiler ceylanın ne dediğini sordular. Zeynelâbidîn buyurdu ki: “Dün bir
Kureyşli, bu ceylanın yavrusunu tutmuş, “Yavruma dünden beri süt veremedim.”
diyor.” Bunun üzerine ceylanın yavrusunu tutan Kureyşliyi çağırdılar.
Zeynelâbidîn, Kureyşliye buyurdu ki: “Bu ceylanın yavrusunu tutmuşsun. Dünden
beri süt vermemiş, o yavruyu getir sütünü versin!” Kureyşli adam ceylanın
yavrusunu getirdi. Ceylan, yavrusuna süt verdi. Zeynelâbidîn, Kureyşliye,
yavruyu annesine bağışlamasını söyledi. O da râzı oldu. Ceylan, yavrusu ile
beraber sesler çıkararak gitti. Oradakiler ceylanın ne söylediğini sordular.
Zeynelâbidîn de buyurdu ki: “Allahü teâlâ size hayır ve iyilikler versin, diye
duâ ediyor."
Zeynelâbidîn hazretlerinin misâfirleri vardı. Kölesi sofrayı getirirken, sofra
kölenin elinden kaydı merdivenin altında oynayan küçük çocuğun üzerine düştü. Bu
küçük oğlu vefât etti. Köle bu durum karşısında çok korkup titremeye başladı.
Zeynelâbidîn onun bu hâli karşısında buyurdu ki: “Sen hiç korkma. Seni affettim.
Ve Allah rızâsı için âzâd ettim.” Bundan sonra da çocuğunun techiz ve tekfin
işlerini kendi elleri ile yaparak cenâzeyi kaldırdı.
|