CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂNIN HALLERİ

Büyük velîlerden Abdurrahmân Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin sohbeti çok tatlı idi. Bir kimse onun meclisinde bulunsa, ayrılmak istemezdi. Herkese iyilik ederdi. Âlimleri çok sever, onlara izzet ve ikrâmlarda bulunurdu. Fakirlere çok yardım ederdi. Hâliyle, sözleriyle insanları Allahü teâlânın dînine çağırırdı. Kış ve yaz giydiği tek elbisesi vardı. Huzûruna gelenleri hayırlı işlere teşvik eder, Kur'ân-ı kerîm, Peygamber efendimize salevât ve çok istigfâr okumalarını tenbih ederdi. Tasavvuf yolunu, bu yolun büyüklerini, onların sözlerini ve hâllerini sevmeyi bildirirdi. Bilhassa Şeyh-ul-Ekber Muhyiddîn-i Arabî'ye rahmetullahi aleyh çok hürmet ve tâzim eder ve ona saygıyı emrederdi.

Suriye'de yetişen velîlerden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel ahlâk sâhibi olup hep iyilik ederdi. Kimseye karşı çççkardeşlik akdi yapmışlardı. Yanına ilk defâ bir köylü sûretinde gelen Hızır aleyhisselâm devamlı onu ziyâret ederdi. Bir gün çok güzel bir koku duyan talebelerinden biri bu kokunun kaynağından suâl edince, hazret-i Hızır'dan bahsetti.

Allahü teâlâya çok ibâdet eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf gecenin son üçte birini ibâdetle geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmi çok okurdu. Gündüzleri insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatır, onların dünyâ ve âhiret saâdetlerine vesîle olmak için çalışırdı. Otuz sene boyunca gece ve gündüz çok az uyudu. "Neden uyumuyorsun?" diyenlere; "Sağ tarafına yattığında Cennet'i, sol tarafına yattığında Cehennem'i gören kimse nasıl uyur?" diye cevap verdi.

Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf hazretlerinin meclislerinde evliyâdan ve ricâl-i gayb denilen zâtlar da hazır bulunurdu. Bu zâtlar arasında İmâm-ı Gazâlî,  Abdülkâdir Geylânî gibi büyükler de vardı. O büyüklerin rûhâniyetlerinden istifâde eden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf kutbiyyet makâmına yükselmişti.

Âlimler ve evliyâlar, hâllerini gizlemesi sebebiyle ona Sekkâf lakabını vermişlerdi. Çünkü o insanları hâliyle, makâmıyla ve sözüyle üzmezdi. İlmiyle ve ameliyle insanlara karşı büyüklenmezdi. Şöhretten şiddetle kaçınırdı. Hâlbuki o, zamânındaki evliyânın en yükseği idi. Abdurrahmân es-Sekkâf sâdece Allahü teâlâdan rızâsını kazanmak için çırpınır; "Vallahi kalbim Allahü teâlânın başka, evlâda, mala, âile fertlerine, Cennet'e ve Cehennem'e hiç iltifat etmez. Allahü teâlânın rızâsına muvafık olmayan ne bir ev, ne bir mescid binâ ettim, ne de bir hurma fidanı diktim." buyururdu.

Abdurrahmân es-Sekkâf insanlara karşı güzel huylu, tatlı dilli ve güler yüzlü davranırdı. Kimseyi üzmemeye çok dikkat ederdi. Ancak ona zarar verenler veya onu üzenler başlarına bir hâl gelip pişman olurlardı.

On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) âilesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı ve Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Anne terbiyesi ve yaratılışındaki temizlik sebebiyle akranları arasında farkedilir oldu. Oyunla ve boş işlerle meşgûl olmuyor, hep faydalı işlerle ve ilim öğrenmekle vakit geçiriyordu.

Abdurrahmân Tâgî, çocukluğuyla ilgili olarak şöyle derdi: "Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah'tan gâfil olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm."

Abdurrahmân Tâgî hazretleri; Gerek ilim öğrendiği, gerekse ilim öğrettiği medreselerde en fazla yakınlık duyduğu kimseler, dünyâya gönül vermeyenlerdi. Bu sebeple kendisi, dünyâya meyl etmeyen, Allahü teâlâın rızâsına kavuşmayı asıl maksad kabûl eden bir zât idi.

Şeyh Abdülbârî Çarçâhî'ye talebe oldu. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyâret etmek gibi vazîfeler verdi. Bâzı geceler bir iki saat kabristânda kaldığı zamanlar oldu. Hattâ Tâhî köyünün mezarlığında açık bir mezâr vardı. Bâzı geceler bu mezara girerek orada sabahlardı. Bu arada insanlardan, dünyâ zevklerinden uzaklaşıp soğudu. Hocası ona bir gün ve bir gece boyunca yüz yetmiş bin kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretti ve; "Kalbini ateşten bir taş ve Lâ ilâhe illallah kelimesini de ateşli bir demir parçası say. Kalbini bu yüce cümle ile muhabbet ve cezbe (Hakka tutulmaklık) içinde döv. Böylece demir darbeleri altında kalan taşlarda görüldüğü gibi kalbinden kıvılcımlar çıksın." dedi. Bu tavsiyelere uyan Abdurrahmân Tâgî mânevî hallere kavuştu.

Sıbgatullah Arvâsî hazretleri ona icâzet vererek irşâdla, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi.

Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir gün talebelerinden birine bir hizmeti yapmasını emretti. Fakat talebesinde bu işe karşı bir isteksizlik meydana geldi. "Bu hizmeti başka bir sûfî yapsa onun için daha iyi olur. Bu iş bana ağır geliyor." diye kendi kendine söylendi. Bu durumun farkına varan Abdurrahmân Tâgî talebesine şöyle buyurdu:

"İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur. Ama kendisine zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan, o işten gelen hayrın başkası için değil kendisi için olduğunu bilmez. Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan o işi yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat bu defâ kendine değil de arkadaşına o işi yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir. Oysa o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil kendisinindir, bunu bilmez."

İnsanlara Allah rızâsı için iyiliği emr ederek ve kötülüklerden sakındırarak tasavvuf yolunda ilerlemelerine çalışan Abdurrahmân Tâgî, on sekiz yıl kaldığı ve irşâd vazîfesinde bulunduğu Nurşîn beldesinin insanlarını dâvet etmekten bir an geri kalmadı. Vefât etmeden önce ağır bir hastalığa yakalandı. Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmâl etmeyip, hepsini ayakta kıldı. Gece ibâdetini aslâ bırakmadı. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabiliyor, oturamayınca sırtını duvara dayıyordu. Bu durumu kendisine hatırlatılarak; "Siz hastasınız bu şekilde ibâdet yapamazsınız." diyenlere aldırış etmiyor, hattâ bu şekilde konuşmalarını istemiyordu.

İstanbul'un en yüksek üç evliyâsından biri olan Abdülfettâh-ı Bağdâdî Akrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta Bağdâd'ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrendi. Çok zeki olup kısa zamanda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs bir âlim oldu. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine talebe oldu. Bundan sonra hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalplere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; "Rabbimin husûsî ihsânına kavuşamadım." diye üzülürdü.

Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır, diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe binmesini yasaklamıştı. Yaya gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak yolculuklara hiçbir şeye binmeden giderdi. Yürüyerek, yolculuk ânında doğan mihnetlere, sıkıntılara katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı. Vazîfeli olarak İstanbul'a iki defâ yaya gitmişti. Bu tahammülü sebebiyle hocasının iltifâtlarına kavuştu ve önde gelen talebeleri arasına girdi. Öyle ki artık hocasının evine girer çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Bu hizmeti netîcesinde çok faydalara kavuştu. Kendisine insanları yetiştirmek, ilim ve edeb öğretmek izni verildi.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul'dan da pekçok kimse, Bağdad'a gidip, onun talebesi olmakla âhirette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdad'a gitmesi mümkün değildi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî'yi İstanbul'a gönderdi.

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi. Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi. Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse bana düşmanlık etse, ben ona şu üç halden biriyle karşılık veririm. Bu kimse benden yaşlı ise ona saygı duyar, karşılık vermem. Benden küçük ise onun için kötü muâmele yapmaya tenezzül etmem. Akranım ise ona af ve iyilikle muâmele ederim."

 Irak'ta yetişen evliyânın büyüklerinden Ali bin Ebû Bekr el-İdrîsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel hâllere kavuşmasını şöyle anlatır: "On sene nefsimin hevâsından uzak durdum. Sonra on sene kalbimi nefsin arzularından korudum. Sonra da on sene sırrımı kalbimden uzak tuttum. Sonra bize verilenler verildi."

Evliyânın meşhûrlarıdan Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yanıma gelen Sultan Bâyezîd Han da olsa İslâmiyetin bildirdiği şekilde davranırım." derdi. Bid'atlerden son derece sakınır, ilim ehline ikrâm ve iltifatta bulunurdu. Kendisi için ayağa kalkılmasını istemezdi. Her gün yirmi kadar fakir, talebesine yemek verirdi. Hediye kabûl etmezdi. Dul, yetim ve zayıflara çok merhametli idi. Onları kendisine tercih eder, fakir olduğu hâlde gücü yettiği kadar yiyecek, giyecek verirdi.

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Atpazarlı Osman Fadlı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, onun hakkında şöyle demektedir: "Hocam her hâlinde gizliliği tercih ederdi. Sünnete uygun olmayan bir şeyi yapmazdı. Şu üç şeyi hiç terketmezdi: 1) Her farz namaz için abdestini tâzelerdi. 2) Namazını dâimâ cemâatle kılardı. 3) Her ibâdet ve işi, Kitab ve sünnete uygun olarak yapardı. Her çeşit riyâzeti yapmıştır. Ramazân-ı şerîfte, bir yumurta ile iftâr ederdi. Bütün yediği bundan ibâretti. Derslerine iki yüz kadar talebe devâm ederdi. Bu talebelerin içinde; Trakya, Anadolu ve Arab Yarımadasından gelenler vardı."

Tâbiîn tanınmışlarından büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gelen geçeni rahatsız etmemesi için, damının oluğunu bahçe tarafına yapar, yola akıtmazdı. İnsanların incinmesini istemez ve kimseyi rahatsız edecek bir iş yapmazdı.

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) o derece riyâzet ve takvâ üzere idi ki, zarûrî ihtiyaçları dışında evinden çıkmamış, ağzına lezzet veren bir nîmet koymamıştır. Güzel ve yeni elbiseler giymedi. Halkın getirdiği yemekleri fakirlere bağışlayıp, oruçlu olduğunu kimseye bildirmedi. Annesi bile onun oruçlu olduğunu bilmez, gelen yemekleri yediğini zannederdi. Kimseden bir şey kabûl etmez, kâr ve kazanç peşinde koşmazdı. Babası vefât ettiğinde kalan mîrâsı bir vekilharç tutarak ona teslim etti. Bu para çoğalarak yirmi miskâl altına ulaştı. Dâvûd-i Tâî ihtiyaçlarını bu paradan karşıladığı hattâ isteyenlere ödünç para verdiği gibi fakirlere sadaka da dağıtmıştı. Parası bittiğinde ömrünün de tamam olması için duâ ve niyazda bulunmuştu; "Ey Rabbim! Bu mîrâs malını bize kâfi ve vefâlı kılıp, başkasının malına muhtâc etme. Malımız sona erince, senin huzûruna yüz akıyla gelenlerden olayım." diye ettiği duâ, Allahü teâlâ tarafından kabûl buyrulmuş, hakîkaten malı bittiğinde vefât etmişti.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yedincisi olan Ebû Ali Fârmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşmıştık. Bu sırada önümüze çok büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korktuk ve kaçıştık. Ebû Saîd hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyh hazretlerinin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı gösterir gibi hareketler yaptı. Ebû Saîd hazretleri yılana hitâb ederek; "Zahmet etmişsin" dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Bu hâdise üzerine Ebû Saîd hazretlerine bu ne haldir, diye sorduk. Dedi ki: "Bu dağda bulunduğum sırada birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tâzeledi. Ahdin güzelliği îmândandır. Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı."

Büyük velîlerden Ebû Ali Sekafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Kişi için en güzel hasletler nelerdir?” denildi. Cevaben; "Kişi, şu dört hasletten gâfil olmamalıdır: İlki doğru söz, ikincisi doğru iş, üçüncüsü samîmî dostluk, sonuncusu ise emânete riâyeti gözetmektir." buyurdular.

Yemen'in büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Seyyid Ebû Bekr eş-Şelî (rahmetullahi teâlâ aleyh) herkesle birlikte bulunmak yerine yalnızlığı tercih ederdi. Talebelerine olan şefkat ve yakınlığı, âlimler ve velîlere olan hürmet ve tâzimi pekçok idi. Sohbet esnâsında olsun, çeşitli yazışmalarda olsun, kendisinin medhedilmesini katiyyen istemezdi. Kerâmet göstermeyi sevmez, kendisinden fevkalâde bir hal sâdır olup kerâmet meydana gelirse bundan üzülüp mahcûb olurdu. Bir şey için bir kimseye duâ etse, Allahü teâlâ duâsını kabûl ederdi. Bir kimse Seyyid Ebû Bekr'in büyüklüğünü, üstünlüğünü bilip, kabûl ederek, inanarak ve onu vesîle ederek, onun hürmetine duâ etse, Allahü teâlânın izni ile murâdına kavuşurdu. Bir kimse Seyyid Ebû Bekr'e düşmanlık edecek olsa, sonunda pişman olur, düşmanlığından vazgeçerek, gelip özür dilerdi. Yine birisi ona hîle etmeyi düşünse, sonunda pişman olur, hîlesinden vazgeçerdi. Bu hâl defâlarca vâki olmuştur.

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talabesi Ebû Hüseyin Verrâk hazretleri şöyle demiştir: "Biz tasavvufta ilk talebeliğimiz sırasında Ebû Osman Hîrî'nin dergâhında şu hususlara dikkat ederdik. Bize haberimiz olmadan  ihsân edilen, verilen şeyleri ihtiyâcımız olsa bile severek muhtaç birine verirdik. Yanımızda yiyecek bulundurmadan gecelerdik. Yanımızda tutmaz, ihtiyâcı olanlara verirdik. Bize kötülük yapanlardan aslâ intikam almaz, hattâ onları mâzur görüp, alçak gönüllülük gösterir ve özür dilerdik. Hakâret gördüğümüz kimseye iyilik yapardık. İçimizdeki kötü düşünceler yok oluncaya kadar ona ihsânda, ikrâmda bulunurduk."

Tâbiînin büyüklerinden. Hadîs ve fıkıh âlimlerinden Eyyûb-ı Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında, Şû'be bin Haccâc; "Ebû Eyyûb ile bir yerde buluşmak üzere karar verdiğimizde, her gidişimizde onun benden önce geldiğini görürdüm." demiştir.

Endülüs'te yetişen hanım velîlerden Fâtıma binti Müsennâ (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) bir Ramazân-ı şerîf bayramı akşamı, bulunduğu beldedeki câminin önünden geçiyordu. Câminin müezzini Ebû Âmir isminde bir kimseydi. Elindeki sopayla Fâtıma binti Müsennâ'ya vurunca, dönüp müezzine baktı ve bir şey söylemeden ayrılıp gitti. Gönlü incinmişti. Kırık gönülle evinde ibâdet ve tâatine devâm etti. Kendisine sopa ile vuran müezzin sabah ezanını okumaya başlayınca, Fâtıma binti Müsennâ, o müezzin için Allahü teâlâya duâ etmeye başladı. Allahü teâlânın bir velî kulunu inciten kimseyi, mutlakâ cezâlandıracağını biliyordu. Müezzinin başına bir belâ gelmesinin yakın olduğunu bildiği ve belâya düçâr olmaması için şöyle duâ etti:

"Ya Rabbî! Şu gecenin son vaktinde, herkes uyurken kalkıp senin ismini, Kelime-i şehâdeti, Kelime-i tevhîdi söyleyen, senin ve habîbinin ismini zikreden, senin dâvetini, emrini, senin kullarına bildiren şu kimseyi, bana yaptığı sebebiyle cezâlandırma! Onu affet. Beni kırmış olduğu için ona cezâ verme! Âmin!"

Anadolu'da yetişen velîlerden Hasan Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi el emeği ile kazandığı helal yiyecekleri yer, buna çok dikkat ederdi. Bu sebeple kendi bağında, bahçesinde çalışırdı. Çalışmaları sırasında namaz vakti girince cemâati aslâ kaçırmaz, câmiye gider, cemâatle namaz kılardı. Namazdan sonra da halkın can kulağı ile dinlediği sohbetlerini yapar, yine işine dönerdi. Bir gün yine bir namaz vakti câmiye gelmişti. Bağını bellemek için kullandığı belini de yanında getirip câminin girişinde bir yere koydu. Namaza durdu. Bâzı kimseler cemâat namaza durunca Hasan Dede'nin belini kimse görmeden alıp minâreye sakladılar. Namaz bittikten sonra Hasan Dede hiç kimseye bir şey söylemeden minâreye çıkıp belini aldı. Tebessüm ederek, güler yüzle bağına gitti. Onun bu güzel halleri, kimseyi incitmemesi, kırmaması, herkesin iyiliği için çalışması, çevresinde mükemmel bir örnek teşkil ederdi.

Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir sarhoşun yanından geçiyordu. Ağzı bulaşmış, yerde yatar gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve; "Allahü teâlânın isminin anıldığı bir ağzı böyle bulaşmış berbat halde bırakmak hürmetsizlik olur." buyurdu. Sarhoş kendine gelince İbrâhim Edhem hazretlerinin yaptığını ve söylediği sözü bildirdiler. O kimse tövbe etti ve sâlihlerden oldu. Sonra İbrâhim Edhem hazretlerine rüyâsında; "Sen bizim için onun ağzını yıkadın. Biz de senin kalbini temizledik." buyurdular.

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir gün misâfirleri geldi. Hizmetçisine, misâfirlere ikrâm etmek üzere acele yemek hazırlamasını söyledi. Hizmetçi hemen çorba pişirip, bir tabağa koydu. Sıcak çorba tabağını misâfirlerin önüne koymak için acele ile gelirken ayağı takılıp düştü. Sıcak çorba da Meymûn hazretlerinin başından aşağı döküldü. Hizmetçi mahcûb olup, bana kızacak diye çok korktu. Bunu gören hazret-i Meymûn bin Mihrân buyurdu ki: "Sana kızmıyorum. Seni affettim ve Allahü teâlânın rızâsı için seni serbest bıraktım. Artık hürsün."

Evliyânın meşhûrlarından Necmeddîn Dâye Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Fârisî şiirlerinden iki beytinin tercümesi şöyledir:

 

Bize düşman olan da, saâdet, iyilik bulsun

Cihandaki ömründe, nice bereket bulsun.

 

Yolumuzun üzerine diken koysa bir kimse,

Bizden ona diken gitmez. Yollarında gül bulsun.

 

Cezâyir'de yetişen, hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin geceki hâlini, hanımı şöyle anlatır: "Gecenin ilk kısmında bir mikdâr uyuyup, sonra kalkar, yüzünü semâya dönerek kendi kendine sitem eder ve; "Hem Cehennem azâbından korkuyorsun, hem de Cennet'e gideceği kendisine haber verilmiş bir kimse gibi uyuyorsun. Bu nasıl hâldir?" derdi. Sonra da fecre, sabaha kadar ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu.

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile berâber mescidden çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı olduğunu ve bunu kabûl buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi kabûl etti. Biraz sonra biri gelip, "Hanımım bir çocuk doğurdu. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz para istiyorum." dedi. İmâm-ı Şafiî hazretleri keseyi hiç açmadan, olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de, Behâeddîn Ömer (r.aleyh)  hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki: "Bana Horasan şeyhlerinden Behâeddîn Ömer'in tavırları gâyet hoş gelirdi. Ekseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsib muâmele eder, hiçbir sûretle kendini halktan üstün tutmazdı."

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. "Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim." buyurmuştur.

Kendisi şöyle anlatmıştır: "Semerkand'da Mevlânâ Kutbüddîn Medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim."

Büyük velîlerden ve Mısır’da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok heybetliydi. Yaşı yüze yaklaştığı hâlde çok namaz kılardı. “Hasta bile olsam nefsimi tenbelliğe alıştırmam.” derdi. Birisi Zekeriyyâ Ensârî’ye bir mevzû anlatırken, lüzumsuz yere uzattığı zaman; “Acele et, vaktimi zâyi ediyorsun.” derdi. Devamlı Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olurdu. Bir ekmeğin üçte birinden fazla yemezdi. Sâdece Sa’îd-üs-sü’adâ dergâhında pişen ekmekten yerdi. “Orayı yaptıran sultan sâlih olduğu için, orasının ekmeğini yiyorum” derdi. Çok sadaka verir ve sadakayı gizli vermeye çok dikkat ederdi. Bu yüzden herkes onun az sadaka verdiğini sanırdı. Gözlerine hastalık gelip kapandıktan sonra, birisi ondan bir şey istemeye geldiği zaman, yanında kimse olup olmadığını sorar, yanında kimse yoksa sadaka verirdi.

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, oğulları, hizmetçileri ve birkaç kişi ile sahraya çıkmışlardı. Sabah kahvaltısı hazırlandı. Bir ceylan gelip yakınlarında durdu. Zeynelâbidîn ona; “Ben Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib, annem de, Resûlullah’ın kızı Fâtıma’dır. Gel bizimle biraz yemek ye!” buyurdu. Ceylan gelip berâber yediler. Sonra ceylan bir tarafa gitti. Hizmetçilerinden biri, yine çağırın, gelsin dedi. “Dokunmayacağınıza söz verirseniz, çağırayım.” buyurdu. Hepsi, dokunmayacaklarına söz verdiler. “Ben Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib’im, annem de, Resûlullah’ın kızı Fâtıma’dır. Soframıza gel, biraz daha yiyelim.” buyurdu. Ceylan tekrar geldi. Yemeğe başladı. Sofradakilerden biri, elini ceylanın sırtına koydu. Ceylan ürküp gitti.

Zeynelâbidîn hazretleri yine bir gün arkadaşları ile sahrada oturuyordu. Bir ceylan yanına geldi. Ayaklarını yere vurarak bir takım sesler çıkarttı. Etrafındakiler ceylanın ne dediğini sordular. Zeynelâbidîn buyurdu ki: “Dün bir Kureyşli, bu ceylanın yavrusunu tutmuş, “Yavruma dünden beri süt veremedim.” diyor.” Bunun üzerine ceylanın yavrusunu tutan Kureyşliyi çağırdılar. Zeynelâbidîn, Kureyşliye buyurdu ki: “Bu ceylanın yavrusunu tutmuşsun. Dünden beri süt vermemiş, o yavruyu getir sütünü versin!” Kureyşli adam ceylanın yavrusunu getirdi. Ceylan, yavrusuna süt verdi. Zeynelâbidîn, Kureyşliye, yavruyu annesine bağışlamasını söyledi. O da râzı oldu. Ceylan, yavrusu ile beraber sesler çıkararak gitti. Oradakiler ceylanın ne söylediğini sordular. Zeynelâbidîn de buyurdu ki: “Allahü teâlâ size hayır ve iyilikler versin, diye duâ ediyor."

Zeynelâbidîn hazretlerinin misâfirleri vardı. Kölesi sofrayı getirirken, sofra kölenin elinden kaydı merdivenin altında oynayan küçük çocuğun üzerine düştü. Bu küçük oğlu vefât etti. Köle bu durum karşısında çok korkup titremeye başladı. Zeynelâbidîn onun bu hâli karşısında buyurdu ki: “Sen hiç korkma. Seni affettim. Ve Allah rızâsı için âzâd ettim.” Bundan sonra da çocuğunun techiz ve tekfin işlerini kendi elleri ile yaparak cenâzeyi kaldırdı.