EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Büyük
velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
babası Mustafa Efendi, diğer oğlunun askerde olması sebebiyle yardımına muhtac
olduğu Ziyâeddîn Efendiyi bir gün yanına çağırıp; “Oğlum! İlmin, mâsivâdan yâni
Allahü teâlâdan başka her şeyden daha üstün ve alış verişten daha lüzumlu
olduğunu bilirim. Fakat, senin yaşın küçük. Bu zamâna kadar öğrendiklerin sana
şimdilik yeter. Ben seni ilim öğrenme yolundan alıkoymak istemem. Ancak askere
giden ağabeyin dönünceye kadar sabret. O zaman seni ilim ve irfân merkezi olan
İstanbul’a gönderirim. Hiç olmazsa şimdilik bana işlerimde yardımcı ol.” dedi.
Onun ilim ve ticâret yükü altında ezilmesinden korkmuştu. Ziyâeddîn Efendi
babasının sözüne “Peki” dedi. Bir taraftan ticâretle meşgûl olurken, ilimle
uğraşmaktan da geri durmadı. Ağabeyinin askerden dönmesini sabırsızlıkla
beklerken kendi ördüğü para keselerini satarak helâl lokma ile ilim tahsîli için
para biriktirmeye başladı. On beş yaşlarındayken amcası ile birlikte ticâret
için İstanbul’a gitti.
Ziyâeddîn
Efendi İstanbul'dayken ağabeyinin askerden döndüğünü haber aldı. Bunun üzerine
İstanbul’da kalmaya niyet etti. Babası için lüzumlu şeyleri satın aldı ve onları
amcasına teslim etti. Sonra da amcasına Trabzon’a dönmek istemeyip İstanbul’da
ilim ve irfân yoluna girmek istediğini şöyle ifâde etti: “Muhterem amcacığım!
Ben şu anda ilim ve irfân beldesi İstanbul’dayım. Bu sebeple târifi imkânsız bir
sevinç içindeyim. Artık memleketime dönmek istemiyorum. Ağabeyim askerden
dönmüş. Artık babam yalnızlıktan kurtuldu ve kendisine yardımcı buldu. Ben
burada kalıp ilmimi tamamlamak istiyorum. Mâzeretimi kabûl edeceğinizi umarım.
Sakın bana incinip gücenmeyiniz. İleride lâzım olur düşüncesiyle kendi ellerimle
örerek sattığım para keselerinden birkaç kuruş biriktirmiştim. Bunlardan kendime
bir şey ayırmadan size vererek babama gönderiyorum. Yardımcı ve dost olarak bana
Allahü teâlâ yeter. Üzerimde hakkı olan yakınlarımın haklarını helâl edip,
duâlarında unutmamaları en büyük arzumdur. Ben de kapanacağım odamda sizleri duâ
ve hayırla yâd edeceğim.”
Ziyâeddîn
Efendi bu vedâlaşmadan sonra hiçbir tanıdığı olmadığı ve yanında bir harçlığı
bile kalmadığı halde Allahü teâlâya tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde
İstanbul’da kaldı.
Ahmed
Ziyâeddîn Efendi, İstanbul’a gelişinin ilk günlerinde bir rüyâ gördü. Büyük bir
câminin içinde cemâat arasında otururken binânın çevresinde yangın çıkıp, ateş
her tarafı sardı. Cemâatin canhıraş feryatlarla sağa sola koşuşarak çıkış yolu
aradığı bir sırada, belki bir kurtuluş yolu bulurum ümidiyle gözlerini kubbeye
doğru kaldırınca, tam kubbenin ortasında aşağıya sarkıtılmış bir zincir gözüne
ilişti. Hemen zincire yapışıp göğe doğru yükselerek bu bâdireden kurtuldu. Bu
rüyâdan kısa bir müddet sonra ders almak için gittiği Süleymâniye Câmiine
girince, rüyâda gördüğü mâbedin burası olduğunu ve kendisinin mânevî bir
işâretle îkâz edildiğini anladı.
Ziyâeddîn
Efendi sonra Bâyezîd Medresesine gidip talebe oldu. Burada ilim, hikmet, fen ve
ahlâk bilgilerini tahsîl etti. Sonra Mahmûd Paşa Medresesine giderek orada sol
sıradaki en son odaya yerleşip kendisini ilim ve ibâdete verdi. Medresedeki
üstün başarısı üzerine zaman zaman hocalarına vekâleten onların izniyle
arkadaşlarına dersler verdi.
Ziyâeddîn
Efendi, Mahmûd Paşa Medresesinden icâzet aldıktan sonra Bâyezîd Medresesinde
müderrisliğe başladı. Bir taraftan günden güne genişleyen ders halkasında ilim
öğretirken, diğer yandan ilmî eserler telif ve neşretmeye başladı. Yirmi beş
sene geceleri sabahlara kadar kitap yazmakla meşgûl oldu. Zâhirî ilimlerde
icâzet, diploma verme derecesine ulaşmasına rağmen devamlı tasavvufî yönden
mânevî ilimlerde irşâd edilme ihtiyâcını hissetti. Bu yüzden yetişmiş ve
yetiştirebilen bir mürşid-i kâmil aramaya başladı. Bu sıralarda Üsküdar’da Alaca
Minâre Dergâhında ilim ve irfân neşrine başlayan evliyânın büyüklerinden
Abdülfettâh-ı Akrî hazretleriyle bir sohbet meclisinde tanıştı. Bu mübârek zât,
büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebesiydi. İstanbul’un
üzerine güneş gibi doğan bu mübârek zât, saçtığı feyzlerle gönülleri
fethediyordu. Herkese açık olan bu ilim ve irfân meclisine Ahmed Ziyâeddîn
Efendi de devâm etmeye başladı. Bir gün Ziyâeddîn Efendi, Abdülfettâh-ı Akrî
hazretlerine talebe olmak arzusunu açıklayınca, Abdülfettâh hazretleri tebessüm
edip; “İleride gelecek olan zât buna izinlidir. Binâenaleyh onun gelmesini
beklemek münâsiptir.” buyurdu. Kâmil, olgun bir zât için aradığı bütün
özelliklerin Abdülfettâh hazretlerinde bulunduğuna iyice kâni olan Ziyâeddîn
Efendi ona mutlaka talebe olmak, mânevî terbiyesine girmek arzusu ile bir gün
dergâhına gitti. Orada hiç görmediği fakat yıllarca berâber bulunmuş gibi
yakınlık duyduğu bir zâtla karşılaştı. Bu zât tebessüm edip kendisine; “Ey Ahmed
Ziyâeddîn! Sizin mânevî terbiyeniz ezelde bize verilmiştir. Sırf sizin için tâ
Şam’dan Anadolu’ya geldim.” dedi. Ziyâeddîn Efendi şaşırıp tanımadığı bu zâtın
kendisine ismiyle hitâb etmesinden hayretler içinde kaldı. Bu zât, Mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin önde gelen talebelerinden Trablusşam Müftüsü,
meşhûr Ahmed bin Süleymân el-Ervâdî hazretleriydi. Ervâdî hazretleri, hocası
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yıllar öncesi kendisine; “Ey dost, nûrları
ile Afrika, Buhârâ, Mısır, Mekke, Medîne, Hindistan ve Uzakdoğu’nun
aydınlanacağı zât için İstanbul’a git, onu ara bul. O henüz açılmamış bir
vilâyet goncasıdır. Her ne kadar İstanbul’a birçok talebemiz gönderilmişse de,
onun nasîbi ezelde sana tevdî ve tensîb edilmiştir. Onun irşâdı ile meşgûl ol.
Adın onunla daha çok duyulacak ve sen onunla daha çok bilineceksin. Zîrâ o,
bizden sonra yolumuzun büyüğü ve yayıcısı olacaktır.” buyurarak verdiği işâretle
İstanbul’a gelmişti.
Ziyâeddîn
Efendi ile Ervâdî hazretleri el ele tutuşup Abdülfettâh hazretlerinin huzûruna
girdiler. O zaman Abdülfettâh Efendi; “Ziyâeddîn, işte senin hocan budur. Derhal
ona intisâb et, bağlan. Bizim aramızda ayrılık gayrılık yoktur. Biz aynı
kaynaktan feyz alıyoruz. Aynı fidanın iki gülü gibiyiz.” buyurdu ve hemen
huzûrunda yapılan duâ ile Ziyâeddîn Efendi, Ervâdî hazretlerinin mânevî
terbiyesine girdi.
Ziyâeddîn
Efendi, hocası Ervâdî hazretlerini, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında misâfir
etti. Burada kırk gün halvette, yalnız ibâdetle meşgûl oldu. Teveccüh ve
bereketleri görülmeye başlandı. Ervâdî hazretleri, Gümüşhânevî’nin Mahmûd Paşa
Medresesindeki derslerini de tâkib etti. Ervâdî hazretleri bir gün âniden
ortadan kayboldu. Onun ayrılığı Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerini
dalından kopmuş bir gül gibi soldurdu. Teselliyi Abdülfettâh Efendinin
sohbetlerine devâm etmekte buldu. Tam bir sene süren bu ayrılıktan sonra, Ervâdî
hazretleri tekrar İstanbul’a geldi. İki seneye yakın bir zaman Ayasofya Câmiinde
hadîs-i şerîf ilmi öğretti. Bu arada Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerine,
Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Hâlidiyye,
Halvetiyye, Bedeviyye, Rıfâiyye ve Şâziliyye yolunda icâzet, diploma verdi.
Abdülfettâh Efendiyi de Gümüşhânevî’ye sohbet şeyhi olarak tavsiye edip
memleketi olan Trablusşam’a geri döndü.
Ahmed
Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri, Abdülfettâh Efendiyi vefâtına kadar sohbet
şeyhi kabûl etti. Karşılıklı ziyâretlerde bulundular. Abdülfettâh-ı Akrî
hazretlerinin 1864 yılında vefâtından sonra Ahmed Ziyâeddîn Efendi, İstanbul’da
hak yolun bilgilerini anlatmaya başladı. Haftalık sohbetlerinde
Râmûzü’l-Ehâdîs’i şerh edip açıkladı. Levâmiü’l-Ukûl adlı eseri, bu şerhlerin
bir araya toplanması ile meydana geldi.
Ahmed
Ziyâeddîn Efendi hazretleri, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında ilmî eserler
telif ve tertîbi ile vakit geçirdi. Kendisine gelenlere ilim ve edeb neşrine
başladı. Talebeleri gitgide çoğalıp medrese odaları almaz olunca, zamânın
hükûmet binası olan Bâb-ı Âlî’nin tam karşısındaki Fatma Sultan Câmiini metrûk
halden kurtararak tâmir ettirip, sohbetler için dergâh hâline getirdi. Bilâhare
câmi civarlarına hücreler inşâ edilerek tam bir dergâh hüviyeti kazandırıldı.
Fatma Sultan Câmii bu târihten sonra Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi adıyla anılmaya
başladı.
Ziyâeddîn
Gümüşhânevî hazretleri on altı yıl talebelerine mânevî ilimleri öğretip onları
yetiştirdi. Talebelerini ve sevdiklerini haram olan alış verişten korumak için
Osmanlı Devletinin iktisâdî ve içtimâî târihinde mevcûd olan “avârız
sandıklarına” benzer dergâh içi bir yardımlaşma ve ödünç alma müessesesi kurdu.
Talebelerine ev ve iş yerlerinde işe yaramaz ve beklemekte olan menkul
servetlerini dergâhta toplamalarını emretti. Muhtaç talebelerinin burada biriken
paradan ihtiyaçları kadar mâlî güçlerine göre ve daha sonra ödemeleri üzere
karz-ı hasen usûlü üzere borç almalarını sağladı. Neticede sonraları bir araya
gelen sermâye ile bir matbaa bile kuruldu. Neşredilen ilmî eserler bedelsiz
dağıtıldı. Böylece ilme hizmet edildi. İstanbul, Rize, Bayburt ve Of’ta on sekiz
bin cilt eser, dört ayrı kütüphâne kurularak Anadolu’da kültür merkezlerinin
meydana getirilmesine çalışıldı.
Ziyâeddîn
Gümüşhânevî hazretleri güzel ahlâk ve güzel halleriyle meşhûr oldu. Dünyâ malına
kıymet vermezdi. Allahü teâlâdan korkusu pekçoktu. Az yemek, az uyumak ve az
konuşmak âdet-i şerîfesiydi. Peygamber efendimizin sünnetine çok bağlıydı.
Talebesi Mustafa Fevzi Efendi anlatır: “Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri
yemekten evvel ve sonra tuza banar, misâfirsiz sofraya oturmak istemezdi.”
Ziyâeddîn
Gümüşhânevî hazretleri lüzumsuz sözlerden hoşlanmaz ve boş vakit geçirmezdi.
Çoğu geceleri ilimle meşgûl olur, sabah namazından işrak vaktine kadar ve yatsı
namazından sonra mecbûr kalmadıkça dünyâ kelâmı konuşmamaya dikkat ederdi.
Yetmiş bin Kelîme-i tevhîd okumayı âdet hâline getirmişti. Yatacağı zaman
mutlakâ Yâsîn sûresini okurdu. Kendisi okuyamayacak derecede ise, birisine
okuturdu. Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı sayardı. Bir defâsında
hasta yatağında baygın bir şekilde ayakları toplu olarak yatarken, tedâvîsi için
gelen doktor tarafından ayakları uzatıldığında, utancından kıpkırmızı kesilmiş
ve gözlerini hafifçe açarak; “Bir de beni Rabbimin huzûrunda ayak uzatma suçu
ile başbaşa bırakmayın!” demiş ve ayaklarını toplamıştır.
Ziyâeddîn
Gümüşhânevî hazretlerinin sohbetleri çok tatlı olurdu. Zaman zaman sohbet ve
derslerine Sultan Abdülmecîd, Sultan Abdülazîz ve Sultan Abdülhamîd Han devâm
etti. Bilhassa Sultan Abdülhamîd Han ile aralarında husûsî sohbet ve istişâreler
olmuştur. Talebeleri arasında birçok devlet adamı yetişmiştir.
Ziyâeddîn
Gümüşhânevî hazretlerinin ticâretle uğraşan bir talebesi bir gece başka bir
beldeye gitmek için yola çıktı. Yalnızlık, karanlık ve gideceği yerin uzaklığı
onun için büyük tehlikeydi. Bir müddet yol aldıktan sonra kendisini bir korku
kapladı. Bu korku gittikçe arttı. Neredeyse korkudan aklı gidecek oldu. O an
aklına hocası Ziyâeddîn hazretleri geldi. Gelmesiyle birlikte onu önünde beyaz
bir at üzerinde görüverdi. Hemen süratlenip ona yetişti. Ziyâeddîn hazretleri
talebeye tebessüm edip; “Korkma oğlum! Bize tâbi ol. Allahü teâlânın izniyle biz
darda kalanlara yardım ederiz. Biz sana yoldaş olduk. Bizi tâkib et, maksadına
ulaşırsın.” buyurdular. O talebe atından indi, lâkin Ziyâeddîn hazretlerini
göremedi. Tekrar korkusu çoğaldı. Hemen atına bindiğinde Ziyâeddîn hazretlerini
gördü. Bu hal üç defâ tekrar etti. Sonra onu tâkib etti. Bir hayli mesâfe
gittiler. Sabah olmuştu. Talebenin korkusu gitmiş, gideceği yere de hocasının
rehberliğinde varmıştı.
Ziyâeddîn
Gümüşhânevî hazretleri kalpten geçenleri bilirdi. Dergâhta hizmet edenlerden
biri bir gün kalbinden; “Evlenseydim mutlaka birkaç evlâdım olurdu.” diye
geçirdi. Ziyâeddîn hazretleri onu görünce tebessüm ederek; “Çocukların büyüdüler
mi?” diye sordu. O hizmetçi mahcub oldu ve bunun üzerine af diledi ve sonra
kalbinden geçenlere dikkat etmeye başladı.
|