CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Mustafa Efendi, diğer oğlunun askerde olması sebebiyle yardımına muhtac olduğu Ziyâeddîn Efendiyi bir gün yanına çağırıp; “Oğlum! İlmin, mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden daha üstün ve alış verişten daha lüzumlu olduğunu bilirim. Fakat, senin yaşın küçük. Bu zamâna kadar öğrendiklerin sana şimdilik yeter. Ben seni ilim öğrenme yolundan alıkoymak istemem. Ancak askere giden ağabeyin dönünceye kadar sabret. O zaman seni ilim ve irfân merkezi olan İstanbul’a gönderirim. Hiç olmazsa şimdilik bana işlerimde yardımcı ol.” dedi. Onun ilim ve ticâret yükü altında ezilmesinden korkmuştu. Ziyâeddîn Efendi babasının sözüne “Peki” dedi. Bir taraftan ticâretle meşgûl olurken, ilimle uğraşmaktan da geri durmadı. Ağabeyinin askerden dönmesini sabırsızlıkla beklerken kendi ördüğü para keselerini satarak helâl lokma ile ilim tahsîli için para biriktirmeye başladı. On beş yaşlarındayken amcası ile birlikte ticâret için İstanbul’a gitti.

Ziyâeddîn Efendi İstanbul'dayken ağabeyinin askerden döndüğünü haber aldı. Bunun üzerine İstanbul’da kalmaya niyet etti. Babası için lüzumlu şeyleri satın aldı ve onları amcasına teslim etti. Sonra da amcasına Trabzon’a dönmek istemeyip İstanbul’da ilim ve irfân yoluna girmek istediğini şöyle ifâde etti: “Muhterem amcacığım! Ben şu anda ilim ve irfân beldesi İstanbul’dayım. Bu sebeple târifi imkânsız bir sevinç içindeyim. Artık memleketime dönmek istemiyorum. Ağabeyim askerden dönmüş. Artık babam yalnızlıktan kurtuldu ve kendisine yardımcı buldu. Ben burada kalıp ilmimi tamamlamak istiyorum. Mâzeretimi kabûl edeceğinizi umarım. Sakın bana incinip gücenmeyiniz. İleride lâzım olur düşüncesiyle kendi ellerimle örerek sattığım para keselerinden birkaç kuruş biriktirmiştim. Bunlardan kendime bir şey ayırmadan size vererek babama gönderiyorum. Yardımcı ve dost olarak bana Allahü teâlâ yeter. Üzerimde hakkı olan yakınlarımın haklarını helâl edip, duâlarında unutmamaları en büyük arzumdur. Ben de kapanacağım odamda sizleri duâ ve hayırla yâd edeceğim.”

Ziyâeddîn Efendi bu vedâlaşmadan sonra hiçbir tanıdığı olmadığı ve yanında bir harçlığı bile kalmadığı halde Allahü teâlâya tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde İstanbul’da kaldı.

Ahmed Ziyâeddîn Efendi, İstanbul’a gelişinin ilk günlerinde bir rüyâ gördü. Büyük bir câminin içinde cemâat arasında otururken binânın çevresinde yangın çıkıp, ateş her tarafı sardı. Cemâatin canhıraş feryatlarla sağa sola koşuşarak çıkış yolu aradığı bir sırada, belki bir kurtuluş yolu bulurum ümidiyle gözlerini kubbeye doğru kaldırınca, tam kubbenin ortasında aşağıya sarkıtılmış bir zincir gözüne ilişti. Hemen zincire yapışıp göğe doğru yükselerek bu bâdireden kurtuldu. Bu rüyâdan kısa bir müddet sonra ders almak için gittiği Süleymâniye Câmiine girince, rüyâda gördüğü mâbedin burası olduğunu ve kendisinin mânevî bir işâretle îkâz edildiğini anladı.

Ziyâeddîn Efendi sonra Bâyezîd Medresesine gidip talebe oldu. Burada ilim, hikmet, fen ve ahlâk bilgilerini tahsîl etti. Sonra Mahmûd Paşa Medresesine giderek orada sol sıradaki en son odaya yerleşip kendisini ilim ve ibâdete verdi. Medresedeki üstün başarısı üzerine zaman zaman hocalarına vekâleten onların izniyle arkadaşlarına dersler verdi.

Ziyâeddîn Efendi, Mahmûd Paşa Medresesinden icâzet aldıktan sonra Bâyezîd Medresesinde müderrisliğe başladı. Bir taraftan günden güne genişleyen ders halkasında ilim öğretirken, diğer yandan ilmî eserler telif ve neşretmeye başladı. Yirmi beş sene geceleri sabahlara kadar kitap yazmakla meşgûl oldu. Zâhirî ilimlerde icâzet, diploma verme derecesine ulaşmasına rağmen devamlı tasavvufî yönden mânevî ilimlerde irşâd edilme ihtiyâcını hissetti. Bu yüzden yetişmiş ve yetiştirebilen bir mürşid-i kâmil aramaya başladı. Bu sıralarda Üsküdar’da Alaca Minâre Dergâhında ilim ve irfân neşrine başlayan evliyânın büyüklerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretleriyle bir sohbet meclisinde tanıştı. Bu mübârek zât, büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebesiydi. İstanbul’un üzerine güneş gibi doğan bu mübârek zât, saçtığı feyzlerle gönülleri fethediyordu. Herkese açık olan bu ilim ve irfân meclisine Ahmed Ziyâeddîn Efendi de devâm etmeye başladı. Bir gün Ziyâeddîn Efendi, Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerine talebe olmak arzusunu açıklayınca, Abdülfettâh hazretleri tebessüm edip; “İleride gelecek olan zât buna izinlidir. Binâenaleyh onun gelmesini beklemek münâsiptir.” buyurdu. Kâmil, olgun bir zât için aradığı bütün özelliklerin Abdülfettâh hazretlerinde bulunduğuna iyice kâni olan Ziyâeddîn Efendi ona mutlaka talebe olmak, mânevî terbiyesine girmek arzusu ile bir gün dergâhına gitti. Orada hiç görmediği fakat yıllarca berâber bulunmuş gibi yakınlık duyduğu bir zâtla karşılaştı. Bu zât tebessüm edip kendisine; “Ey Ahmed Ziyâeddîn! Sizin mânevî terbiyeniz ezelde bize verilmiştir. Sırf sizin için tâ Şam’dan Anadolu’ya geldim.” dedi. Ziyâeddîn Efendi şaşırıp tanımadığı bu zâtın kendisine ismiyle hitâb etmesinden hayretler içinde kaldı. Bu zât, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin önde gelen talebelerinden Trablusşam Müftüsü, meşhûr Ahmed bin Süleymân el-Ervâdî hazretleriydi. Ervâdî hazretleri, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yıllar öncesi kendisine; “Ey dost, nûrları ile Afrika, Buhârâ, Mısır, Mekke, Medîne, Hindistan ve Uzakdoğu’nun aydınlanacağı zât için İstanbul’a git, onu ara bul. O henüz açılmamış bir vilâyet goncasıdır. Her ne kadar İstanbul’a birçok talebemiz gönderilmişse de, onun nasîbi ezelde sana tevdî ve tensîb edilmiştir. Onun irşâdı ile meşgûl ol. Adın onunla daha çok duyulacak ve sen onunla daha çok bilineceksin. Zîrâ o, bizden sonra yolumuzun büyüğü ve yayıcısı olacaktır.” buyurarak verdiği işâretle İstanbul’a gelmişti.

Ziyâeddîn Efendi ile Ervâdî hazretleri el ele tutuşup Abdülfettâh hazretlerinin huzûruna girdiler. O zaman Abdülfettâh Efendi; “Ziyâeddîn, işte senin hocan budur. Derhal ona intisâb et, bağlan. Bizim aramızda ayrılık gayrılık yoktur. Biz aynı kaynaktan feyz alıyoruz. Aynı fidanın iki gülü gibiyiz.” buyurdu ve hemen huzûrunda yapılan duâ ile Ziyâeddîn Efendi, Ervâdî hazretlerinin mânevî terbiyesine girdi.

Ziyâeddîn Efendi, hocası Ervâdî hazretlerini, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında misâfir etti. Burada kırk gün halvette, yalnız ibâdetle meşgûl oldu. Teveccüh ve bereketleri görülmeye başlandı. Ervâdî hazretleri, Gümüşhânevî’nin Mahmûd Paşa Medresesindeki derslerini de tâkib etti. Ervâdî hazretleri bir gün âniden ortadan kayboldu. Onun ayrılığı Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerini dalından kopmuş bir gül gibi soldurdu. Teselliyi Abdülfettâh Efendinin sohbetlerine devâm etmekte buldu. Tam bir sene süren bu ayrılıktan sonra, Ervâdî hazretleri tekrar İstanbul’a geldi. İki seneye yakın bir zaman Ayasofya Câmiinde hadîs-i şerîf ilmi öğretti. Bu arada Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerine, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Hâlidiyye, Halvetiyye, Bedeviyye, Rıfâiyye ve Şâziliyye yolunda icâzet, diploma verdi. Abdülfettâh Efendiyi de Gümüşhânevî’ye sohbet şeyhi olarak tavsiye edip memleketi olan Trablusşam’a geri döndü.

Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri, Abdülfettâh Efendiyi vefâtına kadar sohbet şeyhi kabûl etti. Karşılıklı ziyâretlerde bulundular. Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin 1864 yılında vefâtından sonra Ahmed Ziyâeddîn Efendi, İstanbul’da hak yolun bilgilerini anlatmaya başladı. Haftalık sohbetlerinde Râmûzü’l-Ehâdîs’i şerh edip açıkladı. Levâmiü’l-Ukûl adlı eseri, bu şerhlerin bir araya toplanması ile meydana geldi.

Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretleri, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında ilmî eserler telif ve tertîbi ile vakit geçirdi. Kendisine gelenlere ilim ve edeb neşrine başladı. Talebeleri gitgide çoğalıp medrese odaları almaz olunca, zamânın hükûmet binası olan Bâb-ı Âlî’nin tam karşısındaki Fatma Sultan Câmiini metrûk halden kurtararak tâmir ettirip, sohbetler için dergâh hâline getirdi. Bilâhare câmi civarlarına hücreler inşâ edilerek tam bir dergâh hüviyeti kazandırıldı. Fatma Sultan Câmii bu târihten sonra Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi adıyla anılmaya başladı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri on altı yıl talebelerine mânevî ilimleri öğretip onları yetiştirdi. Talebelerini ve sevdiklerini haram olan alış verişten korumak için Osmanlı Devletinin iktisâdî ve içtimâî târihinde mevcûd olan “avârız sandıklarına” benzer dergâh içi bir yardımlaşma ve ödünç alma müessesesi kurdu. Talebelerine ev ve iş yerlerinde işe yaramaz ve beklemekte olan menkul servetlerini dergâhta toplamalarını emretti. Muhtaç talebelerinin burada biriken paradan ihtiyaçları kadar mâlî güçlerine göre ve daha sonra ödemeleri üzere karz-ı hasen usûlü üzere borç almalarını sağladı. Neticede sonraları bir araya gelen sermâye ile bir matbaa bile kuruldu. Neşredilen ilmî eserler bedelsiz dağıtıldı. Böylece ilme hizmet edildi. İstanbul, Rize, Bayburt ve Of’ta on sekiz bin cilt eser, dört ayrı kütüphâne kurularak Anadolu’da kültür merkezlerinin meydana getirilmesine çalışıldı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri güzel ahlâk ve güzel halleriyle meşhûr oldu. Dünyâ malına kıymet vermezdi. Allahü teâlâdan korkusu pekçoktu. Az yemek, az uyumak ve az konuşmak âdet-i şerîfesiydi. Peygamber efendimizin sünnetine çok bağlıydı. Talebesi Mustafa Fevzi Efendi anlatır: “Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri yemekten evvel ve sonra tuza banar, misâfirsiz sofraya oturmak istemezdi.”

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri lüzumsuz sözlerden hoşlanmaz ve boş vakit geçirmezdi. Çoğu geceleri ilimle meşgûl olur, sabah namazından işrak vaktine kadar ve yatsı namazından sonra mecbûr kalmadıkça dünyâ kelâmı konuşmamaya dikkat ederdi. Yetmiş bin Kelîme-i tevhîd okumayı âdet hâline getirmişti. Yatacağı zaman mutlakâ Yâsîn sûresini okurdu. Kendisi okuyamayacak derecede ise, birisine okuturdu. Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı sayardı. Bir defâsında hasta yatağında baygın bir şekilde ayakları toplu olarak yatarken, tedâvîsi için gelen doktor tarafından ayakları uzatıldığında, utancından kıpkırmızı kesilmiş ve gözlerini hafifçe açarak; “Bir de beni Rabbimin huzûrunda ayak uzatma suçu ile başbaşa bırakmayın!” demiş ve ayaklarını toplamıştır.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin sohbetleri çok tatlı olurdu. Zaman zaman sohbet ve derslerine Sultan Abdülmecîd, Sultan Abdülazîz ve Sultan Abdülhamîd Han devâm etti. Bilhassa Sultan Abdülhamîd Han ile aralarında husûsî sohbet ve istişâreler olmuştur. Talebeleri arasında birçok devlet adamı yetişmiştir.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin ticâretle uğraşan bir talebesi bir gece başka bir beldeye gitmek için yola çıktı. Yalnızlık, karanlık ve gideceği yerin uzaklığı onun için büyük tehlikeydi. Bir müddet yol aldıktan sonra kendisini bir korku kapladı. Bu korku gittikçe arttı. Neredeyse korkudan aklı gidecek oldu. O an aklına hocası Ziyâeddîn hazretleri geldi. Gelmesiyle birlikte onu önünde beyaz bir at üzerinde görüverdi. Hemen süratlenip ona yetişti. Ziyâeddîn hazretleri talebeye tebessüm edip; “Korkma oğlum! Bize tâbi ol. Allahü teâlânın izniyle biz darda kalanlara yardım ederiz. Biz sana yoldaş olduk. Bizi tâkib et, maksadına ulaşırsın.” buyurdular. O talebe atından indi, lâkin Ziyâeddîn hazretlerini göremedi. Tekrar korkusu çoğaldı. Hemen atına bindiğinde Ziyâeddîn hazretlerini gördü. Bu hal üç defâ tekrar etti. Sonra onu tâkib etti. Bir hayli mesâfe gittiler. Sabah olmuştu. Talebenin korkusu gitmiş, gideceği yere de hocasının rehberliğinde varmıştı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri kalpten geçenleri bilirdi. Dergâhta hizmet edenlerden biri bir gün kalbinden; “Evlenseydim mutlaka birkaç evlâdım olurdu.” diye geçirdi. Ziyâeddîn hazretleri onu görünce tebessüm ederek; “Çocukların büyüdüler mi?” diye sordu. O hizmetçi mahcub oldu ve bunun üzerine af diledi ve sonra kalbinden geçenlere dikkat etmeye başladı.