|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Mâlikî
mezhebi büyük âlimlerinden, velî Şerîf Tlemsânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) fıkıh, kelâm ve usûl ilimlerinde ihtisâsını tamamladı. İctihâd derecesine
kavuştu. Tasavvuf ilminde, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit mârifet
bilgilerinde âdetâ bir deryâ gibi oldu. Akılları hayrete düşürecek derecede
ilimlere sâhib bir âlim olarak memleketine döndü.
Âlim
olunca, Magrib'de dîn-i İslâmı ihyâ edip, bid'atleri ortadan kaldırmak için
bütün gücüyle çalıştı. Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesini yaymakta çok
gayret gösterdi. Zamânındaki sultanlara emr-i mârûf ve nehy-i münker yapar,
Allahü teâlânın emirlerini bildirerek, yasaklarından da kaçınmalarını sağlardı.
Tlemsân'da ders okutmağa başlayınca, etraftaki şehirlerden pekçok talebe geldi.
Ehl-i sünnet îtikâdını her tarafa yaymağa başladı. Herkes onun talebelerine çok
kıymet verip, saygı gösterirlerdi.
Ebû Yahyâ
el-Matgânî anlatır: "Âlimler, Sultan İnân'ın huzûrunda toplanmışlardı. Sultan,
Fakîh el-Makkârî'nin tefsîr okutmasını isteyince, o; "Şerîf Ebû Abdullah varken,
benim tefsîr okutmam uygun olmaz. Bu işe benden çok o lâyıktır" dedi. Sultan;
"Sen Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini iyi bilirsin" dediyse de, Fakîh el-Makkârî, Ebû
Abdullah'ı çok övdü. Oradaki âlimler, el-Makkârî'nin insâfına şaştılar. Neticede
Ebû Abdullah, sultânın sarayında tefsîr dersi vermeye başladı. Hattâ bir
defâsında sultan, oturduğu kürsüden inip, diz üstü çöktü. Bu hâl, orada
bulunanları hayrete düşürdü. Ders bitince sultan; "İlmin, Şerîf Ebû Abdullah'ın
saçlarının dibinden fışkırdığını görüyorum." dedi. Sonra Kâdı Festâlî, Ebû
Abdullah'ın yanına gelip, anlattıklarını yazmasını istedi. O da; Bu
anlattıklarım filân kitaplarda vardır." diyerek, kitapların isimlerini saydı.
Kâdı Festâlî bu bilgilerin çalışarak kazanılan bilgilerden olmadığını, Allahü
teâlânın kalbe ihsân ettiği bilgilerden olduğunu belirtti. Ebû Abdullah
hazretleri, böyle yıllarca sultanların huzûrunda tefsîr okuttu.
Ebû
Abdullah Muhammed bin Amed Şerîf et-Tlemsânî hazretleri, gâyet yakışıklı,
ağırbaşlı, cömert ve nâzik bir zât idi. Gösterişe kaçmadan ve İslâmın şerefini,
vekarını korumak için, güzel ve kıymetli elbiseler giyerdi. Çok halîm selîm bir
zât olup, işlerinde hep orta yolu gözetirdi. Sözlerinin karşıdaki kimseye tesir
etmesi gâyet fazla idi. Mürüvvet, iyilik, ikrâm ve ihsân sâhibi, şefkatli ve
merhametli bir zât idi. İnsanlara doğru yolu göstermek, onların ebedî saâdete
kavuşmalarına vesîle olmak için çok gayret ederdi. Bu çalışmalarında
karşılaştığı sıkıntılara sabreder, hiç kızmazdı. Sinirlenecek olsa, hemen kalkıp
abdest alırdı. İnsanlarla çok iyi geçinirdi. Devamlı tatlı dilli, güler
yüzlüydü. İnsanların ihtiyâçlarını giderirdi. Âile efrâdının nafakalarını gâyet
geniş tutar, onlardan bir şeyi kısmazdı. Misâfirlerine de çok ikrâmda bulunurdu.
Talebelerine de güzel yemekler yedirirdi. Evi, âlimlerin ve sâlihlerin
toplandığı bir yerdi. Kendilerinden ilim öğrendiği hocaları bile, onun
yüksekliğini, üstünlüğünü konuşurlardı.
Onu
tanımayan bir kimse dahî görse, sevgisini hemen hisseder, kalbi onun
muhabbetiyle dolardı. Sultanlar, devlet idârecileri, ilmine hürmet gösterir ve
üstün tutarlardı. Hattâ Tlemsân'a sultan olan Ebû Hamîs bin Abdürrahmân, ona
kerîmesini (kızını) nikâh ederek verdi ve bir medrese yaptırıp, Ebû Abdullah
Tlemsânî'ye teslim etti.
Ebû
Abdullah, mazlûmların ve muhtaçların sığınağı idi. Onlara çok yardımlarda
bulunurdu. Bir defâsında zamanın sultânı, fıkıh âlimi bir zâtın dövülmesini
emretmişti. Bunu haber alan Şerîf Tlemsanî, sultânın yanına giderek; "Bu zât,
her ne kadar senin nazarında küçük ve hatâlı gibi görünse bile, Allahü teâlânın
ve insanların nazarında büyük bir kimsedir. Sen ona böyle bir cezâ vermekle hiç
de iyi etmiyorsun" dedi. Bunun üzerine sultan, o kimseyi cezâlandırmaktan
vazgeçti ve o zât serbest bırakıldı.
Gündüzleri hiç boş durmayan Ebû Abdullah hazretleri, gecelerini de boşa
harcamazdı. Gecenin üçte birlik bölümünde uyuyarak, üçte birinde Kur'ân-ı kerîm
okuyarak, Allahü teâlâyı zikrederek ve kalan üçte birini de namaz kılarak
geçirirdi. Gece namazlarında Kur'ân-ı kerîmden sekiz hizb okurdu. (Bir hizb, bir
cüz'ün dörtte biridir.) Aynı şekilde, sabah namazlarında da sekiz hizb okurdu.
Kur'ân-ı kerîmi bu şekilde okuyarak, namazda hatmederdi. Talebelerine de
tefsîrden bir hizbi inceliyerek öğretirdi. Devamlı olarak ilimle meşgûl olurdu.
Bir defâsında, altı ay müddetle çocuklarını hiç görmedi. Çünkü, sabah erkenden
çıkıyordu. Çocuklar bu sırada uyuyorlardı. Akşam da çok geç geliyordu. Çocuklar
da yine uyumuş oluyorlardı.
Yemeye,
içmeye düşkün olmayıp, rızık endişesi hiç aklına gelmezdi. Ramazân-ı şerîfte,
iftarda ikrâm edilen yemekten birkaç lokma alır, vakit kaybetmemek için ilim
tedrisâtına devâm ederdi. Bu şekilde çalışmalarını sahura kadar sürdürür, yine
bir-iki lokma ile sahur yemeğini de yemiş olurdu
|
|