|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Muhammed Saîd Fârûkî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan'da yetişen büyük velîlerden olup, İslâm
âlimlerinin önderi, gözbebeği, velîlerin baş tâcı, âriflerin ışığı, tasavvuf
bilgilerinin mütehassısı ve İslâmın bekçisi olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i
sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin ikinci oğludur. Ahlâkının güzelliği,
fazîletlerinin çokluğu, güler yüzü, yumuşak sözü, işlerinin hâlis olması ile
zînetlenmişti. Tahsîlini genç yaşında bitirdi. Fen ve din ilimlerinde mütehassıs
oldu. Babasının gayretli çalışmaları, yardımları sâyesinde, büyüklerin sevgisine
ve yüksek hâllere kavuştu. On yedi yaşında mânevî kemâlâta vâsıl oldu. Birçok
kıymetli kitaplara ta'likler ve hâşiyeler yaptı. Mişkât-i Mesâbih'e ta'likleri
çok kıymetlidir. Namazda otururken parmak kaldırmamak için, Hanefî mezhebine
göre yazdığı risâlesi şâheserdir. Bu eserinde parmak kaldırmamanın daha iyi
olduğunu isbât etmiştir.
Babası İmâm-ı Rabbânî
hazretleri buyurdu ki: "Muhammed Saîd, beş yaşında iken ağır bir hastalığa
tutulmuştu. Bu hastalığın şiddetli zamânında, kendisine "Ne istersin?" diye
sorulduğunda; "Hazret-i Hâce'yi isterim." dedi. (Babası İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin yüksek hocası Bâkî-billah'ı kastetmişti.) Bu durumu
Bâkî-billah hazretlerine arzedilince şöyle buyurdu: "Muhammed Saîd'in hatırı
sayılır. Bir söz söyledi ve gaybî olarak bizden nisbet aldı."
Hâce Bâkî-billah hazretleri,
İmâm-ı Rabbânî'ye yazdığı mektupların bâzılarında, bu oğullarını, şefkat ve
merhamet ile anıp duâ ederdi. Sevdiklerinden birine, Hazret-i İmâm'ın medhi
hakkında yazdığı bir mektupta şöyle yazıyordu: "Daha küçük olan Ahmed'in
çocukları, hepsi esrâr-ı ilâhîdir. Şaşılacak, inanılmayacak kâbiliyetleri,
istidâtları vardır. Kısaca şecereyi tayyibedirler. Allahü teâlâ onları en güzel
şekilde yarattı." Hazret-i Hâce Bâkî-billah'ın bu şerefli sözleri, bütün
oğullarının istidât ve kâbiliyetlerinin, yaradılışlarının yüksek olduğunu
gösteriyor, yüksek derecelere kavuştuklarını haber veriyordu. Bu Mahdumzâde de
büyüyünce, zâhirî ilmin tahsîli ile meşgûl oldu. İlminin bir kısmını, hazret-i
İmâm'ın huzûrunda elde etti. Bir kısmını da ağabeyinin yanında kazandı. Bâzı
ilimleri de Şeyh Tâhir-i Lâhorî'nin yanında tamamlayıp ikmâl etti. Aklî ve naklî
bütün ilimlerde tam bir mahâret elde etti. Bu tahsîl esnâsında yüksek
babalarının tasarruf ve bereketli teveccühleriyle bu büyük yola bağlılığı
kuvvetlendi ve yüksek hâllere kavuştu. Bütün bu zâhirî olgunlukları ve manevî
terakkîleri on yedi yaşında ikmâl edip bitirmişti. O zamandan beri aklî ve naklî
ilimlerde mahâret sâhibi olup, dâimâ ders okutur, bâzı kıymetli kitaplara
ilâveler ve hâşiyeler yapardı. Bunlardan biri Mişkât-ül-Mesâbih'e yaptığı
ilâvelerdir. Hanefî mezhebi imâmlarından alınan sağlam hadîsleri açık
delîllerle, doğru şâhidlerle, en kıymetli kitaplardan alıp buraya yazmıştır.
Okuyan âlimler, çok beğendiler. Onu medhedip, çok duâ eylediler. Hayâli Hâşiyesi
üzerine de hâşiyesi vardır. Bu eseri de çok sağlamdır. Hattâ bunda sırf kendine
mahsus sözleri de vardır. Zamânının âlimleri bu eseri okuyunca, Muhammed Saîd
hazretlerinin son derece ince ilimlere sâhib olduğunu kabûl etmişlerdir.
Münâzarada, bütün Hindistan âlimlerini susturacak ayrı bir meziyeti vardı.
Muhammed Hâşim-i Keşmî bu hususta şöyle anlattı:
"Bir gün bu fakîr de
yanlarında idim. Âlimlerden biri kendilerinden usûl-i fıkha dâir çok zor bir
mesele sordu. Bu soruyu, gâyet açık ve geniş olarak cevaplandırdı. O âlim
kulağıma eğilip, "Bu Mahdumzâde'nin, ilimde bir eşi yoktur. Biliyor musun?"
dedi.
Yine bir gece, zamânın
büyüklerinden biri büyük bir meclis hazırladı. O memleketin âlimlerini,
meşâyıhını ve ileri gelenlerini de dâvet ettiler. O mecliste tâzim secdesi ve
ibâdetteki secdeler hakkında çok derin ilimler ortaya döküldü. Hazret-i
Mahdumzâde Muhammed Saîd, azîz kardeşi Muhammed Ma'sûm ile berâber bir tarafta
idi. Âlimlerin büyüklerinden kalabalık bir grup bir tarafta idiler. Her ilimde
sözü en yüksek dereceye getiriyorlardı. Mecliste olanlar bunların kim
olduklarını bilmek için kalkıp, yanlarına gelip, bunları seyrediyorlardı. Bu iki
kardeşi tanımadıklarından, bu azîzlerin kim olduklarını soruyorlardı. Hazret-i
İmâm'ın oğulları olduklarını öğrenince; "Bu vilâyet sedefinden ne için böyle
hidâyet incileri zuhûra gelmesin?" dediler.
Hâşim-i Keşmî anlattı: "Bir
gün hazret-i İmâm bu iki kardeşin zâhirî ve bâtınî ilimlere sâhip olmaları
hakkında bu fakîre şöyle buyurdular: "Oğlum Muhammed Sâdık vefât edince, kendi
kendime; "Zâhir ilimlerde bu kadar fazîletli, kalb hâllerinde bu kadar yüksek
oğlu nerede bulurum?" dedim. Allahü teâlâ ihsân ederek, bu mübârek kardeşini,
yüksek ağabeyinin vekîli eyledi. Bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya hamd ü
senâlar olsun."
Zamânın âlimlerinden Âsaf-ı
Câhî, aklî ilimlerde derin bilgi sâhibi olup, cevaplandıramadığı bâzı meseleleri
Muhammed Saîd'e arzederdi. Allahü teâlânın yardımıyla, ânında en güzel cevapları
alır içi rahatlardı. Âsaf-ı Câhî zaman zaman Sultan Şâh Cihân'ın huzûruna gider,
Muhammed Saîd hazretlerini medh edip; "Şeyh Muhammed Saîd, Müceddîd-i elf-i
sânî'nin oğludur. İlimde babası ile berâberdir." derdi. Muhammed Saîd ne zaman
sultânın huzûrunda bulunsa, pâdişâh, ondan başkasına dînî suâl sormazdı. Hâlbuki
pâdişâhın meclisinde her zaman yüksek âlimler bulunurdu.
Muhammed Saîd hazretleri
kalb ilimlerini de, zâhir ilimler gibi yüksek babasının sohbetinden elde etti.
Kemâl derecesine kavuşup, bu büyükler yolunda, tâlipleri yetiştirmek için
babalarından hilâfet ve icâzet aldı. Talebelerin yetişmesi ve terbiyesi ile
meşgûl oldu. Hattâ babaları, ömürlerinin sonuna doğru talebeler ile meşgûl
olmaktan el çekip, bunları bu oğlu ve diğer oğlu Hâce Muhammed Ma'sûm
hazretlerine havâle ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, fıkıh bilgileri üzerinde
bir meseleyi araştırmak isteyince, bu oğlundan sorardı. Verdiği doğru ve sağlam
cevaplardan çok hoşlanırdı. Ona duâ ederdi. Bu iki oğlu hakkında; "Her kutbun
iki imâmı olur. Siz ikiniz de imâmsınız." buyurdular.
Yine babası İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Muhammed Saîd, ulemâ-i râsihînden,
derin âlimlerin önde gelenlerindendir. Allahü teâlânın halîlidir (dostudur).
O'nun rahmet hazînesidir. Yarın kıyâmet günü rahmet hazînelerinin taksimi ona
verilir. Şefâat makâmından büyük payı vardır."
"Tasavvuf yolunda
yükselirken ve inerken, kavuştuğum her makamda Muhammed Saîd yanımdaydı."
"İnişte, Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin makâmına geldiğimde gördüm ki, Muhammed Saîd benimle
berâberdir."
Yine buyurdu: "İkinizi de
(Muhammed Ma'sûm ile) Vilâyet-i Ahmedî makâmında buluyorum."
"Keşf ve müşâhede hâlinde
gördüm ki, kıyâmet kopmuş, Arasat meydanında toplanmışız. Ardımda eshâbımla
Sırat üzerindeyiz. Gördüm ki Muhammed Saîd önümüzden hızlı hızlı gidiyor.
Defteri de sağ elindedir. Böylece Cennet'in kapısına kadar geldik."
Muhammed Saîd hazretleri
sâniyesini bile boşa geçirmez, bir günde yapacağı işleri önceden plânlardı.
Vakitlerini şöyle taksim etmişti. Sabah namazını kılar, ardından o vakitte
okunacak ve yapılacak duâ ve vazifeleri okurdu. Sonra Allahü teâlâyı kalbinden
zikrederdi. İşrak vakti gelince, işrak namazını kılardı. Sıcak zamanlarda,
gecenin uykusuzluğunu gidermek için iki-üç saat istirahat ederdi. Sonra kalkar,
abdest alır, talebeye ders verir, bu hâl öğleye kadar devâm ederdi. Öğle
namazını vaktin evvelinde edâ eder, sonra hâfızdan Kur'ân-ı kerîm dinlerdi.
Bitirdikten sonra, kendisi Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bâzan da öğle namazından önce
Kur'ân-ı kerîm okur, öğleden sonra ders ile meşgûl olup, bu durum ikindiye kadar
devâm ederdi. Sonra yeniden abdest alıp, ikindiyi kılar ve ardından vâz ederdi.
Bâzan ikindiyi kıldıktan sonra husûsî odasına gider, akşama kadar orada kalır,
akşam olunca namaz için çıkar, akşam namazını vaktin evvelinde kılardı. Sonra
akşam vazifelerini okur, evvâbin namazını kılardı. Bu namazda uzun sûreler
okurdu. İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebine göre yatsı vakti girince, yâni
ufukta beyazlık kaybolunca namazını kılıp, odalarına giderdi. Soğuk mevsimlerde
gecenin üçte birine kadar yatsı namazını geciktirip, öyle kılardı. Gecenin
sonuna doğru teheccüde kalkardı, namazda uzun sûreler okurdu. Çoğu zaman
teheccüd namazının abdesti ile sabah namazını kılardı. Her vakitte okunması
bildirilen duâları okur, ayrıca vakit belirtilmemiş duâları da okurdu. Bunlarla
birlikte her gün beş bin kelime-i tayyibe okurdu. Bu kadar devamlı tâat,
vakitleri gözetip değerlendirme ve ibâdet, insan gücünün dışında idi. Buna
rağmen, talebenin yetiştirilmesinde eshâbıyla sohbetinde, eksiklik ve kusur
etmezdi. Hak tâliblerine feyz saçar, onları ilerletir, yüksek makamlara
kavuştururdu. Bu yolun tâlibleri çok uzak memleketlerden huzûruna gelir, yüksek
makamlara kavuşurlardı.
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin oğullarına yazdığı bir mektup aşağıdadır:
"Allahü teâlâya hamd olsun.
Resûlüne salât ve selâm olsun. Kıymetli oğullarım! Siz ne kadar, bizim
sohbetimizi istiyorsanız, ben de o kadar sizi görmek, sizinle konuşmak
istiyorum. Fakat ne yapalım ki, bütün arzular ele geçmiyor. Mısra':
"Rüzgâr, ekseriye geminin istemediği taraftan eser."
Bu asker arasında, isteksiz
ve rağbetsiz kalmamda, büyük faydalar görüyorum. Burada bir saat kalmağı, başka
yerlerde bir çok saatler kalmaktan daha iyi buluyorum. Burada öyle şeyler ele
geçiyor ki, başka yerlerde bunun zerresine kavuşacağımı zannetmiyorum. Buranın
mârifetlerinin yüksekliği başka, hâlleri ve makamları ayrıdır. Sultânın buradan
ayrılmama mâni olmasında, yüksek bir kemâl kapısı ve hakîkî sâhibimiz olan
Allahü teâlânın rızâsını buluyorum. Kendi saâdetimi bu hapiste düşünüyorum.
Bilhassa bu karışık günlerde, acâib muâmeleler ve bu tefrika ve fitne
zamanlarında çok garîb güzellikler görüyorum. Fakat bu şaşılacak yeni ve tâze
nîmetlerin günden güne akıp gelmesi karşısında oğullarımı düşünüyorum. Onlardan
uzak kaldığım, onların yanında olamadığım için kalbim yanıyor, ciğerim
kavruluyor. Benim istememin, sizin isteğinizden daha fazla olduğunu zannederim.
Meşhûr sözdür ki: "Babanın oğlunu istediği kadar oğul babayı istemez." Her ne
kadar asâlet ve füru' olmak, bunun aksi ise de bu böyledir."
|
|