CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Muhammed Saîd Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan'da yetişen büyük velîlerden olup, İslâm âlimlerinin önderi, gözbebeği, velîlerin baş tâcı, âriflerin ışığı, tasavvuf bilgilerinin mütehassısı ve İslâmın bekçisi olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin ikinci oğludur. Ahlâkının güzelliği, fazîletlerinin çokluğu, güler yüzü, yumuşak sözü, işlerinin hâlis olması ile zînetlenmişti. Tahsîlini genç yaşında bitirdi. Fen ve din ilimlerinde mütehassıs oldu. Babasının gayretli çalışmaları, yardımları sâyesinde, büyüklerin sevgisine ve yüksek hâllere kavuştu. On yedi yaşında mânevî kemâlâta vâsıl oldu. Birçok kıymetli kitaplara ta'likler ve hâşiyeler yaptı. Mişkât-i Mesâbih'e ta'likleri çok kıymetlidir. Namazda otururken parmak kaldırmamak için, Hanefî mezhebine göre yazdığı risâlesi şâheserdir. Bu eserinde parmak kaldırmamanın daha iyi olduğunu isbât etmiştir.

Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Muhammed Saîd, beş yaşında iken ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığın şiddetli zamânında, kendisine "Ne istersin?" diye sorulduğunda; "Hazret-i Hâce'yi isterim." dedi. (Babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek hocası  Bâkî-billah'ı kastetmişti.) Bu durumu Bâkî-billah hazretlerine arzedilince şöyle buyurdu: "Muhammed Saîd'in hatırı sayılır. Bir söz söyledi ve gaybî olarak bizden nisbet aldı."

Hâce Bâkî-billah hazretleri, İmâm-ı Rabbânî'ye yazdığı mektupların bâzılarında, bu oğullarını, şefkat ve merhamet ile anıp duâ ederdi. Sevdiklerinden birine, Hazret-i İmâm'ın medhi hakkında yazdığı bir mektupta şöyle yazıyordu: "Daha küçük olan Ahmed'in çocukları, hepsi esrâr-ı ilâhîdir. Şaşılacak, inanılmayacak kâbiliyetleri, istidâtları vardır. Kısaca şecereyi tayyibedirler. Allahü teâlâ onları en güzel şekilde yarattı." Hazret-i Hâce Bâkî-billah'ın bu şerefli sözleri, bütün oğullarının istidât ve kâbiliyetlerinin, yaradılışlarının yüksek olduğunu gösteriyor, yüksek derecelere kavuştuklarını haber veriyordu. Bu Mahdumzâde de büyüyünce, zâhirî ilmin tahsîli ile meşgûl oldu. İlminin bir kısmını, hazret-i İmâm'ın huzûrunda elde etti. Bir kısmını da ağabeyinin yanında kazandı. Bâzı ilimleri de Şeyh Tâhir-i Lâhorî'nin yanında tamamlayıp ikmâl etti. Aklî ve naklî bütün ilimlerde tam bir mahâret elde etti. Bu tahsîl esnâsında yüksek babalarının tasarruf ve bereketli teveccühleriyle bu büyük yola bağlılığı kuvvetlendi ve yüksek hâllere kavuştu. Bütün bu zâhirî olgunlukları ve manevî terakkîleri on yedi yaşında ikmâl edip bitirmişti. O zamandan beri aklî ve naklî ilimlerde mahâret sâhibi olup, dâimâ ders okutur, bâzı kıymetli kitaplara ilâveler ve hâşiyeler yapardı. Bunlardan biri Mişkât-ül-Mesâbih'e yaptığı ilâvelerdir. Hanefî mezhebi imâmlarından alınan sağlam hadîsleri açık delîllerle, doğru şâhidlerle, en kıymetli kitaplardan alıp buraya yazmıştır. Okuyan âlimler, çok beğendiler. Onu medhedip, çok duâ eylediler. Hayâli Hâşiyesi üzerine de hâşiyesi vardır. Bu eseri de çok sağlamdır. Hattâ bunda sırf kendine mahsus sözleri de vardır. Zamânının âlimleri bu eseri okuyunca, Muhammed Saîd hazretlerinin son derece ince ilimlere sâhib olduğunu kabûl etmişlerdir.

Münâzarada, bütün Hindistan âlimlerini susturacak ayrı bir meziyeti vardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî bu hususta şöyle anlattı:

"Bir gün bu fakîr de yanlarında idim. Âlimlerden biri kendilerinden usûl-i fıkha dâir çok zor bir mesele sordu. Bu soruyu, gâyet açık ve geniş olarak cevaplandırdı. O âlim kulağıma eğilip, "Bu Mahdumzâde'nin, ilimde bir eşi yoktur. Biliyor musun?" dedi.

Yine bir gece, zamânın büyüklerinden biri büyük bir meclis hazırladı. O memleketin âlimlerini, meşâyıhını ve ileri gelenlerini de dâvet ettiler. O mecliste tâzim secdesi ve ibâdetteki secdeler hakkında çok derin ilimler ortaya döküldü. Hazret-i Mahdumzâde Muhammed Saîd, azîz kardeşi Muhammed Ma'sûm ile berâber bir tarafta idi. Âlimlerin büyüklerinden kalabalık bir grup bir tarafta idiler. Her ilimde sözü en yüksek dereceye getiriyorlardı. Mecliste olanlar bunların kim olduklarını bilmek için kalkıp, yanlarına gelip, bunları seyrediyorlardı. Bu iki kardeşi tanımadıklarından, bu azîzlerin kim olduklarını soruyorlardı. Hazret-i İmâm'ın oğulları olduklarını öğrenince; "Bu vilâyet sedefinden ne için böyle hidâyet incileri zuhûra gelmesin?" dediler.

Hâşim-i Keşmî anlattı: "Bir gün hazret-i İmâm bu iki kardeşin zâhirî ve bâtınî ilimlere sâhip olmaları hakkında bu fakîre şöyle buyurdular: "Oğlum Muhammed Sâdık vefât edince, kendi kendime; "Zâhir ilimlerde bu kadar fazîletli, kalb hâllerinde bu kadar yüksek oğlu nerede bulurum?" dedim. Allahü teâlâ ihsân ederek, bu mübârek kardeşini, yüksek ağabeyinin vekîli eyledi. Bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun."

Zamânın âlimlerinden Âsaf-ı Câhî, aklî ilimlerde derin bilgi sâhibi olup, cevaplandıramadığı bâzı meseleleri Muhammed Saîd'e arzederdi. Allahü teâlânın yardımıyla, ânında en güzel cevapları alır içi rahatlardı. Âsaf-ı Câhî zaman zaman Sultan Şâh Cihân'ın huzûruna gider, Muhammed Saîd hazretlerini medh edip; "Şeyh Muhammed Saîd, Müceddîd-i elf-i sânî'nin oğludur. İlimde babası ile berâberdir." derdi. Muhammed Saîd ne zaman sultânın huzûrunda bulunsa, pâdişâh, ondan başkasına dînî suâl sormazdı. Hâlbuki pâdişâhın meclisinde her zaman yüksek âlimler bulunurdu.

Muhammed Saîd hazretleri kalb ilimlerini de, zâhir ilimler gibi yüksek babasının sohbetinden elde etti. Kemâl derecesine kavuşup, bu büyükler yolunda, tâlipleri yetiştirmek için babalarından hilâfet ve icâzet aldı. Talebelerin yetişmesi ve terbiyesi ile meşgûl oldu. Hattâ babaları, ömürlerinin sonuna doğru talebeler ile meşgûl olmaktan el çekip, bunları bu oğlu ve diğer oğlu Hâce Muhammed Ma'sûm hazretlerine havâle ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, fıkıh bilgileri üzerinde bir meseleyi araştırmak isteyince, bu oğlundan sorardı. Verdiği doğru ve sağlam cevaplardan çok hoşlanırdı. Ona duâ ederdi. Bu iki oğlu hakkında; "Her kutbun iki imâmı olur. Siz ikiniz de imâmsınız." buyurdular.

Yine babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri, onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Muhammed Saîd, ulemâ-i râsihînden, derin âlimlerin önde gelenlerindendir. Allahü teâlânın halîlidir (dostudur). O'nun rahmet hazînesidir. Yarın kıyâmet günü rahmet hazînelerinin taksimi ona verilir. Şefâat makâmından büyük payı vardır."

"Tasavvuf yolunda yükselirken ve inerken, kavuştuğum her makamda Muhammed Saîd yanımdaydı."

"İnişte, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin makâmına geldiğimde gördüm ki, Muhammed Saîd benimle berâberdir."

Yine buyurdu: "İkinizi de (Muhammed Ma'sûm ile) Vilâyet-i Ahmedî makâmında buluyorum."

"Keşf ve müşâhede hâlinde gördüm ki, kıyâmet kopmuş, Arasat meydanında toplanmışız. Ardımda eshâbımla Sırat üzerindeyiz. Gördüm ki Muhammed Saîd önümüzden hızlı hızlı gidiyor. Defteri de sağ elindedir. Böylece Cennet'in kapısına kadar geldik."

Muhammed Saîd hazretleri sâniyesini bile boşa geçirmez, bir günde yapacağı işleri önceden plânlardı. Vakitlerini şöyle taksim etmişti. Sabah namazını kılar, ardından o vakitte okunacak ve yapılacak duâ ve vazifeleri okurdu. Sonra Allahü teâlâyı kalbinden zikrederdi. İşrak vakti gelince, işrak namazını kılardı. Sıcak zamanlarda, gecenin uykusuzluğunu gidermek için iki-üç saat istirahat ederdi. Sonra kalkar, abdest alır, talebeye ders verir, bu hâl öğleye kadar devâm ederdi. Öğle namazını vaktin evvelinde edâ eder, sonra hâfızdan Kur'ân-ı kerîm dinlerdi. Bitirdikten sonra, kendisi Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bâzan da öğle namazından önce Kur'ân-ı kerîm okur, öğleden sonra ders ile meşgûl olup, bu durum ikindiye kadar devâm ederdi. Sonra yeniden abdest alıp, ikindiyi kılar ve ardından vâz ederdi. Bâzan ikindiyi kıldıktan sonra husûsî odasına gider, akşama kadar orada kalır, akşam olunca namaz için çıkar, akşam namazını vaktin evvelinde kılardı. Sonra akşam vazifelerini okur, evvâbin namazını kılardı. Bu namazda uzun sûreler okurdu. İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebine göre yatsı vakti girince, yâni ufukta beyazlık kaybolunca namazını kılıp, odalarına giderdi. Soğuk mevsimlerde gecenin üçte birine kadar yatsı namazını geciktirip, öyle kılardı. Gecenin sonuna doğru teheccüde kalkardı, namazda uzun sûreler okurdu. Çoğu zaman teheccüd namazının abdesti ile sabah namazını kılardı. Her vakitte okunması bildirilen duâları okur, ayrıca vakit belirtilmemiş duâları da okurdu. Bunlarla birlikte her gün beş bin kelime-i tayyibe okurdu. Bu kadar devamlı tâat, vakitleri gözetip değerlendirme ve ibâdet, insan gücünün dışında idi. Buna rağmen, talebenin yetiştirilmesinde eshâbıyla sohbetinde, eksiklik ve kusur etmezdi. Hak tâliblerine feyz saçar, onları ilerletir, yüksek makamlara kavuştururdu. Bu yolun tâlibleri çok uzak memleketlerden huzûruna gelir, yüksek makamlara kavuşurlardı.

İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğullarına yazdığı bir mektup aşağıdadır:

"Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlüne salât ve selâm olsun. Kıymetli oğullarım! Siz ne kadar, bizim sohbetimizi istiyorsanız, ben de o kadar sizi görmek, sizinle konuşmak istiyorum. Fakat ne yapalım ki, bütün arzular ele geçmiyor. Mısra':

"Rüzgâr, ekseriye geminin istemediği taraftan eser."

Bu asker arasında, isteksiz ve rağbetsiz kalmamda, büyük faydalar görüyorum. Burada bir saat kalmağı, başka yerlerde bir çok saatler kalmaktan daha iyi buluyorum. Burada öyle şeyler ele geçiyor ki, başka yerlerde bunun zerresine kavuşacağımı zannetmiyorum. Buranın mârifetlerinin yüksekliği başka, hâlleri ve makamları ayrıdır. Sultânın buradan ayrılmama mâni olmasında, yüksek bir kemâl kapısı ve hakîkî sâhibimiz olan Allahü teâlânın rızâsını buluyorum. Kendi saâdetimi bu hapiste düşünüyorum. Bilhassa bu karışık günlerde, acâib muâmeleler ve bu tefrika ve fitne zamanlarında çok garîb güzellikler görüyorum. Fakat bu şaşılacak yeni ve tâze nîmetlerin günden güne akıp gelmesi karşısında oğullarımı düşünüyorum. Onlardan uzak kaldığım, onların yanında olamadığım için kalbim yanıyor, ciğerim kavruluyor. Benim istememin, sizin isteğinizden daha fazla olduğunu zannederim. Meşhûr sözdür ki: "Babanın oğlunu istediği kadar oğul babayı istemez." Her ne kadar asâlet ve füru' olmak, bunun aksi ise de bu böyledir."