|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Anadolu'da yaşamış büyük velîlerden Eşrefoğlu Rûmî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin İsmi Abdullah olup, babasınınki Eşref'dir. Babasının ismi
ile şöhret buldu. Babası, Mısır'dan İznik'e göç etti Babasının terbiyesi altında
büyüyen Eşrefoğlu Rûmî, önce İznik'te bulunan medreselerde çeşitli âlimlerden
ders aldı. Zamânın zâhirî ilimlerinde üstün başarılar elde etti. Sonra Bursa'ya
giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed'in medresesine girdi. Burada tefsîr, hadîs ve
fıkıh ilimleri üzerinde söz sâhibi olan âlimler derecesine yükseldi. Buradan
mezun olunca, Bursa'da müderrislik yapan hocası büyük âlim Alâeddîn Ali
hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders
veren Eşrefoğlu Rûmî bir sabah vakti medrese civârında dolaşırken, zamânın
velîlerinden olan Ebdal Mehmed'e rastladı. Kalbinden; "Tasavvuf yolundan bana
nasîb var ise bâzı alâmetler görünsün." diye geçirerek ona yaklaştı. Ebdal
Mehmed kendisine bakarak; "Ey medreseli! Bize köfteli çorba getir." dedi. Bu söz
üzerine çarşıya gidip, köfteli çorba aradı. Fakat bulamadı ve eli boş dönmemek
için köftesiz çorba aldı. Ebdal Mehmed'e gelirken yoldaki çamurdan bir parça
alarak, birkaç yuvarlak köfte hâline getirip, çorbanın içine attı. Ebdal Mehmed
çorbayı karıştırıp köfte bulamayınca Eşrefzâde'ye; "Hani bunun köftesi?" diye
sordu. Daha sonra çorbayı iyice karıştırdı ve Eşrefoğlu'na uzatarak; "Ye bunu!"
dedi. Eşrefoğlu büyük bir teslimiyet ile tereddüd etmeden çorbayı yedi. Çorbanın
içine atılan çamur parçaları köfteye dönmüştü. Bunun üzerine o zât; "Ya sen
olmayıp da kim olsa gerek." şeklinde bir söz söyleyip oradan uzaklaştı.
Eşrefoğlu bu sözlerden bir mânâ çıkaramamasına rağmen, tasavvuf yoluna girmesi
hususunda bir işâret olduğuna inandı.
Nefsini
terbiye etmek, kalp aynasını cilâlamak için kendi kendine uğraşmaya başladı. Bu
yolda bir hoca bulmanın şart olduğunu düşünerek, kitaplarını dağıttı ve Bursa'da
bulunan Emîr Sultan'ın huzûruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek
istediğini bildirdi. Emîr Sultan, Abdullah'ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını
görünce, onu evliyânın büyüğü Ankara'daki Hacı Bayrâm-ı Velî'ye gönderdi. Sonra,
Ankara'ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu.
Hacı
Bayrâm-ı Velî hazretleri, Abdullah'daki kâbiliyeti keşfederek ona nefsini
terbiye edecek vazîfeler verdi. Yaşı kırkın üzerinde ve büyük bir âlim olduğu
halde, hocasının emîrlerine "Bâşüstüne" diyerek sarıldı. Kendisine verilen helâ
temizleme vazîfesini, bütün gayretiyle yapmaya başladı. Nefsinin isteklerini
terkedip, istemediklerini yapmak için büyük çaba sarfetti. Bu şekilde riyâzet ve
mücâhedeye devâm etti. Hocası Hacı Bayrâm-ı Velî'ye on bir sene hizmet etmekle
şereflendi. Bu kadar zaman zarfında hocasının; "Üstâdın huzûrunda lüzumsuz
konuşmak edebe aykırıdır." sözü üzerine, yanında bir kelime bile konuşmadı.
Sadece sorulan suâllere kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat
ederdi. Eşrefoğlu Abdullah, on bir sene içinde pekçok imtihandan geçti. Yaptığı
güç işlerden hiç şikâyette bulunmadı. Bu sabrı ve hocasına karşı muhabbeti ve
hürmeti üzerine, Hacı Bayrâm-ı Velî kızı Hayrünnisâ'yı ona nikâh ederek
zevceliğe verdi. Bir müddet daha hizmete devâm eden Eşrefoğlu Abdullah,
hocasından izin alarak Allahü teâlânın emîr ve yasaklarını bildirmek üzere
İznik'e gitti. Orada kendi iç âlemiyle başbaşa kaldı. Hocasından ayrılığı onu
yaktı, hasretine fazla dayanamadı ve tekrar Ankara'ya döndü. Hacı Bayrâm-ı Velî,
dâmâdını, tasavvuf yolunda derecelerinin ilerlemesi için tekrar İznik'e
gönderdi. Orada kırk gün nefsini terbiye etmesi için halvete girmesini, sonra
Ankara'ya gelmesini emretti. İznik'e gidip geldikten sonra, hocasının; "Hama
şehrinde Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyin
Hamevî'nin huzûruna gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz." buyurdu. Bu emri yerine
getirmek üzere hazırlığa başladı. Hanımını ve biricik kızı Züleyhâ'yı bir
merkebe bindirerek, Hacı Bayrâm-ı Velî ile vedâlaştı. Günlerce zahmetli ve
yorucu yolculuktan sonra, Hama'ya yeni hocasının huzûruna vardı.
O gün
hacdan dönen Hüseyin Hamevî, ilâhî bir ilhâm ile Eşrefzâde'nin gelmekte olduğunu
anlayarak, talebelerine; "Bugün Anadolu'dan bir er geliyor. Gidip karşılayınız."
buyurdu. Karşılamaya çıkan talebeler zahmetli ve zorlu yolculuktan dolayı
elbiseleri eskimiş olduğu için Eşrefoğlu Rûmî yanlarından geçtiği halde,
hocalarının söylediği zâtın o olduğunu anlayamadılar. Dergâhın kapısına varan
Eşrefzâde Rûmî, Hüseyin Hamevî tarafından îtibârla içeri alındı. Hanımı ve
çocuğu ise Hüseyin Hamevî'nin hanımı tarafından kendilerine ayrılan odaya
götürüldü.
Hüseyin
Hamevî, bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet
için bir hücreye koydu. Eşrefoğlu Abdullah, Hama'da da sıkı bir riyâzet ve
mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah'a ziyâde
teveccühlerde bulundu. Bir gün bir hizmetçi hücresine yemek götürdü.
Eşrefoğlu'nu hareketsiz görünce, öldü zannedip, telaşlandı ve durumu hocasına
bildirdi. Fakat kırk gün dolmadığı için Hüseyin Hamevî bu duruma aldırış etmedi.
Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında, büyük bir vecd hâli içinde
kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve hareketsiz bir halde görüldü. Kendisini
melekler âlemini seyretmenin lezzetinden ayırdıklarında; "Sultanım bize
kıydınız." diyerek gözlerini açtı. Bu kırk günlük imtihânı başarıyla veren
Abdullah, tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin
Hamevî'nin halîfesi olarak Anadolu'da Kâdirî yolunu yaymak üzere
vazîfelendirildi.
"Halk
senin zâhirine de bakar. Onun için kıyâfetini biraz düzeltmen lâzımdır. Şu
hırkayı ve pabuçları al, giy." buyurunca, Eşrefoğlu hırkayı giydi, pabuçları da
başına geçirerek; "Hocamın verdiği pabuç ayağıma değil, başıma olsa gerektir."
dedi.
Hocasının
emri üzerine yola çıkmak üzere hazırlık yaptığı sırada, Hüseyin Hamevî'nin eski
talebeleri aralarında; "Biz bu kadar zamandan beri hocamızın hizmetindeyiz. Bize
himmet verilmedi. Bu Rûmî denilen ve Anadolu'dan gelen kimseye kırk günde hem
himmet, hem de icâzet verildi. Bu nasıl iştir?" diye konuşuyorlardı. Hüseyin
Hamevî, Allahü teâlânın izniyle bu duruma vâkıf oldu. Talebelerini toplayıp bir
konuşma sırasında; "Yâ Rûmî! Bu kadar misâfirimiz oldun. Sana bir ziyâfet
veremedik. Bir ziyâfette bulunalım. İnşâallah ondan sonra gidersin." dedi.
Yemekler hazırlanıp, talebeleri ile yeşillik bir yere gittiler. Hüseyin Hamevî
suyu bulunmayan bir yerde oturulmasını emretti. Talebeleri; "Sultanım, burada su
yoktur, namaz zamânı abdest almak îcâb ettiğinde sıkıntı çekeriz." demelerine
rağmen Hüseyin Hamevî oturulmasını istedi. Talebeler hocalarının emri üzerine
oturdular. Namaz vakti girince abdest almak îcâb etti. Hüseyin Hamevî, Eşrefoğlu
hâriç bütün talebelerine su aramalarını söyledi. Talebelerin; "Sultanım burada
su yoktur." demelerine rağmen; "Hele siz bir arayın belki vardır." buyurdu.
Talebeler aramalarına rağmen bulamadılar. Bunun üzerine Hüseyin Hamevî; "Rûmî!
Gerçi sen misâfirsin. Misâfire hizmet ettirmek doğru değildir. Bir de sen ara.
Belki su bulursun." deyince, Eşrefoğlu; "Emriniz başım üstüne." diyerek hemen
aramaya başladı. Bir ağacın yanına gidip, teyemmüm etti ve secdeye varıp Allahü
teâlâya şöyle yalvardı: "Yâ Rabbî! Hocam su istiyor. Lutfet, su ihsân eyle."
Daha sonra başını secdeden kaldırdı. Secde ettiği yerden bir pınarın kaynadığını
gördü. Hemen tası doldurup hocasına götürdü. Hüseyin Hamevî talebelerine
dönerek; "Su olmadığını iddiâ ediyordunuz. Bakın Rûmî nasıl bulmuş!" dedi.
Talebeler hemen suyun bulunduğu yere gittiler. Suyun daha yeni çıkıp akmaya
başladığını görünce, hocalarının Eşrefoğlu'na himmet etmesinin sebebini
anladılar.
Hüseyin
Hamevî, Abdullah'ı Anadolu'ya uğurladıktan bir müddet sonra, arkasından baktı
ve; "Abdullah-ı Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde bulunan her şeyi çekip sînesine
aldı." buyurdu. Çocukları ile birlikte Ankara'ya giden Abdullah-ı Rûmî,
kayınpederi Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra
İznik'e gitti.
İznik'te
önceleri münzevî, yalnız bir hayat yaşayan Eşrefoğlu, şan ve şöhretten hiç
hoşlanmazdı. Kimsenin dikkatini çekmeden fakirâne bir hayat yaşadı ve
insanlardan uzak kalmaya çalıştı. İznik'e Hama'dan bir zâtın gelmesi ile durum
değişti. O zât herkese Eşrefoğlu'nun menkıbelerini anlatmaya başlayınca, İznik
halkı kendisine hürmet ve îtibâr göstermeye başladı. Bundan rahatsız olan
Eşrefoğlu Rûmî dağlara çekildi, tekrar uzlet hayâtına başladı. Dağlarda
dolaşırken bir köylü onu gördü ve suçlu sanarak yakaladı. Gâyesi onu teslim edip
mükâfât almaktı. Fakat onun şöhretini duyan köylünün annesi, kendisini tanıyınca
mesele anlaşıldı, köylü ve annesi de Eşrefoğlu'na talebe oldu. Bunun üzerine
İznik'e dönen Eşrefoğlu asıl vazîfesi olan insanlara doğru yolu anlatmaya
başladı. İlk talebesi olan ve kendisini yakalayan köylü onun için Pınarbaşı
denilen yerde bir dergâh yaptırdı. Eşrefoğlu Rûmî burada talebelerine ders
vermeye, Kâdirî yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Talebelerinin nefsini
terbiye etmek için, riyâzet ve mücâhedeler yaptırmaya, gurur, kibir, ucb gibi
kalp hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi.
Bir gece
Eşrefoğlu Rûmî dergâhında ibâdet ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O
ışıktan şöyle bir hitap duyuldu: "Ey kul! Dile benden ne dilersen. Bütün haram
olan şeyleri sana helâl kıldım." Eşrefoğlu bir anda Allahü teâlânın izni ile
sesin sâhibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda
şeytan; "Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Sen
ise beni öldürmek istiyorsun." deyince, Eşrefoğlu; "Ey mel'ûn! Sen benim
talebelerimin ve dostlarımın îmânlarına kasdetmeyeceğine dâir söz verirsen,
salarım." dedi. Şeytan da; "Onların îmânlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum."
dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî; "Ey mel'ûn! Allahü teâlâ ile olan ahdine
vefâ etmedin. Benimle olan ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri
kalma." dedi ve saldı. Talebeleri; "Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?"
diye sorunca; "Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü
teâlânın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar bâkidir."
buyurdu.
Eşrefoğlu'nun gayretli çalışmaları ve büyüklüğü çevreden işitilmeye başlandı.
Bursa'dan, İstanbul'dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla
şereflenmek isteyenler çoğaldı. Hattâ Sadrâzam Mahmûd Paşa, onun talebesi olmak
isteğinde bulundu. Onun yoluna girdi. Abdullah-ı Rûmî hazretleri, talebeleri
arasında en ileri olan Abdürrahîm-i Tırsî'yi yerine halîfe, vekil bıraktı ve
kızı Züleyhâ ile nikahladı. Abdürrahîm-i Tırsî, hocası ve kayınpederi Abdullah-ı
Rûmî'ye çok bağlı idi.
|
|