CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER

Emir Hüsrev Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hindistan'da yetişen büyük velîlerden olup, Babası Seyfeddîn Emir Mahmûd Şemsî, o devrin mühim simâlarından idi. Laçin beylerinden olan babası, Cengiz'in müslümanlara yaptığı zulüm ve katliâm sırasında Mâverâünnehr bölgesinden Hindistan'a göç etti. Seyfeddîn Mahmûd, göçten sonra Ganj Nehri kenarında bulunan ve şimdiki ismi Patıyalı olan Mü'minâbâd kasabasına yerleşti. Dehli sarayındaki devlet adamlarından İmâdülmülk'ün kızı ile evlendi. İkinci çocuğu olarak H. 651'de Emir Hüsrev doğdu.

Emir Hüsrev küçük yaşta ilim öğrenmeye ve şiir söylemeye başladı. Hâfızası fevkalâde kuvvetli, zekâsı ve anlayışı pek keskin, şiir söyleme kâbiliyeti de fazla idi. Babası ile saraydaki ilim ve irfan meclislerine katıldı. Bu meclislerden çok faydalandı ve devrin meşhur şâirlerinden İzzeddîn ile karşılaştı. Onun şiir okuma kâbiliyetini gören Şâir İzzeddîn birbiriyle ilgisi olmayan saç, yumurta, kavun ve ok kelimelerini verince, Emir Hüsrev hemen şu mânâdaki şiiri okudu: "O sevgilinin zülüflerindeki her saç teline yüzlerce yumurta büyüklüğünde amber dizilmiş, sakın gönlünü ok gibi düz sanma, kavun gibi karnında gizli dişleri var." Bu şâir babasının sultanın yanında vazîfeli olmasından dolayı Emir Hüsrev'e "Sultânî" mahlasını verdi. Emir Hüsrev bu mahlası çocukluğunda yazdığı şiirlerinde kullanmıştır.

Bir gün babası Seyfeddîn Mahmûd bu çok zekî ve çok akıllı oğlunun mânevî terbiyesi ve yetişmesi için onu Hâce Nizâmüddîn hazretlerine götürdü. Emîr Hüsrev çok iyi yetişmiş olmasına rağmen, Hâce Nizâmüddîn'i tanımıyordu. O sırada daha, sekiz veya dokuz yaşlarındaydı. Hâce'nin dergâhına yaklaştıklarında, kapıdan girecekleri sırada, Hüsrev, kendisinden beklenilmeyen bir şey söyledi ve; "Babacığım, kendimi yetiştirecek bir mürşid seçip ona bağlanmak benim meselem olduğuna göre, bu meselede beni serbest bırakamaz mısın?" dedi. Babası hayret etti ve onu kapının dışında bırakıp, sohbette bulunmak üzere kendisi içeri girdi. Bu sırada Hüsrev çok güzel bir rubâî söyledi. Kendi kendisine de düşündü ki; "Eğer bu zât, hakîkaten yüksek, evliyâ bir zât ise, mutlaka bu rubâîyi ve benim durumumu Allahü teâlânın izni ile bilir ve bu rubâîme tatmin edici şekilde karşılık verir." Hüsrev'in bu düşünceler ile söylediği rubâîsi şu meâlde idi:

 

"Öyle bir şâhsın ki, sarayının kubbesine,

Farzet ki bir güvercin kondu ve geri döndü.

Bu garib âşık kapınızdadır.

Girsin mi, yoksa geri mi dönsün?"

 

O zamanda Hindistan'da bulunan evliyânın en büyüklerinden olan Sultan-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretleri, Hüsrev'in durumunu Allahü teâlânın izni ile anlayıp, hizmetçisini çağırdı. Dışarıda, kapının dışında bekleyen gence, düşüncesine cevap olmak üzere şu rubâîyi okumasını emretti:

 

"Hemen içeri gir! Ey doğru sözlü insan,

Olalım birbirimize yakîn, tek nefes.

Eğer câhil bir insan, hem de ahmak isen,

Hiç durma! Geldiğin yoldan hemen geri dön."

 

Hizmetçi gidip Hüsrev'e rubâîyi okudu. Arzu ettiği cevâba fazlasıyla kavuşan Hüsrev, gâyet neşelendi. Derhâl içeri girip, Hâce'ye talebe oldu. Oğlunun geri kalmasındaki inceliği daha sonra anlayan Seyfeddîn Mahmûd, bu hâdiseden sonra onu daha çok sevmeye başladı.

Bir süre sonra babasını kaybeden Emir Hüsrev'i, annesinin babası olan dedesi İmâdülmülk himâyesi altına aldı. Dedesinin yanında devrin ileri gelen âlim, edîb ve şâirleri ile tanıştı. On iki yaşlarında iken, anlayanlar tarafından şiirleri takdir ediliyordu. H.692'de dedesinin vefâtı üzerine Dehli sarayındaki Türk sultan ve kumandanlarının himâyesine girdi. Tam yedi sultandan sevgi ve alâka gördü. Sultan Mübârek Şâh Hallâcî, H.720'de vefât edince, Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın hizmet ve sohbetine koştu; hakîkî devlete saâdete kavuştu. Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın işâretiyle Hızır aleyhisselâmın sohbetiyle de şereflendi.

Hocasına olan muhabbet ve bağlılığı pekçok idi. Tam bir teslimiyet ile hocasının sohbetlerinde bulunur ve ziyâdesiyle istifâde ederdi. Hocası kendisini çok sever ve ona ayrıca husûsen teveccüh eder, yakınında bulundururdu. Diğer talebeler içinde, hocalarına en yakın olan bu idi. Her gece yatsı namazından sonra hocasının odasına girer, orada husûsî sohbette bulunurdu. Talebe arkadaşlarından birinin bir arzusu olursa; arzederdi...

Kendi zamânındaki birkaç Dehli sultanının sarayında en çok ihsâna mazhar olup, baş şâir olarak en yüksek mevkide bulunduğu gibi, hocasının en kıymetli talebesi olarak kalmayı da başaran bir dehâya sâhipti.

Emîr Hüsrev hazretleri, hocasından kendisine gelen husûsî iltifatları yazıp toplamıştır. Sultân-ül-meşâyıh Hâce Nizâmüddîn hazretleri, bir defasında Emîr Hüsrev'e hitâben; "Seni o kadar çok seviyorum ki, başka herkesten daralabilirim, fakat senden daralmam." buyurdu. Başka bir defâ da buyurdu ki: "Herkesten daralabilirim, hattâ kendimden bile. Fakat senden daralmam."

Hâce Nizâmüddîn bir gün, Emîr Hüsrev'e; "Bana duâ et! Seni benim yan tarafıma defnederler." buyurdu. Bu söz, daha sonra bir çok defâ kendisine hatırlatılmış, o da; "İnşâallah öyle olacaktır." buyurmuştur. Bir defâsında Emîr Hüsrev buyurdu ki: "Hocam bu talebesi ile (yâni benimle) ahd etti, sözleşme yaptı ve Cennet'e giderse, beni de berâberinde götüreceğini söyledi."

Hazret-i Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ Cennet yolcusu olduğu zaman, Emîr Hüsrev orada yoktu. Tuğluk Şâh ile Luknov taraflarına gitmişti. O yolculuktan dönüp acı haberi öğrenince, şaşkına döndü. Üzerine yıldırım düşmüş gibi oldu. Yanıyor, yanıyordu. Ayakta duramıyordu. "Sübhânallah! Güneş batmış. Hüsrev hayatta!" diye haykırdı. Mal mülk nâmına nesi varsa, sevâbı hocasının rûhuna olmak üzere hepsini fakirlere sadaka olarak verdi. Çok ağlıyordu. Bir defâsında; "Ben kendim için ağlıyorum. Hocamdan sonra çok yaşayamam." dedi. Hâce hazretleri, H.725 senesi Rebîulâhir ayının 18. günü vefât etmişti. Emîr Hüsrev de, altı ay sonra H.725 senesi Şevval ayının 18. günü vefât edip sevdiklerine kavuştu. Çok derin bir aşkla sevdiği hocasının ayak ucu tarafına defnedildi.

Emîr Hüsrev Dehlevî, şâirlerin sultânı, fazîlet sâhiplerinin önderi, sözleri kuvvetli olan yüksek bir zat idi. Konuşma sanat ve tavırlarındaki mânâ ve işâretlerde, önceki ve sonraki şâirlerden çoğu ona yetişememiştir. Konuşma tarzında, hocasının kendisine buyurduğu; "İsfehanlılar gibi konuş!" emrine uyardı. Gâyet fasîh ve belîğ olarak, açık, anlaşılır ve net konuşurdu. Bu edebî yönü yanında, tasavvufî hâli de pek yüksek idi. Evliyâlık yolunda üstün derece sâhibiydi. Pâdişâhlarla, âmirlerle görüşmesi, kalbinin dünyâ işlerine meyletmesine sebep olmazdı. Bu güzel hâli, eserlerinden daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü günah işleyenlerin kalblerinde bereket pek az bulunur. Belki de hiç bulunmaz. Bunun için, yazdıkları eserlerde bereket olmaz. Yâni böylelerinin yazdığı eserler, gönüllerde kabûl görmez ve kalblere tesir etmez.