|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Endülüs'te yetişen büyük velîlerden Ebü'l-Abbâs el-Basîr (rahmetullahi
teâlâ aleyh) doğduğu gün, annesi, onun iki gözünün âmâ olduğunu gördü. Babası, o
memleketin sultânıydı. O günlerde seferde bulunuyordu. Kadıncağız, sultânın,
gözleri görmeyen bir çocuğunun olmasını istemiyeceğini, bu hâli beğenmiyeceğini,
hakîr göreceğini düşünerek çocuğu yanına aldı ve evlerinden ayrıldı, çok uzak
bir yere gitti. Çocuğunu orada bir yere bıraktı. Efendisi geldiğinde de, ona bir
oğlanlarının olduğunu, fakat çocuğun doğumdan hemen sonra öldüğünü söylemeye
karar verdi. Bu sırada, kadının ıssız bir yere bıraktığı çocuğa, Allahü teâlâ
bir ceylân gönderdi. Bu ceylân muntazam olarak gelip bu yavruyu emziriyordu.
Nihâyet sultân seferden döndükten sonra, hanımı kendisine; "Bir oğlumuz oldu.
Fakat doğumdan hemen sonra öldü." dedi. Sultân, Allahü teâlânın takdîrine teslim
olarak ve görünüşte mahzûn olan hanımını tesellî için; "Ümîd edilir ki, Allahü
teâlâ o nîmeti almakla, bize ondan daha hayırlısını ihsân eder." dedi. Bir zaman
sonra sultân ava çıktı. Bir yerde, av için arkadaşları ile geniş bir halka
teşkil edip, geniş bir yeri kontrolleri altına aldılar. Arâzi kontrol edilip,
halka iyice daraltıldığında, sultân, ortada bir çocuğu emziren bir ceylânı
gördü. Yanına gidip çocuğu şevkatle bağrına bastı; "Oğlumun yerine bunu alayım."
diye düşündü. Onu alıp, evine getirdi. Gâyet sevinçli idi. Hanımına; "Oğlumuzun
yerine, Allahü teâlâ bize bu çocuğu verdi. Bunu al! Yetiştir! Bizim oğlumuz
olsun." dedi. Kadın çocuğa bakınca, kendi çocukları olduğunu anladı ve şiddetli
bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendisine de; "Vallahi bu benim
oğlumdur." dedi. Hâdiseyi de olduğu gibi anlattı. Sultan da; "Onu bize
kavuşturan Allahü teâlâya hamdolsun." diyerek, Allahü teâlâya şükretti. Kadın,
çocuğu emzirip ihtimâm ile büyüttü. Kur'ân-ı kerîm okumasını öğretti. Yedi
yaşına gelince, Kur'ân-ı kerîmin kırâatine âid ilimleri öğrenmeye başladı. Ebû
Midyen Magribî hazretlerinin yetiştirdiği velîlerden olan Ebû Ahmed Câfer el-Endülüsî'nin
huzurunda güzel bir şekilde yetişti. İnsanlardan ayrı ve uzak bir hâli vardı.
Dünyâ malına rağbet etmezdi. Babası memleketinin sultânı olduğundan, dünyâ
nîmetlerinden fazlasıyla çok çok faydalanmak elinde ve gâyet kolay olduğu hâlde,
o bunların hiç birine iltifât etmez, kalın kumaşlardan elbise giyer, fakirler
arasında bulunur, peksimet, limon ve tuz yerdi. Evliyâlık yolunda bulunanlara
mahsûs olan bu hâlini anlıyamıyan bâzı insanlar, elinde çok fazla imkânları
olduğu hâlde, dünyâ nîmetlerinden niçin istifâde etmiyor diye hayret ederlerdi.
Ebü'l-Abbâs hazretleri de, bu insanların niçin bu kadar gaflette olduklarına,
dünyânın gelip-geçici, aldatıcı ve çabuk bitici zevk ve eğlencelerine dalarak,
sonsuz olan âhiret için hazırlanmayı ihmâl etmelerine ve böylece ebediyyen
bitmeyecek gerçek saâdete, sonsuz nîmetlere kavuşmaktan mahrûm kalmalarına çok
hayret ediyordu. Ebü'l-Abbâs el-Basîr, memleketinde bir zaman kaldıktan sonra
Mısır'a gitti. Nil Nehri kenarında yerleşti. Nil Nehri kıyısında Bâb-ül-Hark
denilen yerde bulunan tekkesinde talebelerine ders verirdi. Ebü's-Süûd'un
tekkesi de Nil'in karşı kıyısında Bâb-ül-Kantara denilen yerde idi. Bu iki zât,
birbirleri ile mektuplaşırlardı. Ebü'l-Abbâs hazretleri mektup göndereceği
zaman, mektubu Nil Nehrine su üzerine bırakırdı. Mektubu karşı kıyıdan
alırlardı. Orada bulunan Ebü's-Süûd hazretleri cevap yazarak yine aynı şekilde
nehrin üzerine bırakır, bu taraftan alırlardı. Alınan ve gönderilen mektuplar,
Allahü teâlânın izni ile hiç ıslanmazdı.
|
|