EVLİYÂ HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Tâbiînden ve evliyânın
meşhurlarından Âmir bin Abdullah Anberî (radıyallahü anh) hazretlerinin
Sahâbî olduğuna dâir rivâyetler de vardır.
Âmir bin Abdullah hazret-i
Ömer 'in (radıyallahü anh) halîfeliği sırasında Medâin ve Tüster'in fethine
katıldı. Sonra da Basra'ya yerleşti. Basra'da vâli Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den kırâat
ilmini öğrendi. Kendisi de ders verir, vaktinin çoğunu Kur'ân-ı kerîm ve kırâat
ilmini öğretmekle geçirirdi. Ayrıca yapılan savaşlara katılır, cihâd ederdi.
Savaşa çıktıkları zaman arkadaşlarının hizmetini, müezzinliği o yapardı. Ayrıca
arkadaşlarına mümkün olan her ikrâmı yapmaya çalışırdı. Bu üç hususu kendisinin
yapmasını şart koşar, kabûl edenlerle yol arkadaşı olurdu. Yaşayışı gâyet
sâdeydi. Az yer ve çok ibâdet ederdi. Hiç evlenmemişti. Hâli bir yerden bir yere
gitmek üzere olan yolcu gibi olup, dünyâya rağbet etmezdi. Geceleri namaz kılar,
gündüz oruç tutardı. Namaza durduğu zaman şeytan gelip secde edeceği yere
uzanırdı. Bunun farkına varıp şeytanı secde yerinden eliyle kovardı. O namaz
kılarken şeytan yılan şeklinde gelip gömleğinin içine girer, kolundan çıkardı.
Bu hali görenler hayret edip, namazdan sonra, yanına yaklaşıp, yılanı niçin
kovmadığını sorarlardı. O ise; "Vallahi ben namaza durduktan sonra koynuma girip
gömleğimin kolundan çıktığını söylediğiniz bu yılandan hiç haberim yok, farkında
değilim. Allahü teâlâdan başkasından korkmaktan Allah'dan utanırım." derdi.
Bir gün bir kâfile ile
yolculuğa çıkmıştı. Epey yol aldıktan sonra karşılarına korkunç bir arslan
çıkıverdi. Yolcular korku ve şaşkınlık içinde donakaldılar. Dehşete ve telâşa
düştüler. Onların bu hâlini görüp ne oldu size? diye sorunca, kendilerine doğru
yaklaşmakta olan arslanı gösterdiklerinde, arslana yaklaşıp ağzını tuttu. Aslan
onu görünce sâkinleşti hareketsiz bir halde durdu. Kervandakiler oradan geçip
gittiler. Sonra arslanı bıraktı. Hiç kimse zarar görmedi.
Kışın şiddetli soğuklarda
abdest alacağı zaman soğuk su, sıcak su olurdu. Biri bir şey hediye ettiği zaman
alıp cebine kor, karşılaştığı herkese verir ve o hiç eksilmezdi.
Son derece kanâatkâr ve
merhamet sâhibi idi. Garibleri, özürlü ve delileri toplar onlara yemek yedirir,
ikrâmda bulunurdu. Bunlar yemeği, ikrâmı ne bilir diyenlere; "Allahü teâlânın
bilmesi kâfidir." cevâbını verirdi. Bir ibriği vardı. Abdest almak isteyince
ibrikten su akardı. Acıkınca da aynı ibrikten süt akardı. "Dünyâda gam ve
kederler var. Âhirette ise hesab ve Cehennem var! İnsan nasıl rahat ve ferahlık
içinde olabilir! Mal, kadın, uyku ve yemek dünyâ lezzetleridir. İlk ikisine
ihtiyâcım yok, uyku ve yemeğe gelince onları da gayretimle yenmeğe çalışacağım."
Buyururdu.
Vefâtına sebeb olan hastalığa
tutulduğu zaman; "Niçin ağlıyorsun, ölümden mi korkuyorsun?" dediler. "Benden
daha çok ağlamaya lâyık kim var? Dünyâ hırsıyla veya ölüm korkusuyla
ağlamıyorum. Fakat yolun uzunluğundan ve azığın azlığından ağlıyorum. Gecelerimi
hep Cennet'e kavuşma ümidiyle ve Cehennem'e düşme korkusuyla geçirdim. Şimdi
hangisine gideceğimi bilmiyorum! Sıcak günlerde oruç tutmaktan, uzun gecelerde
namaz kılmaktan mahrum kalacağım için ağlıyorum. Çünkü dünyâ, kederler,
üzüntüler yeridir. Âhiret ise, cezâ ve mükâfat yeridir."
Buyurdu ki: Kalbimde Allahü
teâlânın sevgisi, muhabbeti yerleştikten sonra başıma gelen şeylere aldırmam. Bu
muhabbet olduktan sonra günüm nasıl geçerse geçsin, nasıl sabahlarsam
sabahlayayım umurumda değil!..
|