|
EVLİYÂ
HAYÂTINDAN SAHÎFELER
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Abdullatif Efendi;
âlim, sâlih, zâhid, dünyâya rağbet etmeyen, yüksek haller sâhibi Kâdirî yolunda
bir zât idi. Bu yolu Hızır'la görüşmüş olan hocası Şeyh Nâsırüddîn Kadîrî'den
aldı. Ayrıca Çeştiyye ve Şettâriyye yollarından da feyz almıştı. Tasavvuf
yolunda kemâle, olgunlaşmaya çalışırdı. Haram yemekten son derece sakınır,
kırlarda yetişen meyvelerle yetinir, nefsini terbiye etmek için uğraşırdı.
Sahrâlarda Allahü teâlânın ism-i şerîfini anarak dolaşır, yarattıklarına bakar,
O'nun büyüklüğünü tefekkür edip düşünür, bir an olsun Rabbini unutmazdı.
Bir gün rüyâsında hazret-i
Ali ona şöyle dedi: "Ey Abdüllatîf! Allahü teâlâ sana bir oğul ihsân edecek, o
ilerde büyük bir zât olacak. Ona bizim ismimizi koyarsın."
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî
hazretleri de annesine rüyâsında; "Yakında dünyâya bir oğlun gelecek. Ona bizim
ismimizi koyarsın." buyurdu. Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de
evliyâdan bir zât olan amcasına rüyâsında, doğacak çocuğa Abdullah isminin
verilmesini emretti. Çocuk doğduğunda, ismini babası, Ali, annesi Abdülkâdir,
amcası Abdullah koydu. Abdullah-ı Dehlevî altı yaşına gelince, hazret-i Ali'ye
karşı sevgi ve edebinden kendisine Ali demeyip Ali'nin hizmetçisi mânâsına
Gulam Ali dedi ve bu isimle tanındı.
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri
Allah vergisi çok üstün bir zekâya sâhipti. Kur'ân-ı kerîmi kısa zamanda
ezberledi. Dînî ilimleri ve zamanının fen ilimlerini öğrendi. Delhi'de hocası
şeyh Nâsırüddîn'in hizmetinde bulunan babası, onun terbiyesinde yetişip,
Kâdiriyye yoluna girmesi için, oğlu Abdullah'ı Delhi'ye çağırdı. Abdullah-ı
Dehlevî Delhi'ye vardığı gece Şeyh Nâsırüddîn vefât etti. Babası; "Oğlum! seni
Şeyh Nâsırüddîn'den Kâdiriyye yolunu alman için çağırmıştım. Nasîb değilmiş.
Artık, sana nereden irşâd kokusu gelirse, oraya git. Serbestsin." dedi.
O sırada Delhi'de Çeştiyye
büyüklerinden, Şeyh Muhammed Zübeyr ve iki halîfesi, Şeyh Ziyâüddîn, Şeyh
Abdüladl, Şeyh Mîr Dered bin Şeyh Nâsır, Mevlâna Fahrüddîn ve başkaları vardı.
Yirmi iki yaşına kadar onların huzûrunda ve sohbetlerinde bulundu. Bu sırada
gönlünden, yine Delhi'de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına
gitmek geldi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna varıp, kendisini
talebeliğe kabûl buyurmasını istedi. O da:
"Sen zevkin ve şevkin olduğu
yere git. Bizim yolumuz, tuzsuz taşı yalamak gibidir." buyurdu.
Abdullah Dehlevî ise; "Zaten
benim mûradım, isteğim de buyurduğunuzdur." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri; "Mübârek olsun." buyurup talebeliğe kabûl etti. Onu Nakşibendiyye
yolunun, Müceddidiyye koluna göre yetiştirip, bu yolun esaslarını ve edeblerini
öğretti. Abdullah-ı Dehlevî on beş sene onun sohbetiyle şereflendi. Evliyâlıkta
yüksek derecelere kavuşunca, mutlak icâzet, diploma alıp, halîfesi oldu.
İlk zamanlarda, "Nakşîbendiyye
yoluna girmemden Gavs-ül-a'zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri râzı
olurlar mı?" diye tereddütler geçirmişti. Bir gün rüyâsında gördü ki, Seyyid
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri bir makâma gelip oturdu. O makâmın tam karşısına
da Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn hazretleri teşrif etti. Şâh-ı Nakşibend'in
yanına gitmek istedi. Bu sırada Gavs-ül-a'zam; "Maksat, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmaktır. Sıkılmayın, gidin." buyurdu.
Hocasının vefâtından sonra
yerine geçip, talebe yetiştirmeye başladı. Uzak yakın her yerden, Diyâr-ı Rum,
Şam, Irak, Hicaz, Horasan ve Mâverâünnehr'den pek çok talebe, ilim ve feyz
almak, sohbeti ile şereflenmek için yarışırcasına yanına koştu. Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî, Şeyh Ahmed-i Kürdî, Seyyid İsmâil Medenî gibi bâzıları Resûlullah
efendimizden aldığı mânevî emirle geldi. Bazısı, sâdâtın, bu yolun büyüklerinin
mânevî işâreti ile koşup teslim oldu. Şeyh Muhammed Can bunlardandı. Bâzısı ise,
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini rüyâda görüp geldi.
Dergâhında iki yüz kişi
civarında talebe vardı ve onların ihtiyaçlarını temin ederdi. Bununla berâber,
dâimâ mütevâzî ve gönlü kırık bulunurdu. Bir gün bir köpeği görüp; "Yâ Rabbî!
Ben kimim ki, seninle, sevdiklerim arasında vâsıta olayım. Bu yarattığın
hürmetine bana merhamet eyle!" buyurdu.
Peygamber efendimizin
sünnet-i seniyesine uygun yaşamaya çok gayret ederdi. Az uyur, teheccüd, gece
namazına kalktığında uyuyanları da kaldırırdı. Sonra murâkabeye oturur, peşinden
Kur'ân-ı kerîm okurdu. Kur'ân-ı kerîmden her gün on cüz okurdu. Sabah namazını
kıldıktan sonra talebeleriyle beraber işrak vaktine kadar zikir, Allahü teâlâyı
anmak ve murâkabe, nefs muhâsebesi ile meşgul olurdu. Sonra hadîs ve tefsîr
derslerine başlarlar bu hal zevâl vaktine kadar sürerdi. Sonra yemek yenirdi.
Zenginlerden birisi, lezzetli bir yemek gönderse yemez, talebelerinin de
yemesini istemez, komşularına hediye gönderirdi. Birisi para gönderse, şüpheli
bir durumu yoksa, İmâm-ı a'zam hazretlerinin ictihadına göre bir sene dolmadan
mal nisaba ulaştığında zekât vermek câiz olduğundan önce onun zekâtını verirdi.
Çünkü bir kuruş zekât vermenin binlerce lira sadaka vermekten kat kat üstün
olduğunu bilirdi. Sonra kalan paranın bir kısmı ile helva ve başka şeyler
yaptırır dervişlere dağıtır, bir kısmı ile dergâhın borçlarını öder, birazını da
yanına gelen ihtiyaç sâhiplerine verirdi. Öğleye yakın sünnet-i şerîfeye uymak
için bir müddet kaylûle yapar, uyur, kalkıp bir mikdâr yemek yiyip dînî kitablar
okumak, bâzı mevzular üzerinde yazılan yazıları gözden geçirmek ve yazılması
lâzım olanları yazmakla uğraşırdı. Öğle namazını kılıp, ikindiye kadar, hadîs ve
tefsîr dersi verirdi. İkindiyi kıldıktan sonra, hadîs-i şerîf, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârif-ul-Meârif ve Risâle-i Kuşeyrî'yi
okur, sonra güneş batıncaya kadar talebeleriyle zikir ve murâkabe ile meşgul
olurdu. Akşam namazından sonra, mânevî teveccühleri ile talebelerinden ileri
gelenlerinin ilerlemelerini sağlardı. Yatsıyı kıldıktan sonra geceyi zikr ve
murâkabe ile ihyâ ederdi. Uyku bastırdığında seccâdesi üzerinde sağ yanı üzere
yatardı. Bazan otururken uyuyakalırdı. Hayâsının çokluğundan ayağını uzattığı
görülmezdi.
Kur'ân-ı kerîmi okumakdan ve
dinlemekten çok hoşlanır şevk hâlinin gâlib olduğu zamanlar dinleyince kendinden
geçer ve; "Daha okumayınız, dayanamıyorum." buyururdu. Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî'nin Mesnevî'sini de çok okutup, dinlerdi. Bu esnâda vecd hâli hâsıl olur,
coşar, ilâhî muhabbete gark olurdu. Fakat başkalarının yaptığı gibi dînin emir
ve yasaklarına uymayan halleri görülmezdi. Her hâli dine uygun olurdu.
Emr-i mâruf ve nehy-i an'il-münker
yapar, insanlara Allahü teâlânın emirlerini hatırlatır, yasaklarından
sakınmalarını emrederdi. Bir kerre Şimşîr Bahâdır Han papazlara mahsus bir şeyi
giyerek huzuruna geldi. Onu o hâlde görünce darılıp bu vaziyette yanında
oturmamasını istedi. Bahadır Han, bu kadarına müsâde etmezseniz, bir daha
yanınıza gelmem dedi. "Allahü teâlâ sizin bir daha böyle buraya gelmenizi nasîb
etmesin." buyurdu. Huzûrundan kızarak ayrılan Bahadır Hanın içi rahat etmeyip,
üzerindeki o şeyi çıkarıp, huzuruna gelerek affını istedi ve talebesi oldu. |
|