|
DÜNYA - 1
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyânın geçici
lezzetlerine dalan, hakîkatleri bulamaz. Bu lez bzetlere dalması, onun
kuvvetini azaltır."
Yine buyurdular ki: "Allahü
teâlâ için en sevimli şey, kulun dünyâdan yüz çevirmesi, O'na ulaşılacak en iyi
vesile ise, kulun nefsinden vazgeçmesidir."
Anadolu'da yaşayan evliyânın
ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri dünyâya bağlanmanın kötülüğünü bir sohbetinde şöyle anlattı:
Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalsa da, sen onunla
kalamazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ
lezzetlerine aldanmayan Cennet nîmetlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem
olur. Dünyâ haraptır. Şerbetleri seraptır. Nîmetleri zehirli, safâları
kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar.
Kaçanı kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nîmetleri geçici,
hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda
vefâ ve sefâ bulunmaz. Fânî olanı ver ki, bâkî olanı alasın. Kendini bilen
kişinin bu dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyâya sarılır. Saîdler
bâkî olana sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhireti bul! Nefsin
arzularını terk eden pâk olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı
olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan,
onun sıkıntılarından üzülmez. Dünyâyı anlayan, ondan sakınır. Ondan sakınan,
nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ
hizmetçi olur. Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni
kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara, nîmet
yeridir. İbâdet edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu
tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhirete
nisbetle çöplük gibidir.
Ölümden önce olan her şeye
dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan değil âhiretten
sayılırlar. Çünkü, dünyâ âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar,
zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mübâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar
dînimize uy -gun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem
de âhiret nîmetlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik,
kötülük, onu kullanandadır. O hâlde mel'ûn olan, kötü olan dünyâ, Allahü
teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir.
Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda
hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan
yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da ne için yaratılmış
olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhiret hazırlığı yapmazsa, ebedî
felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhirete hazırlanmaya mâni olur. Çünkü, kalb
onu düşünmekle, Allah'ı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz
olur. Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden
uzak olur. Bir kimse ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında, Allahü teâlânın
emir ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin
kalbini bundan soğutur. Bunu kimse sevmez.
Irak velîlerinden Seyyid
Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
kalblere huzur veren vâzları vardı. Bu vâzlarından biri şöyledir: "Allahü teâlâ;
"Dünyâ hayâtı ancak metâ-ı gurûr'dur" buyurmaktadır. Bâzı ârifler de: "Dünyâyı
üç talakla boşa! Kendine ondan başka birini ara! Çünkü dünyâ kötü bir zevcedir.
O kendine gelene kıymet vermez. Ondan Rabbine dön! O sana ezâ etmeden önce ondan
korun ve onun hevâsından uzaklaş. İşte bu sûrette Cennet'e girersin."
buyurmaktadır. Hepimiz dünyânın birgün yok olacağını, kendine sarılanları yalnız
bırakacağını biliyoruz. Böyle olduğu o kadar açıktır ki, bunun için delil
getirmeye bile hâcet yoktur. Fakat nefs, şeytan, tûl-i emel, nefsin arzu ve
istekleri kalbde kalın perdeler meydana getirmiştir ki, bu yüzden gözler uykuda,
basiretler kapalıdır.
İnsanlar uykudadır. Öldükleri
zaman uyanırlar. Fakat fırsat elden gider. Artık kaçırılan fırsatlara
pişmanlığın faydası yoktur. Hiç geri dönme arzusu fayda verir mi? Gidenin geri
dönmesi mümkün olur mu? Çünkü dün geçti, bir daha geri gelmez. Âhirette
kurtuluşa erenler, haramlardan ve dünyâ sevgisinden yüz çevirip, hâlis bir niyet
ile Allahü teâlâya dönenlerdir. Allahü teâlâya götüren yol yalnız bunlara
açıktır. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; "Dünyâ sevgisi her kötülüğün
başıdır." buyurdu. İki sevgi kalbde bir araya gelmez.
Bu kısa hayâta aldanmaktan
sakının. Ahmed Rufâî hazretleri ne güzel îkâz ediyor: "Ey nefesleri sayılı
insan! İnsan ömrünün sonu olan gün elbette gelecek!"
Tâbiînin büyüklerinden, âlim
ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâ için çalışıp,
bütün arzusu ve düşüncesi dünyâ olan insanlardan hoşlanmaz, onlardan kaçardı. Bu
insanların, uğruna ölmeyi dahi göze aldıkları malları ve mülklerinden, çok kısa
bir zaman sonra ayrıldıklarını ve bütün ömürlerini harcadıkları mallarının
dünyâda kalıp âhirete bir şey götüremediklerini görür ve bu insanlara acırdı.
Onların gafletlerini ve içinde bulundukları hâli anlatarak şöyle buyurdu:
"Dünyânın âşıkları (haramlara dalanlar) sarhoşturlar. Gönül verdikleri dünyâ
onlardan kaçar, halbuki onlar dünyâya âşık olmuşlardır. Süt emen çocukların
annelerini arayıp, bağlandıkları gibi dünyâya bağlıdırlar. Aslâ ondan ayrılmayı
istemezler. Allahü teâlâ onlardan birisine bir nîmet ihsân ettiği zaman, onlara
bir riyâ ve şöhret gelir. Onlar, haram helal her ne olursa olsun dünyâya (mala,
mülke) bağlanır, onu isterler. Sonra insanlara döner; "Geliniz bizim mallarımıza
bakınız" diyerek öğünürler. Müminler ise, kendilerine gelen şeyler için;
"Allah'a yemîn ederiz ki helâlden olmayan bir şeyde güzellik yoktur. Eğer
haramdan olursa Allahü teâlâ onu yok etsin" derler. Münâfıklara gelince; "Bize
yazıklar olsun. Keşke bizim daha çok malımız olsaydı." derler. Çocukları için
yağlar ve ballar ister, bunu fakir ve miskin çocukların yanında yerler. Fakir
çocuklar annelerine gidip; "Ey annemiz, bize yağ ve bal ver. Çünkü biz, filânın
çocuğunu, onları yerken gördük." derler. Onlara anneleri; "Bunlar çok pahalı
şeyler yavrularım, ben size ancak tuz ve ekmek verebilirim." der.
Şumeyt bin Aclân
hazretlerinin oğlu Ubeydullah; babasının dünyâ adamlarını şöyle târif ettiğini
haber vermiştir: "Dünyâya düşkün olanlar, akılları kısa ve ahmak olanlardır.
Onların arzuları, yiyecekleri, şehvetleri ve kendilerini süslemeleridir. Onlar
şöyle derler: Ne zaman sabah olacak. Sabah olsun ki, yiyelim, içelim, oynayalım.
Ne zaman akşam olacak? Akşam olsa da uyusak. Onların geceleri pislik
içerisindedir, günah işlerler. Gündüzleri ise tembeldirler."
Kendilerine “Silsile-i aliyye”
denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, İran Şâhı, Şemdinan'a yakın
145 pâre köyü, her şeyi ile berâber Seyyid Tâhâ'ya bağışladı. Bu haberi
kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra;
"Elhamdülillah." dedi. İran şâhı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi
Seyyid Tâhâ'ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve;
"Elhamdülillah." buyurdu. Eshâbından Halîfe Köse; "Efendim! Köyleri size hediye
ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti
nedir?" diye arzedince; "Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına
sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine
kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim." buyurdu.
Nişâbur'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
"Dünyâ sevgisi nedir?" denildi. O; "Dünyâ, Allahü teâlâ ile senin aranda perde
olan her şeydir." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir yolculuğu sırasında Kûfe'ye
uğradı ve şehrin ileri gelenlerinden birisinin sarayını gördü. Saray çok güzel
ve süslü, kapısında hizmetçiler vardı. Penceresinde birisi şu mânâda şiir
söylüyordu: "Ey Saray! Sana hüzün, gam, keder, girmez. Zaman senin sâkinlerine,
içindekilere bir şey yapmaz. Sen muhtaçlar için ne güzel bir konaksın." Aradan
bir müddet geçtikten sonra Cüneyd-i Bağdâdî oraya tekrar uğradı. Bu sefer o
sarayı öncekinden daha başka buldu. Kapısı kararmış, içinde yaşayanlar dağılmış,
o güzelim saray perişan virâne bir vaziyetteydi. O manzara lisan-ı hâl ile sanki
şunları fısıldıyordu: "Bu sarayın güzellikleri gitti. Yerini gördüğün şu
manzara, aldı. Zaman içerisinde hiçbir şey aynı iyi hâl üzere kalmaz. İşte
gördüğün şu saray güzel durumunu bu yalnızlık, gariplik hâline, sevincini gam ve
kedere bıraktı." Cüneyd-i Bağdâdî sarayın kapısını çaldı. İçeriden gâyet zayıf
bir sesle birisi; "Buyurun." deyince; "Bu sarayın o güzelliğine ne oldu? Nerede
onun o parlak hâli, nerede onun içerisinde en kıymetli elbiselerle gezinenler,
hani o gelip giden ziyâretçileri?" diye sordu. O şahıs ağlayarak; "Efendim!
Onlar burada emânetçi olarak kalıyorlardı. Ömürleri bitip, bu dünyâdan âhirete
göçtüler. Dünyânın hâli böyledir. Ona gelen gider. Bu dünyâ kendisine iyilik
edenlere kötülük eder." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Daha önce buraya uğradığımda
birisi bu sarayın penceresinde; "Ey saray! Sana hüzün, gam ve keder girmez,
diyordu." deyince, o şahıs ağlayıp; "Vallahi şiiri okuyan bendim. Bu sarayın
sâkinlerinden benden başka kimse kalmadı. Ah! Dünyâya aldananlara yazık!" dedi.
Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu harâbe, virâne olmuş yerde nasıl kalıyorsun,
kalbin nasıl rahat ediyor?" diye sorunca; "O nasıl söz. Burası sevdiklerimin evi
değil mi? Bu onların yâdigârı hâtırasıdır." dedikten sonra, şu mânâda bir şiir
okudu: "Bana dediler, sen sevdiklerinin bulunduğu yerlerde durmayı seviyorsun,
ben dedim, her ne kadar buralarda onlarla buluşamıyorsam da, onların kalbimde
yerleri büyüktür. O hâlde onların gezip dolaştıkları yerlere olan sevgisi
sebebiyle kalbim bağlı iken, bu virâneyi nasıl terkederim?" Onun bu sözleri
Cüneyd-i Bağdâdî'ye çok tesir etti. Sevgisini samîmi bir dille anlatması, virâne
olmasına rağmen sevdiklerine bağlılıkta gösterdiği sabır bakımından hoşuna
gitti.
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâya önem vermediği gibi elinde
olanları da yetim veya fakirlere tasadduk ederdi. Kendisi muhtaç hâle gelinceye
kadar verirdi. Kırk sene müddetle bayram günleri hâriç oruç tuttu. Yakınlarından
hiç kimsenin haberi bile olmadı.
Dâvûd-i Tâî hazretleri
buyurdular ki: "Dünyâya düşkün kimsenin, insanlardan ayrı yaşamasının ve uzlete
çekilmesinin bir faydası olmaz. Dostu, Allahü teâlâ, nasîhatçısı Kur'ân-ı kerîm
olmayan kimse, şüphesiz yolu şaşırmıştır. Onun uzleti uygun değildir."
"Dünyâyı sevenler,
dünyâlıkları için âhiretlerini terkediyorlar. Sen, Allahü teâlânın emirlerini
yapabilmek için dünyâyı terket."
Dâvûd-i Tâî hazretleri dünyâ
malına aslâ kıymet vermezdi. Vefâtından önce ziyâret edenler yastığının kerpiç,
yiyeceğinin bir çanak suya batırılmış kuru ekmekten ibâret olduğunu görmüşlerdi.
Dünyâ hakkında şöyle buyurdu: "Eğer selâmette olayım dersen, dünyâya, haydi sana
selâm olsun, diyerek vedâ et. Eğer kerâmet istersen âhirete, sen nazarımda ölü
gibisin, diyerek cenâzesini kılmak üzere tekbir al ve Allahü teâlâyı dileyen
tasavvuf yolcusunun alâmeti dünyâya rağbet etmemek, dünyâdan zarûret mikdârıyla
yetinmek, fazlasını arayıp sormamaktır ve yükün, uzun yola çıkacak birinin
ağırlığı kadar olsun. Sakın bundan fazla dünyâlığı kalbinize yerleştirmeyin ve
ey insanlar! Dünyâyı isteyenler, nefislerinin isteklerine karşı acelecidir.
Dünyâ hesâbıyla bedenlerini yorarlar. Hâlbuki dünyâya rağbet, dünyâ ve âhirette
yorgunluktan başka bir şey değildir. Zâhidlik ise dünyâda ve âhirette
rahatlıktır. Öyle ise arslandan kaçar gibi dünyâyı isteyen insanlardan
kaçmalıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine ve sevdiklerine
çoğu zaman dünyâ sevgisinin kötülük ve zararlarından anlatırdı. Bu hususta;
"Kalbini dünyâya bağlamayan, nefsine bu yolda bir varlık tanımayan fakir bir
kişi, faziletli işlerden pek azını yapsa dahi şu dünyâ hırsını kalbinde taşıyıp,
âdeten ibâdet edenlerden daha kıymetlidir. Bu fakir kişinin çok az bir ameli,
dünyâ sevgisine kapılmış kimselerin dağlar gibi yapacağı amelden çok daha
kıymetli ve fazîletlidir." buyurdu. Sonra da; "Bir kimse, samîmî olarak,
dünyâdan yüz çevirir, Allahü teâlâya yönelirse, o kimse, dünyânın şerrinden ve
âfetlerinden, sıkıntılarından emin olur, kurtulur." buyurdular.
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ
rahatlığının peşinden koşmak, dünyâ ve âhirette sıkıntıya sebeb olur. Dünyâyı
terkedip Hakka yakın olmak, sevâbın rahatlığını getirir. Nefsinin arzularını
terk eden, onların musîbetlerinden de kendisini korumuş olur."
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâya rağbet
etmemek gerektiği husûsunda: "Dünyâ, kendisini isteyenden kaçar, kendinden
kaçanı kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse, yaralar. Kendini isteyip
bağlananı ise öldürür. Çünkü dünyâ ile güreş etmeye gelmez. İnsanı yener,
sırtını yere getirir. Dünyâya bağlanmak, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya mâni
olan bir perdedir. Âhireti düşünmek ise, gönlün canlanmasına sebeb olur. İbret
almakla ilim, tefekkür ile de Allah korkusu artar. Dünyâ sevgisinin yerleştiği
bir kalpte, âhiret düşüncesi göç edip gider." buyurdular.
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinin birinde buyurdular ki: "Bir
gece rüyâmda hazret-i Ömer bin Hattâb'ı gördüm. "Ey müminlerin emîri! Dünyâ
sevgisinin alâmeti nedir?" dedim. Şöyle cevap verdi: "Kötülenme korkusu ve
övülmeyi sevmektir." Dünyâyı sevmenin alâmeti bunlar olunca, zühdün (dünyâyı
terk etmenin) alâmeti, doğru yolda bulunmakta kötülenmekten korkmamak ve
övülmeyi sevmemektir."
Kuzey Afrika'da yetişen büyük
velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"En büyük günahlar ikidir. Biri dünyâ sevgisi, diğeri bilmediği bir işin başına
isteyerek geçmek."
"Dünyâdan ve dünyâ ehlinden
tamâmen uzaklaşmaz isen, velîlik kokusunu alamazsın."
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretlerine, "Zâhirde senin öyle büyük bir kemâlin, olgunluğun, bir ibâdetin
olmadığı halde bu insanlar neden sana bu derece hürmet gösteriyorlar? Bunun
sebebi nedir?" diye sorduklarında, buyurdular ki: "Yalnız bir sebeple insanlar
böyle yapıyor. O da Allahü teâlâ onu her kimseye farz kılmıştır. Ben o farzı
yerine getirince, insanlar bana böyle yapıyorlar. O da dünyâ ehlini terk
etmektir. Dünyâ ve ehlini terk etmek, işimizi gücümüzü terk etmek değil, yalnız
dünyâ ve dünyâ ehlinin sevgisini gönülden çıkarmaktır. Bu mahlûkâtı gönlümüze
sokmamak, dünyâyı ve mahlûku cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine ortak ettirmemektir. Bu
insanlar acâibdir. Onlar dâimâ dış görünüşe bakarlar ve adamın zâhid, dünyâya
düşkün olmadığını görürler. Âbid, çok ibâdet eden ise, büyük kimse derler.
Şüphesiz bu büyüklük ise de asıl büyüklük ve olgunluk kalpteki olgunluktur.
Zâhir, görünen işlerimiz mâlumdur. Yemek, içmek, yatmak, uyumak, ibâdet ve tâat
etmek, haramlardan sakınmak, vesâiredir. Bâtının işi ise, Allahü teâlâ ile huzur
bulmaktır. Ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmaktır. İnsanın esas olgunluğu
bâtınladır. Zâhirde her işi yerli yerine yapsak fakat kalbimizde kötü ahlâktan
kurtulamasak, gâfil ve câhil kalarak, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşabilir
miyiz?"
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
dünyâlık elde etmek ve zengin olmak için yanına gelenlere, kendisinden duâ
isteyenlere şöyle buyururdu: "Dünyevî maksatlar için benim yanıma gelmeniz ve
benden bir şey taleb etmeniz ahmaklıktır. Allahü teâlâ kitaplarını, dünyevî
kazanç yollarını bildirmek için indirmemiş, Peygamberlerini bunun için
göndermemiştir. Bilakis onları kullarına dîni öğretmek için göndermiştir.
Dünyâlık kazanmak için kitap ve peygambere ihtiyaç yoktur. Kitap ve peygamber
olmadan da dünyâlık kazanılabilir. Cenâb-ı Hak bu hususta dinli dinsiz bütün
yaratıklarının rızıklarına kefildir. Bir kimse uygun bir mürşid-i kâmil, rehber
elinde kemâlin zirvesine ulaşırsa, Peygamber efendimizin vekîli olur. Peygambere
dünyâyı kazanma yollarını öğretmesi lâzım değil iken onun vekillerine niye lâzım
olsun. Pîr-i kâmilin duâsıyla dünyâlık elde etmek makbûl değildir. Bid'at ve
gaflet ehli böyle şeylere müptelâ olmuş, tutulmuştur. İşin özü şudur ki: Bir kul
namaz, oruç, Kur'ân-ı kerîm okumak ve zikri bu maksatla yaparsa, dünyâlık
bakımından onun durumu iyi olur. Fakat âhiret sevabından mahrûm kalır. Nitekim
âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyrulmaktadır: "Kim dünyâ hayâtını ve onun süsünü
isterse, onlara yaptıklarının (çalıştıklarının) karşılığını burada tam olarak
veririz. Bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki,
âhirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Dünyâda yapageldikleri şeyler
orada boşa gitmiştir. Zâten yapageldikleri şeyler hep boştur." (Hûd sûresi:
15-16)
Muînüddîn-i Çeştî’nin
talebelerinden Hamîdüddîn Nâgûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
"Dünyâ nedir?" diye sorulduğunda: "Allah'tan gayri her şey dünyâdır. Senin
nefsin alçak ve aşağıdır. Nefsine yakın olan her şey dünyâdır. Bugün, dünyâ
senin nefsine yakındır, yarın âhiret. Bu mânâda şöyle demişlerdir.
Bugün, akşam, dün ve yarın,
Dördü bir, siz yalnız varın.
Yarın, inanıyoruz ki bize
meâlen şöyle denecek: "And olsun, sizi, ilk defâ nasıl çırılçıplak yaratmışsak,
onun gibi yapayalnız ve teker teker huzûrumuza gelirsiniz." (En'âm sûresi: 94).
Yâni mâdem ki işin sonu bu olacaktı, önceden niçin bunu bilmediniz. Bunu bilip,
tercihini bu yönde yapan ne bahtiyâr kişidir. Zîrâ dünyâ nefsin evidir ve
dünyâlıklar onun harb âletleridir. O kendi evinde rahat durmakta, arkadaş ve
dostlarından da yardım beklemektedir. Rûh ise bu âlemde kendi arkadaş ve
akrabâlarından uzak kalmış, aslını unutmuştur. İlâhî bir yardım gelmedikçe,
ondan bir iş, bir fayda gelmez." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ için üzülmen
kötü, âhiret için üzülmen iyidir."
Hâtim-i Esam hazretlerine;
"Bizden bir kimse nasıl ve ne zaman dünyâya ibret gözü ile bakanlardan
olabilir?" diye sorduklarında; "Dünyâda her şeyin sonunun harap, herkesin
gideceği yerin de toprak olduğunu gördüğümüz zaman! Bir kimsenin evinden veya
yakınından bir cenâze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona ne ilmin, ne
hikmetin, ne de vâz ve nasîhatın bir faydası olur."
Evliyânın büyüklerinden
Hayr-ün-Nessâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyânın ne
değerde olduğunu idrâk eden, âhiretten nasibini alır. Dünyâya düşkün olmak,
insanın kalbini öldürür."
Anadolu velîlerinden
Himmet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzı sırasında Dünyâ hayâtının
geçici ve dünyâ nîmetlerinin vefâsız olduğunu anlatırken şu beyti söyledi:
Derviş Himmet senden evvel gelenler,
Kimisi kul, kimi sultan olanlar,
Dünyâ benim mülküm deyip yelenler
Ecel câmın içti haberin var mı?
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Muhammed bin el-Yemân
şöyle anlatır: Bağdâtlı arkadaşlarımdan birisi, İbn-i Semmâk hazretlerine mektup
yazıp, dünyâyı kendisine anlatmasını istedi. Cevabında; "Allahü teâlâ dünyâyı
şehvetlerle ve âfetlerle doldurdu, helâlleri güçlüklerle, haramları da
mesûliyetlerle birleştirdi. Helâller için hesâba çekeceğini, haramlar için azâb
edeceğini bildirdi. Vesselâm." yazarak gönderdi.
Hindistan'da yetişen en büyük
velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır.
Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır.
Dünyâya düşkün olanlar âhirette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı,
İslâmiyete uymaktır.
Bu zamanda dünyâyı terk etmek
çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk
etmelidir ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nîmettir. Bu
da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya taşmamakla
olur.
Dünyâyı terk etmek iki
türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret mikdârından fazlasını terktir. Bu çok
iyidir. İkincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları
kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.
Yine buyurdular ki: Dünyânın
vefâsızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte
(cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefâsızın ve değersizin peşinde
harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.
Büyük velîlerden Mansûr
el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine dünyâ sevgisi hakkında
soruldu. Cevaben buyurdular ki: "Dünyâyı tanıyan, fânî olduğunu anlayan, ona
düşkün olmaz. Allahü teâlâyı tanıyan her şeyi bırakıp, O'nun rızâsını kazanmaya
bakar. Nefsini tanımayan, bilmeyen büyük aldanış içindedir."
"Dünyâlık olan her şey, senin
dünyâyı terketmen husûsunda aleyhindedir. Sana yardımcı olmaz. Şu üç sıfat
velîlerin sıfatındandır. Sen bunlara iyi yapış.
1) Her hususda Allahü teâlâya
dayanmak, tevekkül etmek.
2) Allah'a dayanıp, hiçbir
şeye düşkün olmamak.
3) Her hâlükârda Allahü
teâlâya yönelmek."
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ dört şeyden
ibârettir: Mal, söz, uyku ve yemek. Mal; insanı Allahü teâlâya isyân ettirir.
Söz, insanı Allahü teâlâdan oyalar. Uyku, insana Allahü teâlâyı unutturur. Yemek
ise insanın kalbini katılaştırır."
Ma'rûf-ı Kerhî hazretlerine
"Dünyâ sevgisi kalbden nasıl çıkar?" diye sorulduğu zaman buyurdular ki: "Allahü
teâlâya karşı hâlis sevgi, tam bir muhabbet ve hüsn-i muâmele yâni Allahü
teâlânın râzı olduğu işleri yapmak ve men ettiklerinden sakınmak ile" cevâbını
verdi.
Tâbiîn devrinin
meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Ka’b el-Kurezî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ son durak ve geçici bir yerdir. İyiler ondan
yüz çevirir, kötüler ona koşar. İnsanların kötüsü ona rağbet eden, iyisi ondan
uzaklaşandır. Dünyâ kendine bağlanana sıkıntı verir, helâke düşürür. Boyun eğene
hâinlik yapar. Zenginliği fakirlik, çokluğu azlıktır. Günleri gelip geçer.”
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı
diğerinin hesâbını geciktirmez."
"Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu
birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak)
lâzımdır."
"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır.
Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ
hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan
ve âhiret azığını hazırlayandır."
"Son nefes korkusu bir
nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr olmuşlardır."
"Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu
birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sarfetmek
lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp, âhireti istemek lâzımdır. Ebedî
olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Zuğdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dünyâlık peşinde
koşanlar, dünyâya sımsıkı sarılıyorlar. Hâlbuki her nefes alışta ondan
uzaklaşmaktadırlar. İleriyi göremediklerinden kördürler.”
Tâbiîn devrinde Basra'da
yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâda lezzeti üç şeyde aramalıdır.
Aradığını bulursan, sevinip keyfine bak! Şâyet bulamazsan, bu kapının sana
kapalı olduğunu bil! Bunlar: 1Namaz kılmak, 2Kur'ân-ı kerîm okumak, 3Allahü
teâlâyı çok zikretmek, hatırlamaktır."
Yine buyurdular ki: "Dünyânın
fânî, geçici ve sıkıntılarla dolu olduğunu bilen bir kimse, dünyâya sarılmakla
nasıl mutlu olabilir?" Ve sonra ağlayarak ilâve etti: "Dünyâ, bizden
evvelkilerin artığı, geçmişlerin terkedip boşadığıdır. Buradan, ayrılık zamanı
gelmeden önce ayrılın ve ölüm, baş ucunuzda imiş gibi hareket edin!"
Tâbiînin büyük âlim ve
evliyâsından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Dünyânın az bir şeyi, âhiretin çok şeyinden alıkor. Çünkü insan
dünyâ meşgalelerinden âhiretle alâkalanmaya fırsat bulamaz."
Yine buyurdular ki: "Dünyâyı
iki şey olarak buldum: Biri bana âit, diğeri başkasına. Başkasına âit olan şeyi,
bütün gücümle elde etmeğe çalışsam, mümkün değil, ona ulaşamam. Benim rızkım
nasıl olsa başkasına verilmez. Başkasınınki de bana verilmez. Bana verilecek
rızkın bir zamanı vardır. Onun için onda acele etmiyeceğim."
"Dünyâda geçen günler rüyâ,
geri kalan gelecek günler ve şeyler ise, arzu ve istekten ibârettir."
"Birisi gelip, Ebû Hâzım
hazretlerine: "Beni çok üzen bir şey var" dedi. Ebû Hâzım hazretleri "Nedir o?"
diye sordu. O da; "Ben dünyâyı seviyorum" dedi. O zaman Ebû Hâzım hazretleri
şöyle buyurdu: "Ben, Allahü teâlânın sevdirdiği bir şeyi sevdiğimden dolayı
nefsimi kötülemem. Çünkü Allahü teâlâ bana bu dünyâyı sevdirdi. Eğer dünyâ
sevgisi, bizi Allahü teâlânın beğenmediği bir şeye sürüklemiyor, beğendiği bir
şeyden de alıkoymuyorsa, bunun hiçbir zararı yoktur."
Evliyâdan ve büyük İslâm
âlimlerinden Vekî' bin Cerrâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Dünyâlığa düşkün olmayınız. Ondan sâdece ihtiyâcınız kadar alınız. O aldığınız
da helâl yoldan olsun."
"Helâlin hesâbı, haramın
cezâsı vardır."
Büyük velîlerden Yûsuf bin
Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dünyâda iki türlü
taşkınlık ve azgınlık vardır. Bunlardan biri ilim sebebiyle yapılan azgınlık,
diğeri de mal sebebiyle yapılandır. İlim sebebiyle olan taşkınlıktan kurtulmak,
ancak ibâdetle olur. Mal sebebiyle olan taşkınlıktan kurtulmak ise, ona
ehemmiyet vermeyip uzaklaşmakla mümkün olur.”
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında buyurdular ki:
“Dünyâ; âhiret için bir tarla olmasa, âhirete hazırlık yeri olmasa, çirkin
şeylerin en çirkini, rezillerin en rezîlidir. Allahü teâlâdan uzaklaşmaya,
insanı âhirette faydadan mahrûm etmeye sebeptir. Akıl sahibi olanların yanında
kıymeti olmayan bu dünyâda insan utançtan başını eğse yeridir. Nitekim sevgili
Peygamberimiz; “Dünyâ, âhirette evi olmayan kimselerin evidir. Malı olmayanların
malıdır. Aklı olmayan kimse onu toplar.” buyurmuştur. Eğer Allahü teâlânın
katında dünyânın sivrisinek kadar kıymeti olsaydı, düşmanı olan kâfirlere ondan
bir yudum su bile vermezdi. Zîrâ dünyâyı yarattığı günden beri ona rahmet
nazarıyla bakmamıştır.
Beyt:
Bu dünyâya gönül bağlama, fâni olan dünyâ geçer
İhtiyarlık devresi geldi, tâze gençlik devresi
geçecek.
Güneşin herkese apaçık
göründüğü gibi dünyânın kötülüğü de mâlumdur. Eğer dünyânın bir değeri olsaydı,
insanların ve cinlerin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm ona iltifât ederdi.
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve
seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey dünyâ demektir. Seni O'ndan başka bir
şey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, Allahü teâlâdan
uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O'ndan başka şeylerle meşgûl olan
kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sâhiblerinin yapacağı şey
değildir."
Yine buyurdular: "Hak
teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyaya kıymet vermek, dünyâya düşkün
olmak, bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde, dünyânın
zerre kadar kıymeti bulunursa, yağdan kıl çıkması gibi, kolayca bu yoldan çıkar.
Allahü teâlânın dostları, dünyâya hiç kıymet vermezler, onun için gam yemezler.
Bütün dünyâyı bir lokma hâline getirip, bir velînin ağzına koysan, israf olmaz.
Gerçek israf, bir şeyi Allahü teâlânın rızâsına aykırı olarak sarfetmektir.
Allahü teâlâ, dünyâyı eliniz ile terketmeyi değil, kalbiniz ile terketmeyi ister
ve beğenir."
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdular ki: "Dünyâ sevgisi bütün
kötülüklerin başıdır. Günahların başı ise küfrdür, îmânsızlıktır."
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden
Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdular ki: "Dünyâ
sevgisi ve günahların istilâ ettikleri kalpten nasıl hayır beklenir."
Tâbiîn devri velîlerinden
Abdullah bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında da; "Allahü teâlâya
şükre sebeb olan dünyâlık insana zarar vermez." buyurdular.
Abdülazîz Bekkine
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Seni Mevlâdan alıkoydu ise, dünyâ bir
çöp de olsa dünyâdır."
Gelibolu'da yetişen
velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir vâzında
şöyle buyurdu: Dünyâ, çok gün geçirmiş fitneli ve nazlı bir ihtiyara benzer. O,
dışını gençler gibi giyecekler ile süsleyip, halk arasında naz eder. Böylece
insanlar da onun tuzağına düşer. Dünyâ zâlim bir padişah gibidir. Halka bazı
şeyler bağışlarsa da dostluğu yoktur. Hepsini öldürmek ister.
Meşhûr velîlerden Ahmed bin
Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâya sevgi ve arzuyla
bakanın kalbinden, Allahü teâlâ zühd ve yakîn nûrunu söküp atar."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Ebû Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâyı, onu
isteyenlere bırakmak, onlardan ve dünyâdan yüz çevirmek akıllıların işidir."
"Dünyâ sevgisinden ve onun
sevgisine tutulanlardan yüz çevirenleri, yerdekiler ve gökdekiler (melekler)
sever."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, gönlü dünyâya
bağlamamak hakkında buyurdular ki: "Dünyânın sizi kandırıp evvelkileri düşürdüğü
belâya sizi de düşürmemesi için izzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan gücünüz
yettiği kadar korkun. Bildiğinizle amel edin ve dikkatli olun."
Suriye'de yetişen evliyâdan
Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; dünyâ ve
içindekilere gönül bağlamamak ve Peygamber efendimize tâbi olmak husûsunda: "İyi
bilmelidir ki, dünyâsını âhiretine vesîle eden kimseden başkasına esenlik
yoktur. Çünkü dünyâ meşakkat ve aldanma evidir. Zîrâ hadîs-i şerîfte; "Dünyâ
lânetlenmiştir (kıymetsizdir) ve dünyânın içindeki şeyler de lânetlenmiştir.
Ancak Allah'ın zikri ve Allah'ın sevdiği şeyler bu lânetlenmenin dışındadır."
Buyrulmuştur. İşte bundan dolayı akıllı kimse Allahü teâlânın dostu ve sevgilisi
olan Muhammed aleyhisselâmın şerîatine, Nakşibendiyye büyüklerine, fakirlik,
zenginlik, rahatlık ve sıkıntılı zamanlarında dahi tâbi olmalı, uymalıdır. Çünkü
onların boyalarıyla boyanmak en üstün maksat ve arzu edilen şeydir. Boyanmayana
pişmanlık vardır. Buyurdular.
Anadolu velîlerinin
büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Birçok
şiirinde Allahü teâlânın rızâsını taleb etmeyi, mal, mevkî, şöhret ile dünyâya
ve maddeye âit her şeyin sevgisini kalbden çıkarmayı tavsiye etmekte, kalbde
yerleşmiş sevgisi olmayan; mal, mülk, makam ve mevkînin de bir mahzuru
olmadığını belirtmektedir. Ahmed Kuddûsî, İslâmı tek bir bütün olarak görür.
İslâmiyete uyanı ve İslâmın yüceliğini anlatmak için, devrindeki sağlam
idârecilerle pâdişahları birçok defâ methetmiş ve onlara itâatı tavsiye
etmiştir. Müslümanların eğer fitneye uyup, din ve devletine ihânet etmezse, yer
ve gök ehlinden duâ ve yardım alacaklarını, şâyet din ve devletine ihânet
ederlerse zulüm ve belâlara uğrayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:
Zulm eylemez nâsa zerrece Hudâ,
Lâyık olduk geldi bize bu şifâ,
Amele göredir herkese cezâ,
Taksîr iden lâ-büd cezâsın bulur.
Kalbinden adâlet merhamet gitti,
Pâdişâhı bize musallat etti,
Emr-i Hallâk ile halkı incitti,
Anlamayan onu kul itti sanır.
Uzattın kat'et sözün Kuddûsî,
Uyandırmak kasdın pend idip nâsî,
Vir nefsine öğüt ey kalbi kâsî,
Gözsüzleri nice edebilir kör. |
|