CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

DÜNYA - 1

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyânın geçici lezzetlerine dalan, hakîkatleri bulamaz. Bu lez  bzetlere dalması, onun kuvvetini azaltır."

Yine buyurdular ki: "Allahü teâlâ için en sevimli şey, kulun dünyâdan yüz çevirmesi, O'na ulaşılacak en iyi vesile ise, kulun nefsinden vazgeçmesidir."

Anadolu'da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri dünyâya bağlanmanın kötülüğünü bir sohbetinde şöyle anlattı: Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nâdimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalamazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine aldanmayan Cennet nîmetlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ haraptır. Şerbetleri seraptır. Nîmetleri zehirli, safâları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Kaçanı kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nîmetleri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefâ ve sefâ bulunmaz. Fânî olanı ver ki, bâkî olanı alasın. Kendini bilen kişinin bu dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyâya sarılır. Saîdler bâkî olana sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhireti bul! Nefsin arzularını terk eden pâk olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, onun sıkıntılarından üzülmez. Dünyâyı anlayan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara, nîmet yeridir. İbâdet edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhirete nisbetle çöplük gibidir.

Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan değil âhiretten sayılırlar. Çünkü, dünyâ âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mübâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar dînimize uy -gun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nîmetlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde mel'ûn olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhiret hazırlığı yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhirete hazırlanmaya mâni olur. Çünkü, kalb onu düşünmekle, Allah'ı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur. Bunu kimse sevmez.

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin kalblere huzur veren vâzları vardı. Bu vâzlarından biri şöyledir: "Allahü teâlâ; "Dünyâ hayâtı ancak metâ-ı gurûr'dur" buyurmaktadır. Bâzı ârifler de: "Dünyâyı üç talakla boşa! Kendine ondan başka birini ara! Çünkü dünyâ kötü bir zevcedir. O kendine gelene kıymet vermez. Ondan Rabbine dön! O sana ezâ etmeden önce ondan korun ve onun hevâsından uzaklaş. İşte bu sûrette Cennet'e girersin." buyurmaktadır. Hepimiz dünyânın birgün yok olacağını, kendine sarılanları yalnız bırakacağını biliyoruz. Böyle olduğu o kadar açıktır ki, bunun için delil getirmeye bile hâcet yoktur. Fakat nefs, şeytan, tûl-i emel, nefsin arzu ve istekleri kalbde kalın perdeler meydana getirmiştir ki, bu yüzden gözler uykuda, basiretler kapalıdır.

İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar. Fakat fırsat elden gider. Artık kaçırılan fırsatlara pişmanlığın faydası yoktur. Hiç geri dönme arzusu fayda verir mi? Gidenin geri dönmesi mümkün olur mu? Çünkü dün geçti, bir daha geri gelmez. Âhirette kurtuluşa erenler, haramlardan ve dünyâ sevgisinden yüz çevirip, hâlis bir niyet ile Allahü teâlâya dönenlerdir. Allahü teâlâya götüren yol yalnız bunlara açıktır. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; "Dünyâ sevgisi her kötülüğün başıdır." buyurdu. İki sevgi kalbde bir araya gelmez.

Bu kısa hayâta aldanmaktan sakının. Ahmed Rufâî hazretleri ne güzel îkâz ediyor: "Ey nefesleri sayılı insan! İnsan ömrünün sonu olan gün elbette gelecek!"

Tâbiînin büyüklerinden, âlim ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâ için çalışıp, bütün arzusu ve düşüncesi dünyâ olan insanlardan hoşlanmaz, onlardan kaçardı. Bu insanların, uğruna ölmeyi dahi göze aldıkları malları ve mülklerinden, çok kısa bir zaman sonra ayrıldıklarını ve bütün ömürlerini harcadıkları mallarının dünyâda kalıp âhirete bir şey götüremediklerini görür ve bu insanlara acırdı. Onların gafletlerini ve içinde bulundukları hâli anlatarak şöyle buyurdu: "Dünyânın âşıkları (haramlara dalanlar) sarhoşturlar. Gönül verdikleri dünyâ onlardan kaçar, halbuki onlar dünyâya âşık olmuşlardır. Süt emen çocukların annelerini arayıp, bağlandıkları gibi dünyâya bağlıdırlar. Aslâ ondan ayrılmayı istemezler. Allahü teâlâ onlardan birisine bir nîmet ihsân ettiği zaman, onlara bir riyâ ve şöhret gelir. Onlar, haram helal her ne olursa olsun dünyâya (mala, mülke) bağlanır, onu isterler. Sonra insanlara döner; "Geliniz bizim mallarımıza bakınız" diyerek öğünürler. Müminler ise, kendilerine gelen şeyler için; "Allah'a yemîn ederiz ki helâlden olmayan bir şeyde güzellik yoktur. Eğer haramdan olursa Allahü teâlâ onu yok etsin" derler. Münâfıklara gelince; "Bize yazıklar olsun. Keşke bizim daha çok malımız olsaydı." derler. Çocukları için yağlar ve ballar ister, bunu fakir ve miskin çocukların yanında yerler. Fakir çocuklar annelerine gidip; "Ey annemiz, bize yağ ve bal ver. Çünkü biz, filânın çocuğunu, onları yerken gördük." derler. Onlara anneleri; "Bunlar çok pahalı şeyler yavrularım, ben size ancak tuz ve ekmek verebilirim." der.

Şumeyt bin Aclân hazretlerinin oğlu Ubeydullah; babasının dünyâ adamlarını şöyle târif ettiğini haber vermiştir: "Dünyâya düşkün olanlar, akılları kısa ve ahmak olanlardır. Onların arzuları, yiyecekleri, şehvetleri ve kendilerini süslemeleridir. Onlar şöyle derler: Ne zaman sabah olacak. Sabah olsun ki, yiyelim, içelim, oynayalım. Ne zaman akşam olacak? Akşam olsa da uyusak. Onların geceleri pislik içerisindedir, günah işlerler. Gündüzleri ise tembeldirler."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, İran Şâhı, Şemdinan'a yakın 145 pâre köyü, her şeyi ile berâber Seyyid Tâhâ'ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; "Elhamdülillah." dedi. İran şâhı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Tâhâ'ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; "Elhamdülillah." buyurdu. Eshâbından Halîfe Köse; "Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?" diye arzedince; "Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim." buyurdu.

Nişâbur'da yetişen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Dünyâ sevgisi nedir?" denildi. O; "Dünyâ, Allahü teâlâ ile senin aranda perde olan her şeydir." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir yolculuğu sırasında Kûfe'ye uğradı ve şehrin ileri gelenlerinden birisinin sarayını gördü. Saray çok güzel ve süslü, kapısında hizmetçiler vardı. Penceresinde birisi şu mânâda şiir söylüyordu: "Ey Saray! Sana hüzün, gam, keder, girmez. Zaman senin sâkinlerine, içindekilere bir şey yapmaz. Sen muhtaçlar için ne güzel bir konaksın." Aradan bir müddet geçtikten sonra Cüneyd-i Bağdâdî oraya tekrar uğradı. Bu sefer o sarayı öncekinden daha başka buldu. Kapısı kararmış, içinde yaşayanlar dağılmış, o güzelim saray perişan virâne bir vaziyetteydi. O manzara lisan-ı hâl ile sanki şunları fısıldıyordu: "Bu sarayın güzellikleri gitti. Yerini gördüğün şu manzara, aldı. Zaman içerisinde hiçbir şey aynı iyi hâl üzere kalmaz. İşte gördüğün şu saray güzel durumunu bu yalnızlık, gariplik hâline, sevincini gam ve kedere bıraktı." Cüneyd-i Bağdâdî sarayın kapısını çaldı. İçeriden gâyet zayıf bir sesle birisi; "Buyurun." deyince; "Bu sarayın o güzelliğine ne oldu? Nerede onun o parlak hâli, nerede onun içerisinde en kıymetli elbiselerle gezinenler, hani o gelip giden ziyâretçileri?" diye sordu. O şahıs ağlayarak; "Efendim! Onlar burada emânetçi olarak kalıyorlardı. Ömürleri bitip, bu dünyâdan âhirete göçtüler. Dünyânın hâli böyledir. Ona gelen gider. Bu dünyâ kendisine iyilik edenlere kötülük eder." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Daha önce buraya uğradığımda birisi bu sarayın penceresinde; "Ey saray! Sana hüzün, gam ve keder girmez, diyordu." deyince, o şahıs ağlayıp; "Vallahi şiiri okuyan bendim. Bu sarayın sâkinlerinden benden başka kimse kalmadı. Ah! Dünyâya aldananlara yazık!" dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu harâbe, virâne olmuş yerde nasıl kalıyorsun, kalbin nasıl rahat ediyor?" diye sorunca; "O nasıl söz. Burası sevdiklerimin evi değil mi? Bu onların yâdigârı hâtırasıdır." dedikten sonra, şu mânâda bir şiir okudu: "Bana dediler, sen sevdiklerinin bulunduğu yerlerde durmayı seviyorsun, ben dedim, her ne kadar buralarda onlarla buluşamıyorsam da, onların kalbimde yerleri büyüktür. O hâlde onların gezip dolaştıkları yerlere olan sevgisi sebebiyle kalbim bağlı iken, bu virâneyi nasıl terkederim?" Onun bu sözleri Cüneyd-i Bağdâdî'ye çok tesir etti. Sevgisini samîmi bir dille anlatması, virâne olmasına rağmen sevdiklerine bağlılıkta gösterdiği sabır bakımından hoşuna gitti.

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâya önem vermediği gibi elinde olanları da yetim veya fakirlere tasadduk ederdi. Kendisi muhtaç hâle gelinceye kadar verirdi. Kırk sene müddetle bayram günleri hâriç oruç tuttu. Yakınlarından hiç kimsenin haberi bile olmadı.

Dâvûd-i Tâî hazretleri buyurdular ki: "Dünyâya düşkün kimsenin, insanlardan ayrı yaşamasının ve uzlete çekilmesinin bir faydası olmaz. Dostu, Allahü teâlâ, nasîhatçısı Kur'ân-ı kerîm olmayan kimse, şüphesiz yolu şaşırmıştır. Onun uzleti uygun değildir."

"Dünyâyı sevenler, dünyâlıkları için âhiretlerini terkediyorlar. Sen, Allahü teâlânın emirlerini yapabilmek için dünyâyı terket."

Dâvûd-i Tâî hazretleri dünyâ malına aslâ kıymet vermezdi. Vefâtından önce ziyâret edenler yastığının kerpiç, yiyeceğinin bir çanak suya batırılmış kuru ekmekten ibâret olduğunu görmüşlerdi. Dünyâ hakkında şöyle buyurdu: "Eğer selâmette olayım dersen, dünyâya, haydi sana selâm olsun, diyerek vedâ et. Eğer kerâmet istersen âhirete, sen nazarımda ölü gibisin, diyerek cenâzesini kılmak üzere tekbir al ve Allahü teâlâyı dileyen tasavvuf yolcusunun alâmeti dünyâya rağbet etmemek, dünyâdan zarûret mikdârıyla yetinmek, fazlasını arayıp sormamaktır ve yükün, uzun yola çıkacak birinin ağırlığı kadar olsun. Sakın bundan fazla dünyâlığı kalbinize yerleştirmeyin ve ey insanlar! Dünyâyı isteyenler, nefislerinin isteklerine karşı acelecidir. Dünyâ hesâbıyla bedenlerini yorarlar. Hâlbuki dünyâya rağbet, dünyâ ve âhirette yorgunluktan başka bir şey değildir. Zâhidlik ise dünyâda ve âhirette rahatlıktır. Öyle ise arslandan kaçar gibi dünyâyı isteyen insanlardan kaçmalıdır."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine ve sevdiklerine çoğu zaman dünyâ sevgisinin kötülük ve zararlarından anlatırdı. Bu hususta; "Kalbini dünyâya bağlamayan, nefsine bu yolda bir varlık tanımayan fakir bir kişi, faziletli işlerden pek azını yapsa dahi şu dünyâ hırsını kalbinde taşıyıp, âdeten ibâdet edenlerden daha kıymetlidir. Bu fakir kişinin çok az bir ameli, dünyâ sevgisine kapılmış kimselerin dağlar gibi yapacağı amelden çok daha kıymetli ve fazîletlidir." buyurdu. Sonra da; "Bir kimse, samîmî olarak, dünyâdan yüz çevirir, Allahü teâlâya yönelirse, o kimse, dünyânın şerrinden ve âfetlerinden, sıkıntılarından emin olur, kurtulur." buyurdular.

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ rahatlığının peşinden koşmak, dünyâ ve âhirette sıkıntıya sebeb olur. Dünyâyı terkedip Hakka yakın olmak, sevâbın rahatlığını getirir. Nefsinin arzularını terk eden, onların musîbetlerinden de kendisini korumuş olur."

Şam'da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâya rağbet etmemek gerektiği husûsunda: "Dünyâ, kendisini isteyenden kaçar, kendinden kaçanı kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse, yaralar. Kendini isteyip bağlananı ise öldürür. Çünkü dünyâ ile güreş etmeye gelmez. İnsanı yener, sırtını yere getirir. Dünyâya bağlanmak, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya mâni olan bir perdedir. Âhireti düşünmek ise, gönlün canlanmasına sebeb olur. İbret almakla ilim, tefekkür ile de Allah korkusu artar. Dünyâ sevgisinin yerleştiği bir kalpte, âhiret düşüncesi göç edip gider." buyurdular.

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinin birinde buyurdular ki: "Bir gece rüyâmda hazret-i Ömer bin Hattâb'ı gördüm. "Ey müminlerin emîri! Dünyâ sevgisinin alâmeti nedir?" dedim. Şöyle cevap verdi: "Kötülenme korkusu ve övülmeyi sevmektir." Dünyâyı sevmenin alâmeti bunlar olunca, zühdün (dünyâyı terk etmenin) alâmeti, doğru yolda bulunmakta kötülenmekten korkmamak ve övülmeyi sevmemektir."

Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "En büyük günahlar ikidir. Biri dünyâ sevgisi, diğeri bilmediği bir işin başına isteyerek geçmek."

"Dünyâdan ve dünyâ ehlinden tamâmen uzaklaşmaz isen, velîlik kokusunu alamazsın."

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerine, "Zâhirde senin öyle büyük bir kemâlin, olgunluğun, bir ibâdetin olmadığı halde bu insanlar neden sana bu derece hürmet gösteriyorlar? Bunun sebebi nedir?" diye sorduklarında, buyurdular ki: "Yalnız bir sebeple insanlar böyle yapıyor. O da Allahü teâlâ onu her kimseye farz kılmıştır. Ben o farzı yerine getirince, insanlar bana böyle yapıyorlar. O da dünyâ ehlini terk etmektir. Dünyâ ve ehlini terk etmek, işimizi gücümüzü terk etmek değil, yalnız dünyâ ve dünyâ ehlinin sevgisini gönülden çıkarmaktır. Bu mahlûkâtı gönlümüze sokmamak, dünyâyı ve mahlûku cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine ortak ettirmemektir. Bu insanlar acâibdir. Onlar dâimâ dış görünüşe bakarlar ve adamın zâhid, dünyâya düşkün olmadığını görürler. Âbid, çok ibâdet eden ise, büyük kimse derler. Şüphesiz bu büyüklük ise de asıl büyüklük ve olgunluk kalpteki olgunluktur. Zâhir, görünen işlerimiz mâlumdur. Yemek, içmek, yatmak, uyumak, ibâdet ve tâat etmek, haramlardan sakınmak, vesâiredir. Bâtının işi ise, Allahü teâlâ ile huzur bulmaktır. Ahlâk-ı ilâhiyye ile ahlâklanmaktır. İnsanın esas olgunluğu bâtınladır. Zâhirde her işi yerli yerine yapsak fakat kalbimizde kötü ahlâktan kurtulamasak, gâfil ve câhil kalarak, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşabilir miyiz?"

Hindistan'ın büyük velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri dünyâlık elde etmek ve zengin olmak için yanına gelenlere, kendisinden duâ isteyenlere şöyle buyururdu: "Dünyevî maksatlar için benim yanıma gelmeniz ve benden bir şey taleb etmeniz ahmaklıktır. Allahü teâlâ kitaplarını, dünyevî kazanç yollarını bildirmek için indirmemiş, Peygamberlerini bunun için göndermemiştir. Bilakis onları kullarına dîni öğretmek için göndermiştir. Dünyâlık kazanmak için kitap ve peygambere ihtiyaç yoktur. Kitap ve peygamber olmadan da dünyâlık kazanılabilir. Cenâb-ı Hak bu hususta dinli dinsiz bütün yaratıklarının rızıklarına kefildir. Bir kimse uygun bir mürşid-i kâmil, rehber elinde kemâlin zirvesine ulaşırsa, Peygamber efendimizin vekîli olur. Peygambere dünyâyı kazanma yollarını öğretmesi lâzım değil iken onun vekillerine niye lâzım olsun. Pîr-i kâmilin duâsıyla dünyâlık elde etmek makbûl değildir. Bid'at ve gaflet ehli böyle şeylere müptelâ olmuş, tutulmuştur. İşin özü şudur ki: Bir kul namaz, oruç, Kur'ân-ı kerîm okumak ve zikri bu maksatla yaparsa, dünyâlık bakımından onun durumu iyi olur. Fakat âhiret sevabından mahrûm kalır. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyrulmaktadır: "Kim dünyâ hayâtını ve onun süsünü isterse, onlara yaptıklarının (çalıştıklarının) karşılığını burada tam olarak veririz. Bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Dünyâda yapageldikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten yapageldikleri şeyler hep boştur." (Hûd sûresi: 15-16)

Muînüddîn-i Çeştî’nin talebelerinden Hamîdüddîn Nâgûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Dünyâ nedir?" diye sorulduğunda: "Allah'tan gayri her şey dünyâdır. Senin nefsin alçak ve aşağıdır. Nefsine yakın olan her şey dünyâdır. Bugün, dünyâ senin nefsine yakındır, yarın âhiret. Bu mânâda şöyle demişlerdir.

 

Bugün, akşam, dün ve yarın,

Dördü bir, siz yalnız varın.

 

Yarın, inanıyoruz ki bize meâlen şöyle denecek: "And olsun, sizi, ilk defâ nasıl çırılçıplak yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker teker huzûrumuza gelirsiniz." (En'âm sûresi: 94). Yâni mâdem ki işin sonu bu olacaktı, önceden niçin bunu bilmediniz. Bunu bilip, tercihini bu yönde yapan ne bahtiyâr kişidir. Zîrâ dünyâ nefsin evidir ve dünyâlıklar onun harb âletleridir. O kendi evinde rahat durmakta, arkadaş ve dostlarından da yardım beklemektedir. Rûh ise bu âlemde kendi arkadaş ve akrabâlarından uzak kalmış, aslını unutmuştur. İlâhî bir yardım gelmedikçe, ondan bir iş, bir fayda gelmez." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ için üzülmen kötü, âhiret için üzülmen iyidir."

Hâtim-i Esam hazretlerine; "Bizden bir kimse nasıl ve ne zaman dünyâya ibret gözü ile bakanlardan olabilir?" diye sorduklarında; "Dünyâda her şeyin sonunun harap, herkesin gideceği yerin de toprak olduğunu gördüğümüz zaman! Bir kimsenin evinden veya yakınından bir cenâze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona ne ilmin, ne hikmetin, ne de vâz ve nasîhatın bir faydası olur."

Evliyânın büyüklerinden Hayr-ün-Nessâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyânın ne değerde olduğunu idrâk eden, âhiretten nasibini alır. Dünyâya düşkün olmak, insanın kalbini öldürür."

Anadolu velîlerinden Himmet Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzı sırasında Dünyâ hayâtının geçici ve dünyâ nîmetlerinin vefâsız olduğunu anlatırken şu beyti söyledi:

 

Derviş Himmet senden evvel gelenler,

Kimisi kul, kimi sultan olanlar,

Dünyâ benim mülküm deyip yelenler

Ecel câmın içti haberin var mı?

 

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Muhammed bin el-Yemân şöyle anlatır: Bağdâtlı arkadaşlarımdan birisi, İbn-i Semmâk hazretlerine mektup yazıp, dünyâyı kendisine anlatmasını istedi. Cevabında; "Allahü teâlâ dünyâyı şehvetlerle ve âfetlerle doldurdu, helâlleri güçlüklerle, haramları da mesûliyetlerle birleştirdi. Helâller için hesâba çekeceğini, haramlar için azâb edeceğini bildirdi. Vesselâm." yazarak gönderdi.

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar âhirette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâmiyete uymaktır.

Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nîmettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya taşmamakla olur.

Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret mikdârından fazlasını terktir. Bu çok iyidir. İkincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.

Yine buyurdular ki: Dünyânın vefâsızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte (cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefâsızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.

Büyük velîlerden Mansûr el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine dünyâ sevgisi  hakkında soruldu. Cevaben buyurdular ki: "Dünyâyı tanıyan, fânî olduğunu anlayan, ona düşkün olmaz. Allahü teâlâyı tanıyan her şeyi bırakıp, O'nun rızâsını kazanmaya bakar. Nefsini tanımayan, bilmeyen büyük aldanış içindedir."

"Dünyâlık olan her şey, senin dünyâyı terketmen husûsunda aleyhindedir. Sana yardımcı olmaz. Şu üç sıfat velîlerin sıfatındandır. Sen bunlara iyi yapış.

1) Her hususda Allahü teâlâya dayanmak, tevekkül etmek.

2) Allah'a dayanıp, hiçbir şeye düşkün olmamak.

3) Her hâlükârda Allahü teâlâya yönelmek."

Büyük velîlerden Ma'rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ dört şeyden ibârettir: Mal, söz, uyku ve yemek. Mal; insanı Allahü teâlâya isyân ettirir. Söz, insanı Allahü teâlâdan oyalar. Uyku, insana Allahü teâlâyı unutturur. Yemek ise insanın kalbini katılaştırır."

Ma'rûf-ı Kerhî hazretlerine "Dünyâ sevgisi kalbden nasıl çıkar?" diye sorulduğu zaman buyurdular ki: "Allahü teâlâya karşı hâlis sevgi, tam bir muhabbet ve hüsn-i muâmele yâni Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmak ve men ettiklerinden sakınmak ile" cevâbını verdi.

Tâbiîn devrinin meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Ka’b el-Kurezî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ son durak ve geçici bir yerdir. İyiler ondan yüz çevirir, kötüler ona koşar. İnsanların kötüsü ona rağbet eden, iyisi ondan uzaklaşandır. Dünyâ kendine bağlanana sıkıntı verir, helâke düşürür. Boyun eğene hâinlik yapar. Zenginliği fakirlik, çokluğu azlıktır. Günleri gelip geçer.”

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Müminin hesâbı kısa bir zaman için olacaktır. Birinin hesâbı diğerinin hesâbını geciktirmez."

"Dünyâ hayâtı çok kısadır. Bu birkaç günlük kısa fırsat zamânında, kabri ve kıyâmeti unutmamak (hazırlanmak) lâzımdır."

"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebeb olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır."

"Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde tutulmuş, giriftâr olmuşlardır."

"Dünyâ hayâtı geçicidir. Bu birkaç günlük hayâtı ganîmet bilip, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sarfetmek lâzımdır. Alçak dünyânın nîmetlerine dalmayıp, âhireti istemek lâzımdır. Ebedî olan âhireti ve âhiret nîmetlerini kazanmak için çalışmalıdır."

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Zuğdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dünyâlık peşinde koşanlar, dünyâya sımsıkı sarılıyorlar. Hâlbuki her nefes alışta ondan uzaklaşmaktadırlar. İleriyi göremediklerinden kördürler.”

Tâbiîn devrinde Basra'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâda lezzeti üç şeyde aramalıdır. Aradığını bulursan, sevinip keyfine bak! Şâyet bulamazsan, bu kapının sana kapalı olduğunu bil! Bunlar: 1Namaz kılmak, 2Kur'ân-ı kerîm okumak, 3Allahü teâlâyı çok zikretmek, hatırlamaktır."

Yine buyurdular ki: "Dünyânın fânî, geçici ve sıkıntılarla dolu olduğunu bilen bir kimse, dünyâya sarılmakla nasıl mutlu olabilir?" Ve sonra ağlayarak ilâve etti: "Dünyâ, bizden evvelkilerin artığı, geçmişlerin terkedip boşadığıdır. Buradan, ayrılık zamanı gelmeden önce ayrılın ve ölüm, baş ucunuzda imiş gibi hareket edin!"

Tâbiînin büyük âlim ve evliyâsından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyânın az bir şeyi, âhiretin çok şeyinden alıkor. Çünkü insan dünyâ meşgalelerinden âhiretle alâkalanmaya fırsat bulamaz."

Yine buyurdular ki: "Dünyâyı iki şey olarak buldum: Biri bana âit, diğeri başkasına. Başkasına âit olan şeyi, bütün gücümle elde etmeğe çalışsam, mümkün değil, ona ulaşamam. Benim rızkım nasıl olsa başkasına verilmez. Başkasınınki de bana verilmez. Bana verilecek rızkın bir zamanı vardır. Onun için onda acele etmiyeceğim."

"Dünyâda geçen günler rüyâ, geri kalan gelecek günler ve şeyler ise, arzu ve istekten ibârettir."

"Birisi gelip, Ebû Hâzım hazretlerine: "Beni çok üzen bir şey var" dedi. Ebû Hâzım hazretleri "Nedir o?" diye sordu. O da; "Ben dünyâyı seviyorum" dedi. O zaman Ebû Hâzım hazretleri şöyle buyurdu: "Ben, Allahü teâlânın sevdirdiği bir şeyi sevdiğimden dolayı nefsimi kötülemem. Çünkü Allahü teâlâ bana bu dünyâyı sevdirdi. Eğer dünyâ sevgisi, bizi Allahü teâlânın beğenmediği bir şeye sürüklemiyor, beğendiği bir şeyden de alıkoymuyorsa, bunun hiçbir zararı yoktur."

Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî' bin Cerrâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâlığa düşkün olmayınız. Ondan sâdece ihtiyâcınız kadar alınız. O aldığınız da helâl yoldan olsun."

"Helâlin hesâbı, haramın cezâsı vardır."

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dünyâda iki türlü taşkınlık ve azgınlık vardır. Bunlardan biri ilim sebebiyle yapılan azgınlık, diğeri de mal sebebiyle yapılandır. İlim sebebiyle olan taşkınlıktan kurtulmak, ancak ibâdetle olur. Mal sebebiyle olan taşkınlıktan kurtulmak ise, ona ehemmiyet vermeyip uzaklaşmakla mümkün olur.”

Osmanlı âlim ve velîlerinden Ziyâeddîn Nurşînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında buyurdular ki: “Dünyâ; âhiret için bir tarla olmasa, âhirete hazırlık yeri olmasa, çirkin şeylerin en çirkini, rezillerin en rezîlidir. Allahü teâlâdan uzaklaşmaya, insanı âhirette faydadan mahrûm etmeye sebeptir. Akıl sahibi olanların yanında kıymeti olmayan bu dünyâda insan utançtan başını eğse yeridir. Nitekim sevgili Peygamberimiz; “Dünyâ, âhirette evi olmayan kimselerin evidir. Malı olmayanların malıdır. Aklı olmayan kimse onu toplar.” buyurmuştur. Eğer Allahü teâlânın katında dünyânın sivrisinek kadar kıymeti olsaydı, düşmanı olan kâfirlere ondan bir yudum su bile vermezdi. Zîrâ dünyâyı yarattığı günden beri ona rahmet nazarıyla bakmamıştır.

Beyt:

Bu dünyâya gönül bağlama, fâni olan dünyâ geçer

İhtiyarlık devresi geldi, tâze gençlik devresi geçecek.

 

Güneşin herkese apaçık göründüğü gibi dünyânın kötülüğü de mâlumdur. Eğer dünyânın bir değeri olsaydı, insanların ve cinlerin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm ona iltifât ederdi.

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey dünyâ demektir. Seni O'ndan başka bir şey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O'ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sâhiblerinin yapacağı şey değildir."

Yine buyurdular: "Hak teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyaya kıymet vermek, dünyâya düşkün olmak, bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde, dünyânın zerre kadar kıymeti bulunursa, yağdan kıl çıkması gibi, kolayca bu yoldan çıkar. Allahü teâlânın dostları, dünyâya hiç kıymet vermezler, onun için gam yemezler. Bütün dünyâyı bir lokma hâline getirip, bir velînin ağzına koysan, israf olmaz. Gerçek israf, bir şeyi Allahü teâlânın rızâsına aykırı olarak sarfetmektir. Allahü teâlâ, dünyâyı eliniz ile terketmeyi değil, kalbiniz ile terketmeyi ister ve beğenir."

Hindistan evliyâsından ve Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdular ki: "Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Günahların başı ise küfrdür, îmânsızlıktır."

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyururdular ki: "Dünyâ sevgisi ve günahların istilâ ettikleri kalpten nasıl hayır beklenir."

Tâbiîn devri velîlerinden Abdullah bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında da; "Allahü teâlâya şükre sebeb olan dünyâlık insana zarar vermez." buyurdular.

Abdülazîz Bekkine (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Seni Mevlâdan alıkoydu ise, dünyâ bir çöp de olsa dünyâdır."

Gelibolu'da yetişen velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir vâzında şöyle buyurdu: Dünyâ, çok gün geçirmiş fitneli ve nazlı bir ihtiyara benzer. O, dışını gençler gibi giyecekler ile süsleyip, halk arasında naz eder. Böylece insanlar da onun tuzağına düşer. Dünyâ zâlim bir padişah gibidir. Halka bazı şeyler bağışlarsa da dostluğu yoktur. Hepsini öldürmek ister.

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâya sevgi ve arzuyla bakanın kalbinden, Allahü teâlâ zühd ve yakîn nûrunu söküp atar."

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Ebû Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dünyâyı, onu isteyenlere bırakmak, onlardan ve dünyâdan yüz çevirmek akıllıların işidir."

"Dünyâ sevgisinden ve onun sevgisine tutulanlardan yüz çevirenleri, yerdekiler ve gökdekiler (melekler) sever."

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, gönlü dünyâya bağlamamak hakkında buyurdular ki: "Dünyânın sizi kandırıp evvelkileri düşürdüğü belâya sizi de düşürmemesi için izzet ve celâl sâhibi Allahü teâlâdan gücünüz yettiği kadar korkun. Bildiğinizle amel edin ve dikkatli olun."

Suriye'de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; dünyâ ve içindekilere gönül bağlamamak ve Peygamber efendimize tâbi olmak husûsunda: "İyi bilmelidir ki, dünyâsını âhiretine vesîle eden kimseden başkasına esenlik yoktur. Çünkü dünyâ meşakkat ve aldanma evidir. Zîrâ hadîs-i şerîfte; "Dünyâ lânetlenmiştir (kıymetsizdir) ve dünyânın içindeki şeyler de lânetlenmiştir. Ancak Allah'ın zikri ve Allah'ın sevdiği şeyler bu lânetlenmenin dışındadır." Buyrulmuştur. İşte bundan dolayı akıllı kimse Allahü teâlânın dostu ve sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmın şerîatine, Nakşibendiyye büyüklerine, fakirlik, zenginlik, rahatlık ve sıkıntılı zamanlarında dahi tâbi olmalı, uymalıdır. Çünkü onların boyalarıyla boyanmak en üstün maksat ve arzu edilen şeydir. Boyanmayana pişmanlık vardır. Buyurdular.

Anadolu velîlerinin büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Birçok şiirinde Allahü teâlânın rızâsını taleb etmeyi, mal, mevkî, şöhret ile dünyâya ve maddeye âit her şeyin sevgisini kalbden çıkarmayı tavsiye etmekte, kalbde yerleşmiş sevgisi olmayan; mal, mülk, makam ve mevkînin de bir mahzuru olmadığını belirtmektedir. Ahmed Kuddûsî, İslâmı tek bir bütün olarak görür. İslâmiyete uyanı ve İslâmın yüceliğini anlatmak için, devrindeki sağlam idârecilerle pâdişahları birçok defâ methetmiş ve onlara itâatı tavsiye etmiştir. Müslümanların eğer fitneye uyup, din ve devletine ihânet etmezse, yer ve gök ehlinden duâ ve yardım alacaklarını, şâyet din ve devletine ihânet ederlerse zulüm ve belâlara uğrayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:

 

Zulm eylemez nâsa zerrece Hudâ,

Lâyık olduk geldi bize bu şifâ,

Amele göredir herkese cezâ,

Taksîr iden lâ-büd cezâsın bulur.

 

Kalbinden adâlet merhamet gitti,

Pâdişâhı bize musallat etti,

Emr-i Hallâk ile halkı incitti,

Anlamayan onu kul itti sanır.

 

Uzattın kat'et sözün Kuddûsî,

Uyandırmak kasdın pend idip nâsî,

Vir nefsine öğüt ey kalbi kâsî,

Gözsüzleri nice edebilir kör.