CİMRİLİK
– CÖMERDLİK – İSRÂF – KANÂAT
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) cimrilik anlamına gelen "buhl"
kelimesinin harflerini ayrı ayrı tahlil ederek şöyle buyurdular: "Buhl'un be'si
belâya, hâ'sı hüsrana, lâm'ı da levm yâni kınama ve kötülüğe delâlet eder.
Nitekim cimri insan, nefsiyle belâda, çalışma ve gayretiyle hüsranda, cimriliği,
kimseye faydasızlığı îtibârıyla kötülenme ve kınanmadadır."
Büyük velîlerden Ebû
Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Cimri kime
derler?" diye soruldu. Cevaben, "İhtiyaç ânında başkasını düşünmeyene."
buyurdular.
Dünyâ ve âhiret işlerinde
kardeşlerini kendisinden önde tutana ne denir?" denildi. O; "Îsâr sâhibi denir."
Buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Cimri birinin
hastalandığı zaman sadaka dağıttığını görünce; "Allah'ım bu kulunun hastalığını
devâm ettir. Çünkü bunun böyle sadaka dağıtması, kendi günahları için keffâret,
fakirler için de daha faydalı olmaktadır." diye duâ etti.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Hubeyk (rahmetullahi teâlâ aleyh) tama', aç gözlülük etmekten,
insanları sakındırır ve; "Tamahkâr, aç gözlü insan tama' zincirine bağlanmış
ölüye benzer. Kalbteki tama' kalbi mühürler, mühürlü kalb ise ölüdür. Mü'min
tamahkâr olmaz. Nefsin şehvet ve arzularına uymaz." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mevcut olan şeyde
cömertlik, kendisinde olan her türlü işleri kusurlu görmektir.”
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine "Sehâvet, cömertlik nedir?" diye sordular. "Dostlara
ve sevdiklerine iyilik ve ikrâmda bulunmaktır." buyurdular.
Konya'ya gelen büyük
velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine;
Cömertliği sordular, cevaben buyurdular ki: "Dört türlü sehâvet, cömertlik
vardır: 1) Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur.
Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden
cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda
vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehidlere
mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i alırlar. 4) Kalb
cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün dervişlerin peşi
sıra gidiyordu. Sofîleri arkadan tâkib etmek âdeti idi. Hepsi bir dâvete
gidiyordu. Bunları gören bir bakkal; "Bunlar halkın malını yemeyi helâl
sayıyorlar." diyerek sofîler hakkında ileri geri konuştu. Devam ederek;
"Dervişlerden biri benden yüz dirhem aldı, fakat getirip vermedi. Adamı nerede
arayacağımı da bilmiyorum." dedi. Dâvet yerine vardıklarında, sofîleri seven ev
sâhibine Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki: "Kalbim sükûn ve huzur içinde olsun
dersen, bana yüz dirhem getir." Ev sâhibi derhal istenen parayı getirdi. Ebû
Abdullah Rodbârî talebelerinden birine; "Bu parayı al, falan bakkala git. Bu
parayı arkadaşlarımızdan biri sizden borç almış, zamânında ödemesine mâni olan
bir mâzereti çıkmış, parayı ancak şu anda gönderebildi. Özrünü kabûl et, de."
buyurdu. Talebe hemen gidip Ebû Abdullah Rodbârî hazretlerinin dediklerini
yaptı. Dâvetten dönerken dervişler bakkal dükkanının önünden geçtiler. Bakkal,
sofîleri medhetmeye başladı. "Bunlar emin, güvenilir ve sâlih insanlardır."
diyordu. Bunun üzerine Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki: "Bütün çirkinliklerden
daha çirkin olan bir çirkin şey vardır. O da bir sofînin, velînin cimrilik
yapmasıdır. Yâni hem kendisi iyilik etmez, hem de iyilik edene mâni olur. Bu hal
herkes için çok kötü bir huydur. Hele tasavvuf ehli için fenâlıkların en
fenâsıdır. Bu hâlin kötülüğü sırf cimrilik olsun diye yapıldığı zamandır. Ancak
bir hikmet bir fayda düşünüldüğü için yapılıyorsa, o zaman iş değişir. Çünkü
bâzı kimselere vermemek, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesindendir. Bunu iyi
anlamak lâzımdır. Rabbimiz işin doğrusunu en iyi bilendir."
Nakşibendî büyüklerinden
Alvarlı Muhammed Lütfi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri çok cömert idi.
Herkes ve bilhassa varlıklı kimseler kendisine hediyeler gönderirdi. Fakat o
bunlara hiç elini sürmezdi. Bunları minderin altına kor, evlenmek isteyenler,
borcunu ödeyemeyenler ve cenâze masrafları vs. gibi sebeplerle kendisine
gelenlere dağıtırdı. En büyük zevki hediyeleri lâyık olduğu yere ulaştırmaktı.
Bâzan sohbetleri esnâsında üzerindeki en büyük parayı ortaya çıkardıktan sonra,
çevresinde bulunanlara da; "Şuraya biraz para koyun!" derdi. Etrafındakiler de
paralarını koyduktan sonra bunları toplatır, mahallin ileri gelenlerine veya
muhtarına ihtiyaç sâhiplerine ulaştırmaları için gönderirdi.
Efe hazretlerinin pek çok
gazellerinde bu duygularını görmek mümkündür.
Hasislikten
elin çek sen cömerd ol kân-ı ihsân ol
Konuşma
câhil-ü nâdân ile gel ehl-i irfân ol
Hakîr ol
âlem-i zâhirde sen mânâda sultân ol
Karıncanın
dahi hâlin gözet dehre Süleymân ol
Felekte hâsılı
insân isen bir canı incitme
Günahkâr olma
Fahr-i âlem-i zî-şânı incitme.
Efe hazretlerinin en çok
sevdiği işlerden biri de ilim talebelerine yardım etmekti. İlme, irfâna çok önem
verir, Erzurum'da medreselerde okuyan talebelere maddî mânevî yardımlarda
bulunurdu. Alvar'da bir medrese kurarak gelenlere Kur'ân-ı kerîm ve fıkıh
dersleri verdi. Bir zamanlar dindarlara, Kur'ân-ı kerîm okuyanlara ve okutanlara
karşı düşmanlık gösterilmesi sebebiyle, Efe hazretleri de İslâmiyetin
emirlerinin unutulmaması için fevkalâde gayret gösterdi. Onun emri ve izni ile
köylerde Kur'ân-ı kerîm okutan hocalara en ufak bir zarar erişmedi.
Son devir velîlerinden
Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok cömert
olup, evine gelen hediyelerin tamâmını fakirlere dağıtırdı. Bir gün yeğeni;
"Amca gelenin hepsini dağıtıyorsun." dediğinde; "Oğlum dağıtmazsan gelmez."
demiştir.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) rahmetullahi aleyh hazretleri çok cömertti. Dostlara olan ikrâmları
fevkalâde idi. Allahü teâlânın rızâsı için, dostlarına verdiği bir yemek
ziyâfetinde, birçok kandil yakmıştı. Birisi gelip kendisine; "Bu kadarı da isrâf
olmuyor mu?" diye sorunca; "İçeri gir de bak. Allah rızâsı için olmayıp,
gösteriş için yanan bir kandil varsa onu söndür." buyurdu. O kimse içeri girip,
kandillerin hepsine baktı, herbirinin lüzumlu yerlerde yandığını, hiçbirisinin
söndürülecek halde olmadığını gördü.
Kelâm, fıkıh, tefsîr,
hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hamza Bağdâdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Cömertlik varlıklının yoksula vermesi
değil, yoksulun varlıklıya vermesidir."
Tâbiînin ve bu devirdeki
evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) güzel
ahlâk sâhibi ve cömertti. Maaşını alır almaz fakirlere dağıtırdı. Cimriliğin
kötülüğünden bahsederdi. Cimri kimselerden birisinin vefâtı sırasında yanında
bulundu ve ona; "O para ve malları sana teşekkür etmeyeceklere bıraktın, şimdi
özrünü kabul etmeyecek olan Allahü teâlâya gidiyorsun." buyurdu.
Tâbiînden, İslâm âleminde
Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) ticâret yapardı. Onun
kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de
dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû
Bekir'e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar, her yıl
kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin,
muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para
dağıtarak, tevâzu ile; "Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah'a
hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak
Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir."
buyururdu. Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz,
rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği
kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ
günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine
devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya
kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca; "Şu seccâdenin altındakileri al,
kendine güzel bir elbise yaptır." buyurdu. Orada bin akçe vardı.
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri cömert,
kerem sâhibi ve çok misâfirperverdi. Maddî yönden zayıf olduğunu bilen babası
ona; "Sen fakirsin, gelen misâfirleri ağırlama gücüne sâhip değilsin, sonra bu
işte acz içine düşmeyesin." deyince, Kâzerûnî hazretleri cevap vermedi. Derken
Ramazân-ı şerîf ayında bir misâfir topluluk geldi. Kâzerûnî'nin evinde bir şey
yoktu. Akşam yaklaşmıştı. O anda biri içeri girdi. Ekmek, muz ve incir bulunan
büyük bir çantayı bırakıp: "Bunu dervişlere ve misâfirlere ikrâm et." dedi. Bu
hâli gören babası oğluna dönerek; "Gücün yettiği kadar insanlara hizmet et. Zîrâ
Hak teâlâ seni yalnız bırakmayacaktır." dedi.
Tebe-i tâbiînin ve
evliyânın büyüklerinden Mısır'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden
Leys bin Sa'd (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok cömert olup, malı çok
fazla idi. Senelik geliri 80.000 dinardı. Bunların hepsini Allah rızâsı için
fakirlere dağıtır, elinde bir şey kalmazdı. Bunun için kendisine hiç zekât farz
olmadı. Her gün fakirlere 360 altın sadaka vermeden kimse ile konuşmazdı ve
buyururdu ki: "Benden bir sadaka veya hediye kabûl eden kimsenin bende olan
hakkı, benim onda olan hakkımdan daha büyüktür. Çünkü o, benden, benim için
Allahü teâlâya yakınlık vesîlesi olan bir şeyi kabûl etmiştir."
Bir gün hasta olan İmâm-ı
Abdullah'ı ziyârete gitti. Onu ağlıyor görünce, "Ey Abdullah, neden ağlıyorsun?"
diye sordu. O, "Bin dînar borcum var!" dedi. İmâm-ı Leys hizmetçisine o kadar
parayı getirtti ve borcunu ödedi. Yine bir gün kadının biri İmâm-ı Leys'e
gelerek kocasının hasta olduğunu ve evlerinde hiç bal bulunmadığını söyledi ve
elindeki küçük kaba bal doldurmasını istedi. İmâm-ı Leys, kendine 6,5 kg.
Büyüklüğünde bir kap dolusu bal verilmesini emretti. Yanındakiler; "Kadının
istediği bir şişe baldır" deyince, İmâm-ı Leys: "Kadıncağız kendi hâlince
istedi, biz de ona kendi hâlimizce yardım ettik" diye cevap verdi.
İmâm-ı Leys'in oğlu Şuayb
şöyle anlatıyor: "Bir keresinde babamla birlikte hacca gitmiştik. Medîne'ye
gidince, Mâlik bin Enes, kendisine bir tabak yaş hurma gönderdi. Babam da,
tabağa bin dinar altın koyup geri gönderdi."
Kadı Mansûr bin Ammâr
şöyle anlatıyor: Ben bir zamanlar Mısır'da en büyük câmide vâz ve nasîhat
ederdim. Bir cuma günü idi. İki kişinin kapı önüne gelip beni dinlediklerini
gördüm. Cuma namazı bitince, o iki kimse bana: "Leys bin Sa'd hazretleri sizi
yanına çağırıyor" dediler. Ben de, "Peki! geliyorum" dedim. Huzûruna varıp selâm
verdim. Selâmımı aldı ve bana: "Câmide vâz eden sen misin?" diye sordu. Ben de:
"Evet, benim!" dedim. Bunun üzerine bana dedi ki; "Allahü teâlâ senden râzı
olsun! Şimdi de gel, yanıma otur ve câmide konuştuklarını burada da anlat?"
Yanında birkaç kişi daha vardı. Ben de, Cennet ve Cehennem hakkında konuştum. Bu
sırada baktım ki, Leys hazretleri ağlıyor. Öyle ağladı ki, kendinden geçip
bayılmıştı. Bir müddet sonra ayıldı ve eli ile bana artık dur, diye işâret etti
ve sonra bana, "Adın nedir?" diye sordu. Ben de adımın Mansûr olduğunu söyledim.
Sonra, "Kimin oğlusun?" dedi. Ben Ammâr'ın oğlu olduğumu söyledim. Bana "Sen
Ebû Serî misin?" diye sordu. Ben de: "Evet! Ben Ebû Serî'yim diye cevap verdim.
Bunun üzerine bana: "Sen, Salâtîn (sultanların yaptırdığı büyük) câmilerde vâz
ve nasîhat etmeye devam et! Zîrâ ben, Allahü teâlâdan senden daha iyi bahseden
birisini göremiyorum. Allaha hamd olsun ki, seni görmeden evvel benim
canımı almadı." Sonra da bir hizmetçisini çağırdı. Hizmetçisi hemen geldi ve
ona: "Şöyle şöyle bir kese vardı. Onu alıp getir!" buyurdu. Hizmetçi gidip
söylediği keseyi getirdi, içinde tam bin dinar vardı. Bunu bana verdi ve buyurdu
ki: "Sen her zaman böyle vâz et ve yanıma gel, bir kese al! Ben her sene sana bu
kadar yânî bin dinar veririm." Ben de; "Ey efendim! Bu bana Allahü teâlânın
sizin vasıtanız ile bahşettiği büyük bir nîmetidir" dedim.
Başka bir zaman, huzûruna
gittim ve dedim ki: "Ey efendim! Ben hacca gitmek niyetindeyim. Onun için
sizinle vedâlaşmaya geldim." Bunun üzerine Leys bin Sa'd hazretleri, bir
hizmetçisini yanına çağırdı. Hizmetçi huzûruna geldiği vakit, O'na: "Git, hemen
ihramlıkları getir ve Mansûr'a ver! Onun ihramları da bizden olsun!" buyurdu. O
da, "Peki!" deyip gitti. Bir müddet sonra geldi. Elinde bir bohça vardı.
Bohçanın içinde tam 40 ihramlık bulunuyordu. Ben de: "Allahü teâlâ râzı olsun!
Ben bu kadar ihramlığı ne yapayım. Bana ikisi yeter! Diğerleri fazladır. Onun
için ikisini alayım, diğerleri kalsın!" dedim. Bana, "Ey Mansûr! Sen cömert bir
kimsesin. Sana bir kavim arkadaş olur. Sen de bu ihramlıkları onlara dağıtırsın.
Bu ihramlıkları getiren hizmetçim de sana hediyem olsun!" Hizmetçisini de bana
verdi.
Anadolu'da yetişen ilim ve
gönül ehlinden Mustafa Âkif Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) ulemâ
sınıfından olmasına rağmen belli bir kıyâfet giyinmezdi. Bâzan ulemâya âit
elbise giydiği gibi bâzan da mevlevî dervişlerine âit elbise giyerdi. Câmiye
giderken vakar ve ağır başlılıkla giderdi.
Kendisi cömert olup, ikrâm
ve ihsân sâhibi idi. Ziyâfet hazırlar, memleketin ileri gelenlerinden vâli,
kâdı ile ulemâdan birçoklarını ve halkın ileri gelenlerini dâvet ederdi.
Şehrin vâlisi Cumâ günleri onu ziyâret ederdi. Vâliyi saygı ile karşılar ona
izzet ve ikrâmda bulunurdu. Vâli ile müsâfeha ettikten sonra; "Siz sultanın
vekillerisiniz. Size itâat ve saygı gerekir." derdi. Kendisi fakir olmasına
rağmen Allahü teâlânın ihsân ve bereketiyle fakirlere bol tasaddukta
bulunurdu. Câmiye giderken boynuna beyaz bir kese asar, kesenin içine altın ve gümüş
paralar doldururdu. Onun cömert ve ihsân sâhibi olduğunu bilen fakirler, yolu
üzerine sıra olurlardı. Kesede bulunan paraları fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine
altın veya gümüş fark ettirmeden dağıtırdı. Bâzan da kesedeki para bitinceye
kadar avuç dolusu verirdi. Bâzan fakirler onun üzerine fazlaca yüklenmek
isteyince, keseyi bırakarak hızlıca evine giderdi. Sonra fakirler kesesini
evine getirirlerdi. Malı ve geliri olmamasına rağmen bu âdetini hemen hemen her
gün devâm ettirirdi. İnsanlar onun bu hâline şaşarlardı. Halbuki Allahü teâlâ
pekçok velîsine olduğu gibi, Mustafa Âkif Efendiye de kerâmet olarak bu
malları ihsân etmişti.
Büyük velîlerden Yahyâ
bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Herkesin
kalbinde, cömertlere karşı muhabbet, cimrilere karşı nefret vardır.”
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Hakîkî cömert; Allahü teâlâya itâat
eden, kulların haklarını gözeten, yaptığı iyiliği Allah için yapıp, karşılığında
insanlardan teşekkür beklemeyendir.”
Son asır Anadolu
velîlerinden Şeyh Seydâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri cömert ve
ihsân sâhibi olup, ziyâretine gelen binlerce insana yemekler yedirir, fakir
zengin ayırd etmeden herkese aynı ilgiyi gösterirdi. Ayrıca devamlı dergâhında
bulunan yüzden fazla âmâ, sakat, çaresiz ve düşkünlere yemek yedirir, onların
kalblerini aslâ kırmaz ve incitmezdi. Kendisine eziyet edenleri affeder, kimseye
kin beslemezdi. Çünkü o her hareketiyle ve davranışıyla Resûlullah'ı sallallahü
aleyhi ve sellem örnek alırdı. Hattâ hakkında konuşan kimselere duâ ederdi.
Sabır ve tevâzû sâhibi olan Şeyh Seydâ, nefsini herkesten aşağı görür ve
onlardan duâ isterdi. Hemen herkese; "Siz benim büyüğümsünüz. Ben ise sizin
küçüğünüzüm" derdi. Fakir ve düşkün kimselerle oturur, onlarla yemek yer ve
herkese de böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Bir gün üstü başı dağınık bir
kıyâfetle ziyâretine gelen bir hamalın yük taşımak için sırtında gezdirdiği ipi
öperek helâl kazancın ehemmiyetine ve teşvikine işâret etti ve; "Allah için
tevâzû edeni Allahü teâlâ yükseltir." hadîs-i şerîfini okudu.
Osmanlı âlimlerinin
meşhûrlarından, büyük velî İmâm-ı Birgivî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyururdu ki: İsrâf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydandadır. Kalbi,
durmayıp karartan, kemiren, tehlikeli bir hastalıktır. Tedâvisi pek güçtür. Bu
sıfat kalbi kaplamadan önce, gidermek ve bu felâketten kurtulmak için bütün
ilâçlarına baş vurup uğraşmalıdır. Kurtarması için, cenâb-ı Hakka yalvarmalı, duâ
etmelidir. Allahü teâlâ, çalışana, her güçlüğü kolaylaştırır. O,
sığınılacak, güvenilecek, biricik yardımcı ve kurtarıcıdır.
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında hacamat yaptırarak kan
aldırmıştı. Hacamat yapana bir altın verdi. Ona dediler ki: "Bir altın vermeniz
çok değil mi? İsrâf etmiş olmuyor musunuz?" O da: "Hacamatçıya yardım olsun diye
verdim. Mürüvveti olmayanın ibâdeti ve dîni olmaz." dedi.
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Misâfir ağırlamada dahî isrâf helâl değildir."
Tâbiînin ve bu devirdeki
evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) isrâf
hakkında, "Bir kimsenin malını nereden kazandığını öğrenmek istediğiniz zaman,
onu nereye harcadığına bakınız. Şüphesiz habîs yâni helâl olmayan kazanç israfta
harcanır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) israf konusunda çok titiz idi. Bir
âlimin çok israf ettiğini duydu. Onun evine giderek; "Ben Acemli bir kimseyim,
bana dînimi öğret." dedi. "Önce ne öğrenmek istiyorsun?" diye sorunca, Hâtim-i
Esâm; "Bana abdest almayı öğret." dedi. O zât bütün uzuvlarını sırayla ve üç
defa yıkadı. Abdesti tamamlayınca Hâtim-i Esam; "Ben senin huzûrunda bir abdest
alayım da, benim yanlışlarımı düzelt." dedi. Hâtim-i Esam abdest alırken
kollarına gelince dörder defâ yıkadı. Bunun üzerine o zât; "Suyu israf ettin."
deyince, Hâtim-i Esam "Ben nerede israf ettim?" dedi. O zât da; "Kolunu üç kere
yıkayacağın yerde dört defâ yıkadın." dedi. Hâtim-i Esam da; "Ben bir avuç suyu
israf ettim. Sen ise çok ve güzel şeyleri israf ediyorsun." dedi. O zât anladı
ki Hâtim-i Esam dînî bilgi öğrenmeye değil, ders vermeye gelmiş. Evine girdi ve
kırk gün kimsenin yüzüne bakmadı.
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) birisiyle birlikte evin kapısında
duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçti. Arkadaşı, bu adama bakarken,
Süfyân-ı Sevrî mâni olup; "Eğer sizler bakmamış olsanız, böyle isrâf yapmazdı.
Bunun isrâf günahına siz de ortak oluyorsunuz." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak, Es-Sehâvî şöyle anlatır: "Ebû Osman el-Yuneynî (Abdullah bin
Abdülazîz) senede üç dirhem ile geçinirdi. Bir dirhemiyle un alır, bir
dirhemiyle yağ, bir dirhemiyle de bal alırdı. Bunları karıştırıp, yuvarlak
yuvarlak üç yüz altmış tâne köfte gibi parçalar yapardı. Bayram günleri hariç
devamlı oruçlu olduğundan her akşam biri ile iftâr ederdi."
İbn-i Şühbe Târih-i İslâm
adlı eserinde onun için; "Ebû Osman, aslen Ba'lbek köylerinden olan Yuneyn
köyündendir. Kerâmet sâhibi bir zât olup, nefsiyle çok mücâdele ederdi. Kimseden
bir şey almazdı. Aza kanâat eden iffet sâhibi bir zât idi." demiştir.
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin elinde malı, mülkü
kalmadığı için başlangıçda geçim zorlukları ile karşılaştı ve dâimâ tevekkül
üzere oldu. Eski bir hasırı yatak, bir tuğla parçasını yastık edindi. Bu
şekilde, on beş sene kanâat köşesinde oturdu. Bir defâsında o kadar çâresiz
kalıp, bitkin düştü ki, "Artık bulunduğum bu hücre benim mezârım olacaktır."
diye düşünmeye başladı. Nihâyet Allahü teâlânın yardımı yetişti. Tanımadığı
birisi, bir mikdâr para bırakıp gitti. O günden sonra devamlı Allahü teâlânın bu
şekilde yardımına kavuştu.
Dünyâya ve dünyâlığa
rağbet etmezdi. Zamânın pâdişâhı defalarca dergâhın ihtiyaçlarını karşılayacak
bir yardımda bulunmayı teklif ettiği halde, kabûl etmedi. Vâlî Emir Han da
dergâhın ihtiyaçları için yardım teklif ettiğinde talebelerinden Raûf Ahmed'e;
"Hediye gönderen Emîr Hana şu beyti cevap olarak yazınız.
Biz fakr-ü
kanâati şeref biliriz,
Emîr Hana
söyleyin mukadderdir rızkımız.
Ve biz, Allahü teâlânın
meâlen; "Semâda ise, rızkınız ve vâd olunduğunuz Cennet vardır." (Zâriyât
sûresi: 22) âyet-i kerîmesine güveniriz.
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Adullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
gördüklerinden ibret alırdı. Soğuk bir kış günü Nişâbur pazarında giderken,
sırtında yalnız bir gömleği olduğu için üşüyüp titreyen bir köleye rastladı.
Ona; "Efendine söylesen de sana bir palto alsa olmaz mı?" dedi. Köle; "Efendime
ne söyleyebilirim ki, o hâlimi görüyor ve biliyor." deyince, Abdullah bin
Mübârek hazretleri feryâd edip yere düştü. Kendine geldiğinde; "Sabrı ve kanâatı
bu köleden öğreniniz." buyurdular.
Mısır evliyâsından
Abdülvehhâb-ı Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kanâat, bir
dervişin az katık ve az ekmek bulup yemesi değildir. Asıl kanâat üç günde ancak
birkaç lokma yemesidir. O da, canlılığını devâm ettirebilmesi içindir. Daha
iyisini yapmak isteyen, beş günde birkaç lokma ile yetinmeli."
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı,
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) sık sık talebesine
buyururdu ki: "İnsana az bir mal yetişir. Çok mal ise kâfi gelmez."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kanâatkâr olan, ansızın Allahü teâlânın nîmetlerine
kavuşur."
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kanâatkâr bir
kimse aç bile olsa, onun gönlü zengindir."
Tefsîr, hadîs, târih ve
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, büyük velî İbn-i Cevzî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tama' ederse
(dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa), geçim sıkıntısı çeker."
Büyük âlim ve velî,
hazret-i Ali'nin oğlu Muhammed bin Hanefiyye (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri "Kanâatkâr olup, elini ve dilini kötülükten muhâfaza edip, evinde
oturan kimseye Allahü teâlâ merhâmet etsin. Allahü teâlânın sevdikleriyle
görüşmek onların sohbetlerine katılmak büyük bir nîmettir. Kim bu nîmete
kavuşmuş olarak ölürse, şüphesiz Allahü teâlânın ihsânlarına ve Cennet'ine
kavuşur ve orada sevdikleriyle berâber olur."
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) çok kanâatkâr idi. Sultânlardan veya şehzâdelerden biri hediye
gönderdiği zaman; "Ah! Bunlar, bu fakîri harâb etmek istiyorlar." derdi. Bir
defâsında, ona bağlı olan devlet erkânından bir kişi, ona iki bahçe, bir mikdâr
arâzi ve başka şeyler vermek istedi. Fakat o, tebessüm ederek; "Eğer bunları
kabûl etsem, halk; "Nizâmeddîn Evliyâ bahçelerine gidiyor ve orada eğleniyor."
diyecek. Hayır, bu bana yakışmaz. Bizim yolumuzun büyükleri, böyle şeyleri aslâ
kabûl etmediler. Ben onların âdetlerine sarılmalıyım." dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hak
teâlânın lütuf ve ihsân buyurduğu bahta ve rızka kanâat etmeyen
kimse, Rabbini bilmemiş ve O'na itâat etmemiş olur. Ey bir yerde durmayan, sebât
etmeyen, rızk için didinip duran, koşan kişi! Sakin ol, yuvarlanan taş üzerinde ot bitmez."
Ehl-i sünnetin amelde
dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden
İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) orta halli giyinirdi. Heybetli
bir görünüşü vardı. O bakarken, yanındakiler su dahi içemezlerdi. Yüzüğünde,
(el-bereketü fîl-kanâ'ati= Bereket, kanâat etmektedir) yazılı idi.
|