|
BASÎRET – FİRÂSET
Eşyânın hakîkatini, iç
yüzünü gören, anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi, kalp gözü ile görme,
anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. İmâm-ı Kuşeyrî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) "Allahü teâlâ, müminlere bir takım basîretler ve nûrlar
lutfeylemiştir (vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Resûlullah
efendimizin; "Mümin, Allah'ın nûru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi bu mânâda
anlaşılmalıdır" demiştir. Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; "Gözü
âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir."
buyrulmuştur. (E. Ans. c.1, s. 7)
Sözlükte görüş, zan ve
idrâkta (anlamakta), tecrübe ve delîller vâsıtasıyla dikkatle bakıp isâbet etmek
mânâsına gelen firâset bir terim olarak peygamberlerin ümmetleri arasında,
evliyâ olmayan kimselerden meydâna gelen âdet hârici şeyler, dıştan içi anlama,
yüzünden okuma demektir. İmâm-ı Tirmizî ve İmâm-ı Taberânî'nin (rahmetullahi
teâlâ aleyhimâ) kitaplarında geçen bir hadîs-i şerîfte; "Müminin firâsetinden
korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar." buyrulmuştur. Hâce Abdullah Ensârî'nin (rahmetullahi teâlâ aleyh) beyânına göre, firâset iki türlüdür.
Birincisi, mârifet sâhiplerinin (Allahü teâlâyı tanıyanların) firâseti olup,
talebenin kâbiliyetini keşf etmek, anlamak, Allahü teâlânın evliyâsını
tanımaktır. İkincisi, riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak) çeken, açlıkla
nefislerini parlatanların firâseti olup, mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir.
Kıymetli olan, mârifet sâhiplerinin, Allah adamlarının firâsetine inanıp
bağlanmaktır. (E. Ans. c.1, s. 19)
Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularına
kapılmaktan koruyanın, sünnete uyarak zâhirini, dışını süsleyenin, helâl lokma
yemeyi alışkanlık edinenin firâseti şaşmaz demiştir. (E. Ans. c.1, s. 19)
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) firâset, sâlih kimseleri temyiz ve teşhis etmek, bulup ayırmaktır
demiş; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ise, firâsetin,
îmân kuvvetinden doğduğunu, kimin îmânı daha kuvvetli ise firâsetinin o nisbette
keskin, şiddetli, isâbetli ve doğru olduğunu belirtmiştir. (E. Ans. c.1, s. 19)
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine göre kulun
başarıya ulaşmaması, basîretsizliğinin eseridir. "Yol açık, hak zâhir, belli,
dâvette bulunan bilinip işitilmiştir. Bütün bunlardan sonra şaşırmak, yalnız
körlükten ileri gelmektedir." derdi.
İskenderiye'de yetişen
büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Bakış durumlarına göre gözler dört kısımdır. Birincisi;
peygamberlerin gözleridir ki, görüşü kuvvetli ve keskindir. Tesirini ilk
bakışta gösterir. Bu gözlerin sıhhati tamdır. İkincisi; velî zâtların gözü olup,
bunların da sıhhatleri tam olmakla berâber görüşleri birinci kısımdakiler kadar
kuvvetli değildir. Üçüncüsü; müminlerden gâfil olanların gözüdür ki, görünüşte
var olduğu hissedilir ve görülür. Fakat görüşü zayıftır, tesir etmez. Yâni
perdelidir. Dördüncüsü ise; kâfirlerin gözü olup, kördür ve hiçbir hakîkati
göremezler."
Evliyânın
meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı
Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Firâset iki
türlüdür: Birincisi, mârifet sâhiplerinin firâseti olup, talebenin istidâdını
keşf etmek, Allahü teâlânın evliyâsını tanımaktır. İkincisi, riyâzet çeken,
açlıkla nefslerini parlatanların firâseti olup, mahlûklara âit gizli şeyleri
bilmektir. İnsanların çoğu, Allahü teâlâyı hatırlamayıp gece-gündüz dünyâyı
düşündüğünden, dünyâ işlerinden ele geçirmek istedikleri şeylerden haber
verenleri arıyor. Bunları büyük biliyor. Hattâ, bunları evliyâ, Allahü teâlâya
yakın sanıyorlar. Evliyânın maârifine, doğru, ince bilgilerine dönüp de
bakmıyorlar. Belki, bunlara dil uzatıp, bunlar Allahın sevgili kulu olsaydı,
gayb olan şeylerimizi, gizli düşüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi
olmıyan bir kimse, mahlûkların üstündeki ince bilgileri hiç anlıyamaz diyerek,
evliyânın firâsetine, Zât-ı ilâhiye ve sıfatlarına olan bilgilerine
inanmıyorlar. Böyle, yanlış ölçüleri sebebi ile, o büyüklerin doğru ilim ve
maârifinden mahrûm kalıyorlar. Allahü teâlânın, o büyükleri, câhillerin gözünden
saklayıp, kendine mahsûs kıldığını bilmiyorlar. O, evliyâsını dünyâ işleri ile
meşgûl etmeyip, kendisi ile meşgûl etmiştir. Evliyâ, insanların hâllerine,
işlerine bağlansalardı, Allahü teâlânın huzûruna lâyık olmazlardı".
Yine buyurdu ki: "Bâzı
sâlih kimseler, bir hâdisenin nasıl netîceleneceğini firâsetle söyler. Bu
hâdisenin netîcesini Allahü teâlâ ona müşâhede ettirir, gösterir. Bu müşâhede, o
kimsede devamlıdır. Bâzı kimseler de vardır ki, bu müşâhede onda bâzan
olur, devamlı olmaz. O, onu Allahü teâlânın aşkının sarhoşluğu içinde iken söyler
veya o söz dilinden çıkar da, söylediği hakîkat olur. Ama, onun bu hâlden
haberi bile yoktur. İşte bu iki hâlin birinci olanı, yâni firâseti
devamlı olanı makbûldür. Firâseti devamlı olanlara "Velâyet ehli" denir. Bu işler, "Abdal",
"Ebrar" ve "Zühhâd"da olur. Firâseti ve müşâhedesi bâzan
olanlar da "Muhakkik"lerdir. Muhakkiklerde hâdiseler, bâzan kapalı, bâzan açık olur. Eğer şaka ile
söyleseler; Allahü teâlâ onları kırmaz, hakîkat eder. Eğer gaflet ile söylerse,
cenâb-ı Hak yine dediğini vâki eder. Onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır."
Büyük ve meşhûr velî
Ebû Câfer Haddâd el-Kebîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Firâset,
karşısına çıkan bir şey hakkında hâtırına gelen ilk şeydir. Eğer hâtırına aynı
cinsten başka şeyler de gelirse, o nefsten gelen sözlerdir."
Bağdât'ın büyük
velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir
sohbeti sırasında firâset sâhibiyle ilgili olarak buyurdular ki: "Firâsetin nûru
ile bakan, Hakk'ın nûru ile bakmıştır. Firâset sâhibinin ilminin aslı ve menbaı,
sehiv (yanılma) ve gaflet bahis konusu olmaksızın Hak'tır. Daha doğrusu firâset,
kulun dili ile söylenen Hakk'ın hükmüdür."
Büyük velîlerden İbn-i
Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Şah Şucâ Kirmânî'nin hatâ
etmeyen keskin bir firaseti vardı. Şöyle derdi: "Harama bakmaktan gözü muhâfaza
edenin, kendini nefsânî arzulara kapılmaktan koruyanın devamlı murâkabe ile
bâtınını, kalbini sünnete tâbi olarak zâhirini îmâr edenin ve helâl lokma
yemeyi alışkanlık hâline getirenin firâseti şaşmaz. Firâseti tam isâbet
kaydeder."
Büyük velîlerden Şâh
Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Gözünü harama
bakmaktan, nefsini isteklerinden koruyup, kalbini devamlı murâkabe, bedenini
sünnete uygun amellerle mâmur edenin, firâsetinde hiç hatâ olmaz.”
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) firâset
sâhibiydi. Söylenen sözlerin inceliğine hemen vâkıf olurdu. Sehl bin Ali bin
Abdullah Mervezî, Abdullah bin Mübârek'in derslerine devâm ederdi. Bir gün;
"Artık senin dersine gelmeyeceğim. Çünkü, bugün gelirken, senin kızların dama
çıkmış, beni çağırıyorlardı. Benim Sehl'im, benim Sehl'im diyorlardı. Bunların
terbiyesini vermiyor musun?" dedi. Adullah bin Mübârek, o gece talebesini
toplayıp; "Sehl'in cenâze namazına gidelim." dedi. Gidip, vefât etmiş buldular.
"Vefâtını nereden anladın?" dediklerinde; "Benim hiç câriyem yok. O gördükleri
Cennet hûrîleri idi. Onu Cennet'e çağırıyorlardı." dedi.
Suriye'de yetişen
velîlerden
Suriye'de yetişen
velîlerden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin bir mikdâr hurması vardı. Hurmaları satmak üzere birisini
vekil edince hurmalar satıldı. Fakat paranın bir kısmını vererek geri kalanını
gizledi. Abdurrahmân hazretleri, Allahü teâlânın izni ile paranın tam olarak
kendisine verilmediğini anlayıp, ona; "Mü'minin firâsetinden korkunuz! Çünkü o,
Allahü teâlânın nûru ile bakar." hadîs-i şerîfini okudu. O kimse diyor ki:
"Ondan bu sözü duyunca vermediğim paranın, bir yılan olup vücûduma girmek üzere
olduğunu hissettim. Yaptığıma çok pişman olup, kendisinden özür diledim ve bir
daha hatâ işlememeye ve tevekkül sâhibi olmaya kesin karar verdim".
Hindistan evliyâsından
Abdülehad bin Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî
ilimleri elde etmek için birçok beldeleri gezdi. Bir memlekette fazla kalmaz,
başka yere giderdi. Böylece pekçok şehir ve beldelerde bulunmuştu. Hindistan'ın
meşhûr kasabalarından Skendere'de de ilim yaymak için bir müddet kaldı.
Yüzünde nûr, alnında mârifet eserleri parlıyordu.
Bir gün, Skendere'nin asil
âilelerinden sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad'ın mübârek, kıymetli bir
kimse olduğunu anlayıp, ona haber göndererek; "Kendi kucağımda terbiye edip
büyüttüğüm bir kız kardeşim vardır. İffet ve ismet cevheridir. İsterim ki size
nikâh eyleyeyim. Ümit ederim ki bu teklifimi kabûl edersiniz." ricâsında
bulundu. Abdülehad önce, evet diyemedi, özür diledi. Sonra Allahü teâlâya duâ
edip, bu hususta hayırlı olan şeyi nasîb etmesini istedi. Sonra o kızla
evlenmeyi kabûl etti ve onunla nikâhlandı. Bundan sonra bir müddet Skendere'de
kaldı. Hâlis niyetle, Allah rızâsı için yapılan bu evlilikten İmâm-ı Rabbânî
gibi büyük bir zât dünyâya geldi.
Evlîyanın önderlerinden ve
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ'ya
dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu.
Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir
müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek:
Efendim! Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem; "Mü'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o,
Allah'ın nûru ile bakar." buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.
Abdülhâlık Goncdüvânî
hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; "Öyleyse belindeki zünnârı,
hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak
kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel." dedi.
Hocanın bu sözleri
oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; "Hâşâ! Yemîn ederim bende
böyle bir şey yok." diye söylendi.
O zaman Abdülhâlık
hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti.
Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı
olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını
şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık
Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın,
Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i
şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.
Büyük mürşid bundan sonra
etrafındakilere dönerek: "Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı
keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid
zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de
affa kavuşalım." buyurdu.
Talebeleri bir anda
hazret-i Hâce'nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini
yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları
kalmadı.
MÜMİNİN FİRÂSETİ
Abdülhâlık
Goncdüvânî,
namazları ekserî,
Kâbede edâ
edip, dönerdi tekrar geri.
Bir aşûre
gününde, hazret-i Abdülhâlık,
O gün
talebesiyle, sohbette, bir aralık,
Müslüman
kıyâfetli, bir genç girdi içeri,
Talebe
arasında, oturdu diz üzeri.
O hazret, bir
taraftan, hem sohbet ediyordu,
Yine bir
taraftan da o genci süzüyordu.
Sohbeti
dikkatlice, dinleyen o genç adam,
Dedi ki: "Ey
efendim, Resûl aleyhisselâm,
"Müminin
firâsetinden, sakının ey insanlar,
Çünkü onlar,
Allah'ın nûru ile bakarlar."
Diye
buyurmuşlardır, sahâbeye bir kere,
Bu hadîsin
sırrını, anlatınız bizlere."
Buyurdu:
"Sırrı şu ki, belindeki zünnârı,
Çıkar at,
müslüman ol, kandırma insanları!"
Genç îtirâz
etti ve dedi ki: "Yok zünnârım,
Ve onu
kuşanmaktan, Allah'ımdan korkarım."
Buyurdu: "Öyle
ise, çıkar da kaftanını,
Öğrenelim
içinde, zünnar olmadığını."
Çıkardı
kaftanını o genç, istemeyerek,
Belindeki
zünnârı, çıkınca, üzüldü pek.
Bu durum
karşısında, utandı, mahcup oldu,
O an İslâma
karşı, kalbine sevgi doldu.
Anladı,
müminlerin, firâseti nasılmış,
Ve Allah'ın
nûruyla, mümin nasıl bakarmış.
Kalbinde ona
karşı, hâsıl oldu muhabbet,
Getirip bin
şevk ile, kelime-i şehâdet.
Müslüman olmak
ile, şereflendi o anda,
Sâdık bir
talebesi, oldu hem de sonunda.
Hazret-i
Abdülhâlık, buyurdu sonra hemen:
"Bu genç,
maddî zünnârı, kesip attı belinden,
Biz dahi şu
mânevî, zünnârı atalım,
Bunlar, gurûr,
kibirdir, bunlardan kurtulalım."
Talebeler
topluca, o gün tövbe ettiler,
Ağlayıp
gözlerinden, sel gibi yaş döktüler.
Büyük velîlerinden
Ahmed bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hal ve firâset sâhibi olup
gördüğü kimsenin hal ve niyetini sezerdi. Kendisi anlatır: Bir zaman bize, şeyh
kılıklı, konuşması düzgün biri geldi. Bu tatlı ifâdesiyle, bize tasavvuf yolunu
anlatmaya başladı, konuşurken, söz arasında; "Hepiniz kalbine gelen düşünceyi
bana anlatsın." dedi. Benim hatırıma o ihtiyarın yahûdî olduğu geldi. Fakat bu
durumu söyleyip söylememeyi, yanımda bulunan birine sordum. O böyle konuşanın
yahûdî olacağını tahmin etmediği için uygun görmedi. Lâkin benim bu düşüncem,
gittikçe kuvvetleniyordu. Ne olursa olsun, bu düşüncemi kendisine söyleyeyim
dedim. Dedim ki: "Siz hatırımıza gelen düşünceyi söylememizi istiyorsunuz. Benim
kalbime sizin yahûdî olduğunuz düşüncesi geldi." Bunu işitince başını önüne
eğip, bir mikdâr bekledikten sonra doğrularak; "Doğru söylüyorsun." dedi ve
Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. "Hak olan din İslâmiyettir." dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İnsanlara ilim öğretmek için
bir meclis kurdu. Herkes bu sohbetlere gelip istifâde etmeye başladı. Bir gün
hıristiyan fakat hıristiyan olduğuna dâir görünüşte bir alâmeti bulunmayan bir
genç, Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbet ettiği meclise gelip, Cüneyd-i Bağdâdî'ye
şöyle dedi: "Ey üstâd! Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: "Müminin firâsetinden
korkunuz. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar." Bunun mânâsı nedir?"
Cüneyd-i Bağdâdî bir müddet sustu. Sonra başını kaldırıp; "Müslüman ol. Müslüman olmak zamânın geldi." buyurdu. Meğer o genç hıristiyan imiş. Hemen
zünnârını kesip orada müslüman oldu. İmâm-ı Yâfiî buyuruyor ki: "İnsanlar, bu
hâdisede, Cüneyd-i Bağdâdî'nin bir kerâmeti var zanneder. Halbuki, bu hâdisede
onun iki kerâmeti vardır. Birisi, o gencin hıristiyan olduğunu bilmesi, diğeri
de, gencin, müslüman olma vaktinin geldiğini bilmesidir."
Cüneyd-i Bağdâdî
hazretlerinin bir talebesi vardı. Bütün iyilik ve fazîletler onda mevcuttu.
Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri onu pek ziyâde seviyor,
diğer talebeler bu hâli çekemiyorlardı. Talebelerinin bu hâli Cüneyd-i
Bağdâdî'ye mâlûm oldu. Talebelerinin eline birer kuş verdi ve; "Her biriniz bu
kuşları kimsenin görmediği bir yerde boğazlayıp getirsin." buyurdu. Hepsi de
kendilerine verilen kuşları aldılar, varıp ıssız bir mahalde boğazlayıp
getirdiler. Yalnız o talebesi boğazlamadan getirdi. Cüneyd-i Bağdâdî;
"Niçin boğazlamadın?" buyurdu. "Hocam! Siz; "Kuşları kimsenin görmediği bir
yerde boğazlayın." demiştiniz. Ben ise ıssız bir yer bulamadım. Her yeri Allahü
teâlâ görüyor." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki: "Arkadaşınızın firâsetini
gördünüz mü?" Bunun üzerine; tövbe edip boyunlarını büküp, Cüneyd-i
Bağdâdî
hazretlerinden affedilmelerini dilediler.
Büyük velîlerden Ebû
Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Firâset
sâhibi olduğu iddiâsında bulunmaya, kimsenin hakkı yoktur. Yapılacak şey,
başkasının firâsetinden sakınmak ve korunmaktır. Zîrâ Resûlullah efendimiz;
"Müminin firâsetinden korkunuz." buyurdu, fakat firâset sâhibi olmaya çalışın
buyurmamışlardır. Şu halde firâsetten korunmak mevkiinde bulunan bir kimsenin,
firâset dâvâsında bulunması nasıl doğru olabilir."
|
|