|
ÂDET-İ İLÂHİYYE – İSTİDRÂC – MÛCİZE
Dârülfünûnun (İstanbul
Üniversitesinin) Medresetü'l-Mütehassısîn Bölümünde Tasavvuf Kürsüsü Müderrisi
olan Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî buyuruyor ki: "Vâridât-ı ilâhiyyenin
hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allahü teâlâ, her şeyi bir
sebeb altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet
vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânunları
diyoruz. Bir iş yapmamız ve bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine
yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek,
ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu
âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara, iyilik, ikrâm
olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak,
sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ: (E. Ans. c.1, s. 15)
1.
Peygamberlerden
aleyhimüsselâm âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydâna gelen
şeylere "mûcize" denir. Peygamberlerin (salevâtullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn)
mûcize göstermeleri lâzımdır. (E. Ans. c.1, s. 16)
2.
2. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm)
ümmetlerinin evliyâsında âdet dışı meydana gelen şeylere "kerâmet" denir. İbn-i
Âbidîn mürtedleri anlatırken diyor ki: "Mu'tezile ve Vehhâbîler, kerâmete
inanmadılar. İmâmü'l-Haremeyn ve İmâm-ı Ömer Nesefî ve birçok âlimler (rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecmaîn), kerâmetin câiz olduğunu isbât etmişlerdir." Evliyânın
kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Bunlar, kerâmet göstermek istemez, Allahü
teâlâdan utanırlar.
3. Ümmet arasında, velî
olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere "firâset" denir.
4. Fâsıklardan, günâhı çok
olanlardan zuhûr ederse "İstidrâc" denir ki, derece derece, kıymetini indirmek
demektir.
5. Kafirlerden zuhûr
edenlere ise "sihr" yâni "büyü" denir.
Bu münâsebetle, biraz da
irhâs, mûcize, âyet, beyyine, burhân, kerâmet, keşf, firâset, atiyye, mevhibe,
kemâlât, ledünnî ilim, meûnet; istidrâc, sihir (büyü), kehânet, mekr
tâbirlerinden, yâni bâzı fevkalâde, hârikulâde (olağanüstü) hâllerden bahsetmek
uygun olacaktır. (Evliyâlar Ansiklopedisi; c.1, s. 16)
Peygamber olacak bir zâttan,
peygamber olduğu bildirilmeden önce meydana gelen ve peygamberliğine müjde olan
âdet dışı yâni hârikulâde (olağanüstü) hâllere, işlere irhâs denir. Îsâ
aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince, eline hurma
gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın, çocuk iken, göğsünün yarılması, ağaçların,
taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri hep irhâstı (çoğulu irhâsâttır).
(E. Ans. c.1, s. 16)
İstidrâc: Fâsıkların
(günahkârların), bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri, âdet üstü hârikulâde
hâdiseler göstermeleridir. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeb altında
yaratmaktadır. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâm olmak için ve
azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler
yaratıyor. Bunlar kâfirlerden, fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse,
istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir. (E. Ans. c.1, s.
21)
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) "Bir kimse, peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse,
muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidraçtır. Sonu zarar
ve ziyândır." demektedir. (E. Ans. c.1, s. 21)
Tabîat kuvvetleri, fizik,
kimyâ ve biyoloji kanunları dışında gizli sebepler kullanarak, garip şeyleri
yapmayı sağlayan işe, müslüman olmayanlardan ortaya çıkan âdet dışı şeylere,
büyüye sihir denir. El-Hadîkat-ün-Nediyye'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte,
Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve
sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme
inanmamıştır." İhyâ'da geçen diğer bir hadîs-i şerîfte ise; "Müslüman, büyü
yapmaz. (Allah saklasın) îmânı gittikten sonra, büyüsü tesir eder."
buyrulmuştur. (E. Ans. c.1, s. 21)
Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) büyünün insanları hasta yaptığını, sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb
olduğunu, yâni cesede ve rûha tesir ettiğini, kadın ve çocuklara tesirinin daha
çok olduğunu belirtmiştir. (E. Ans. c.1, s. 21)
İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa küfürdür;
böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır demiştir.(E. Ans. c.1, s. 22)
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) sihrin tesirinin kat'î olmadığını, ilâcın tesiri gibi olup, Allahü
teâlânın, isterse yaratacağını, istemezse, hiç tesir ettirmeyeceğini ifâde
etmiştir. (E. Ans. c.1, s. 22)
Gaybın sır ve hallerini
bilirim iddiâsında bulunmaya, kâhinliğe Kehânet denir. Berîka'da zikredilen bir
hadîs-i şerîfte; "Hased, nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet
sâhipleri, benden değildir." Buyrulmuştur. (E. Ans. c.1, s. 22)
Muhammed Mâsum Fârûkî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) ise şöyle demiştir: "Hakîkî mümin, batıl inançlara
inanmaz, sihir, uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyle yazılı
muska, mâvi boncuk, kehanet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş
yapacaklarına, mezârlara mum dikmeye, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez ve
kerâmet sâhibi olduğunu söyleyen sahtekârlara inanmaz." (E. Ans. c.1, s. 22)
Abdullah ibni Abbâs (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin haber verdiğine göre, Peygamber efendimizden önce
şeytanlar göklere çıkmaktan men olunmazlardı. Göklere giderler, meleklerden
işittiklerini, kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve
sellem) doğduğu zaman, bunların göklere çıkmaları yasaklandı. (Evliyâlar An.
c.1, s. 22)
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) kâhinlere, falcılara inanmamalı, bilinmeyen şeyleri onlara
sormamalı, onlar gaybı bilir sanmamalıdır, deyip, gaybı ancak, Allahü teâlâ ve
O'nun bildirdiklerinin bileceğini ifâde etmiştir. (E. Ans. c.1, s. 22)
Biraz da mekr terimi
üzerinde duralım. Mekr, bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle
yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak, istidrâc yâni Allahü
teâlânın, bir kimseye bir müddete kadar, devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan
nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolun
kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı, gaflette
bulunduğu, taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada, Allahü
teâlânın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi; Allahü teâlânın, mekr yapanların
mekrini kendilerine çevirmesi, mekrlerine karşılık onları cezâlandırması,
kötülüklerini, kurdukları tuzakları bozması mânâlarına gelir. (Evliyâlar An.
c.1, s. 22)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen
şöyle buyruluyor: "Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular? Hüsrâna
uğrayanlardan (küfür yâni îmansızlık ve günâhlar sebebi ile, ibret almamak ve
tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allahü teâlânın
mekrinden emîn olmaz." (A'râf sûresi: 99) (E. Ans. c.1, s. 22)
Hazret-i Ali (radıyallahü
anh) şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s.
verilen, bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin
aklında bozukluk vardır demiştir. (E. Ans. c.1, s. 23)
Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl
Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) ise şunları söylemiştir: "İnsanın, işine
göre ömrü ve rızkı değişir, iyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir.
Böylece Allahü teâlâ, birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îman
ile gönderir. Başka birine kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için,
Resûlullah efendimiz her zaman; "Allahümme yâ Mukallib-el-kulûb, sebbit kalbî
alâ dînike." duâsını okurdu (ki, ey büyük Allah'ım! Kalpleri iyiden kötüye
kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden
döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) bunu işitince;
"Ya Resûlallah! Sen de kalbinin dönmesinden, korkuyor musun?" dedikleride; "Allahü
teâlânın mekrinden beni kim emin eder? (bana kim garanti, güven verebilir?)."
buyurdular. Çünkü, hadîs-i kudsîde; "İnsanların kalleri, Rahmân'ın
kudretindedir. Kalpleri, dilediği gibi çevirir." buyrulmuştur. Yâni Celâl ve
Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir.(E. Ans. c.1, s. 23)
Senâullah Dehlevî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bu konuda şöyle demektedir: "Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok
kimsenin, dünyâ nîmetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan
olunuyorsa da, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız
dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felaket
tohumlarıdır. Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresinin 55 ve 56.
âyetlerinde meâlen; "Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz
için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyorlar?
Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât
mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet
olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar." buyruldu. Kalplerini, Hak teâlâdan yüz
çevirenlere verilen dünyâlıklar, hep haraplıktır, felâkettir. Şeker hastasına
verilen tatlılar, helvalar gibidir. (E. Ans. c.1, s. 23)
Yine büyük âlim Senâullah
Dehlevî ve Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahrüddîn Râzî, Allahü teâlânın mekri ile
insanların mekrleri arasında fark olduğunu belirtip, insanların mekrinde,
başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir; Allahü
teâlânın mekri, mekr yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları
cezâlandırmak sûretiyle herkese hayır, iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve
mekr yapmanın fenalığını bildirmek ve bazılarının tövbelerine sebeb olmak
bakımındandır. Bunda mekr yapanların bizzat kendileri için de hayır ve hikmet
vardır, demişlerdir. Şunu da ifâde etmişlerdir: Allahü teâlâ mekr yapanların
mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği,
karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için,
Allahü teâlânın bu fiiline mekr denilmiştir. Yoksa Allahü teâlâya doğrudan mekr
isnâd edilmez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz)
bakımından bir benzerlik vardır. Ayrıca, Allahü teâlânın doksan dokuz ismi
içinde "Mekkâr" da vardır. (Evliyâlar An. c.1, s. 23)
Anadolu'da yetişen büyük
âlim ve velîlerden Seyyid Abdurrahmân Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri birgün sevenleri ve talebeleri ile Van Gölü kıyısında giderken, gölde
bulunan Ahtamar Adasındaki Ermeni kilisesinden bir papas çıkarak su üstünde
yürümeye başladı. Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin talebelerinden bâzılarının
hatırına; "Allah'ın düşmanı dediğimiz papas su üzerinde yürüyor da, evliyânın
büyüğü Abdurrahmân Kutub hazretleri acaba neden kıyıdan yürüyerek dolaşıyor?"
düşüncesi geldi. Talebelerinin düşüncelerini anlayan Abdurrahmân Arvâsî
hazretleri, ayakkabılarını çıkararak ellerine alıp birbirine çarptı. Her
çarpışta papas suya battı. Boğazına kadar battığı zaman son defa çarptı ve papas
tamâmen batıp boğuldu. Abdurrahmân Arvâsî hazretleri böyle düşünen bâzı
talebelerine dönerek; "O sihir yaparak su üstünde gidiyor ve sizin îmânınızı
bozmak istiyordu. Ayakkabıları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir
yapmaz, Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti
ile papasın sihrini bozdu.
Hindistan’da yetişen meşhûr
velîlerden Abdülvehhâb Müttekî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir
gün istidrâcdan, müslüman olmayanlarda ve bid'at ehlinde görülen havada uçmak,
su üstünde yüzmek gibi hâllerden söz açılmıştı. Buyurdu ki:
"Fâsıklara ve bid'at
sâhiplerine de bir kuvvet verilir ve onunla avâmın kalblerini çekebilirler.
Dinde sağlam olmayanları yoldan çıkarırlar."
Hindistan'da yetişen
velîlerin büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Bahrak (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir gün Hindistan'da bir vezîrin meclisinde idi. O mecliste bir
Hind sihirbâzı vardı. Kendi dîninin üstünlüğünü göstermek ve orada bulunanların
îmânlarını sarsmak için sihirbâzlığını göstermeye kalktı. Oturduğu yerden
yükselip, havada bağdaş kurup oturdu. Bu hareketi karşısında herkes hayretler
içinde kaldı. Muhammed Bahrak bu duruma çok üzüldü. Hemen Peygamber efendimizin
rûhâniyetinden yardım istedi. Orada bulunan maymuna, sihirbazı îmâ etti. Maymun,
bu işâret üzerine yerinden fırlayıp, sihirbaza vurmaya başladı. Onu havadan yere
indirinceye kadar vurdu. Sihirbazın sihiri bozulup, rezîl oldu. Mecliste
bulunanlar, bunu apaçık gördüler. Muhammed Bahrak'ın kerâmeti olduğunu
anladılar, sihirbâzın sihrine kanmaktan kurtuldular.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) meşhûr olmak,
parmakla gösterilmek istemez, bütün hâllerin, İslâmiyetin emir ve yasaklarına
tam uymakla kıymetli olacağını söylerdi.
Bir gün kendisine; "Filanca
kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz?" diye sorulunca; "Bunun kıymeti
yoktur. Ördek ve kurbağa da yüzer." dedi. "Filan adam havada uçuyor." dediler.
"Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var." dedi. "Filan kimse, bir
anda şehirden şehre gidiyor." dediler. "Şeytan da, bir solukta şarktan garba
gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında
bulunur. Alış-veriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz." buyurdu.
Anadolu'yu aydınlatan büyük
velîlerden Pîrî Halîfe Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında
Edirne'ye gitmişti. Edirne'de bulunan bir hıristiyan papazı açlık içinde,
riyâzetler çekerek kerâmet gibi gözüken bâzı hallere kavuşmuştu. İstidraç
denilen hallerden olan ve sâhibini derece derece Cehennem'e sürükleyen bu hâli,
havada uçmaktı. Papazın havada uçması halkın dikkatini çekmişti. Pîrî Halîfe
Sultan bir hıristiyan papazın halkı aldatmasına mâni olmak için pekçok kimsenin
bulunduğu bir mecliste râhibi çağırtıp; "Hadi uç da görelim." dedi. Bunun
üzerine papaz, bir sihirbaz gibi harekete geçip uçmaya başladı. Papaz havada
yükselince Pîrî Halîfe ayağından ayakkabılarını çıkarıp râhibin peşinden attı.
Ayakkabılar râhibin üstüne gelip başına vurmaya başladı. Sonunda râhibin başına
vura vura onu yere indirdiler. Papaz kendinden geçmiş bir halde yere inince başı
ve yüzü kuşlar tarafından gagalanmış gibi yara bere içindeydi. Mahçup ve perişan
bir halde Pîrî Halîfe Sultan'ın yanında duruyordu. Papaza; "Ey papaz! Aç durarak
ve nefsini riyâzete sokarak bâzı sahte haller kazandın. Müslümanların inancıyla
oynamak istedin. Sonunda ayakkabıların seni ne hâle soktuğunu gördün. Onların
vurmasından kurtulamadın yere indin. Şimdi kendinin sapık ve bâtıl bir yolda
bulunduğunu, İslâmiyetin hak din olduğunu anladın mı?" dedi. Papaz cevap
vermeyip şaşkın bir vaziyette susuyordu. Bu sırada Pîrî Halîfe Sultan; "Bu
kadarıyla iknâ olmadın, sen bâtıl dinde olduğun halde kerâmet dâvâsında
bulundun. Ben Allahü teâlânın âciz bir kuluyum. Şimdi gör uçmak nasıl olur!"
dedi. Sonra havada uçup gözden kayboldu. Herkes şaşkın bir halde bir müddet
bekledi. Daha sonra dönüp geldi. Kâbe'ye gidip döndüğünü bildirdi. Oraya gidip
döndüğünü belirten alâmetler de gösterdi. Bu hâle şâhid olan papaz, tam bir
sadâkatla müslüman oldu. Bunun üzerine altı papaz, kıyâfet değiştirip Pîrî
Halîfe Sultan'ın yanına gittiler. Onu imtihan maksadıyla konuşmaya başladılar.
Pîrî Halîfe Sultan söze başlayıp, kerâmetiyle onların hallerini, yerlerini,
isimlerini ve kim olduklarını, maksatlarını birer birer söyleyip açıkladı. Bu
kerâmet karşısında âciz ve şaşkın kalan papazlar, yanlış ve bâtıl bir yolda
olduklarını anlayıp müslüman oldular.
Bu hâdiseler pâdişâh
tarafından duyulunca, onu huzûruna dâvet etti. Pâdişâhın huzûruna varınca;
"Buraya pâdişâhla buluşmaya veya ona tanınmaya ve bir şey taleb etmeye gelmedim.
Lâkin İslâm pâdişâhı âdildir. Emrine uyup dâvetini kabûl ettik. Pâdişâhımızın
mâlumu olsun ki, bu duâcılarının buraya geliş sebebi, o papazın hâlini işitip
müslümanların îtikâdlarına zarar vermesine mâni olmak içindir. Hamdolsun o
fitneyi söndürdük. Allahü teâlâ papazlara müslüman olmalarını nasîb eyledi."
dedi. Bu görüşmelerinden sonra pâdişâh bir vezîri vâsıtasıyla yedi yüz altın
gönderdi. Para takdim edilince tebessüm ederek; "Bizim yedi yüz değil yedi
altına dahi hakkımız yoktur. Biz fakir bir dervişiz. Bunu İslâm askeri için ve
devlet işlerine sarf eylesinler. Pâdişâha duâ etmek bizim vazîfemizdir.
Pâdişâhımız âdildir. Ona dâimâ duâ ederiz. Bu durum pâdişâha bildirilince,
pâdişâh; "Mutlakâ bir arzuları vardır, beyân etsinler." diye haber yolladı.
Bunun üzerine; "Bir murâdımız yoktur. Lâkin pâdişâha itâat etmek ve hâtır-ı
şerîflerini hoş tutmak için bir nesne teklif edelim ki, Allahü teâlâ indinde biz
ve zât-ı şâhâneleri mesûl olmayalım. Zîrâ şimdi bir şey arzu eylesek onlar dahi
esirgemeyecekler. Lakin devlet hazînesinden bize verilecek hardal dânesi kadar
istihkâkımız yoktur. Eğer lutfederlerse, merhum kaynatam ve şeyhimiz Şeyhülislâm
Berdeî'ye Hamidoğlu Hızır Bey merhum bir mikdar arâzi ve mülk vermişti. Şeyh
merhum da bunları evlâda vakfeylemişlerdi. Temlik ve vakfı sahîh olmak için bir
ferman ihsân buyursunlar." dedi. Bu arzusu pâdişâha iletilince, bir menşur-u
hümâyûn gönderdi ve arzusunu yerine getirdi. |
|