|
ZEKERİYYÂ ENSÂRÎ
Büyük
velîlerden ve Mısır’da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden. İsmi, Zekeriyyâ
bin Muhammed bin Ahmed, künyesi Ebû Yahyâ, lakabı Zeynüddîn’dir. Ensârî
nisbesiyle meşhûrdur. 1423 (H.826) senesinde Senîke’de doğdu. 1520 (H.926)'de
Kâhire’de vefât etti. Kabri Karâfe Kabristanındadır. Hâlen ziyâret edilmektedir.
Küçük
yaştayken babası vefât eden Zekeriyyâ Ensârî, ilim öğrenmeye başladı. Doğum yeri
olan Senîke’ye Rebî bin Abdullah isminde bir âlim gelmişti. Rebî bin Abdullah,
kendisine yardım edilmesini isteyen bir kadın gördü. Kadının kocası ölmüş,
çocuğu yetim kalmıştı. Şehrin vâlisi çocuğu saka kuşu avlamaya gönderiyordu.
Rebî bin Abdullah çocuğu ve kadını yanına çağırıp, kadına; “Eğer oğlunun böyle
durumlara düşmekten kurtulmasını istiyorsan, oğlunu bırak Câmi-ül-Ezher’de
okusun, ilimle meşgûl olsun.” dedi. Oğlunun bu durumdan kurtulması için can atan
kadın, onu Rebî bin Abdullah’a teslim etti. Rebî bin Abdullah küçük yaşta olan
Zekeriyyâ Ensârî’yi alıp Câmi-ül-Ezher’e götürdü. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmin
tamâmını ezberleyen Zekeriyyâ Ensârî, zamanının büyük âlimlerinden aklî ve naklî
ilimleri tahsil etti.
Ebû
Abbâs Ahmed bin Ali Enkavî, Ebü'l-Feth Muhammed bin Ebî Ahmed Gazzî, Ebû Hafs
Ömer bin Ali Nebtîtî, Ahmed bin Fakîh Ali Dimyâtî, Zeynüddîn Ebü’l-Ferec,
Abdurrahmân bin Ali Temîmî ve Muhammed Gamrî gibi velîlerin sohbetlerinde
bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Muhammed Gamrî’nin sohbetinde kırk gün
kalarak, yazdığı Kavâidü’s-Sûfiyye kitâbını okuyup bitirdi.
Kendisi
şöyle anlatır: “Bir gün Muhammed Gamrî’nin yanına girdim. Odada yalnızdı. Odaya
girdiğim zaman Muhammed Gamrî'nin yedi gözü olduğunu gördüm. Buna çok şaşırdım.
O zaman Muhammed Gamrî bana; “Ey Zekeriyyâ! İnsan kemâle erince dünyâdaki
kıtaların sayısınca gözü olur.” buyurdu.
Yine
kendisi anlatır: “Ben küçüklüğümden beri tasavvuf yolunda bulunanları sever,
onların meclislerine giderdim. Akranlarım bana, fıkıh ilminde onlardan sana bir
fayda gelmez diyorlardı. Zîrâ ben, fıkha dâir eserleri mütâlaa ediyordum. İlimle
meşgûl olup, Allahü teâlâya hamdolsun, yükselince Behce kitabını
şerhettim. Şerhi tamamlayınca, arkadaşlarım kitabın bir nüshasını okudukları
zaman, benim
yalnız olarak böyle bir işi yapamayacağımı ifâde eden sözler söylediler ve
hayretlerini belirttiler.”
Kendisi
anlatır: “Bir gün Hızır aleyhisselâm, hocam Ali Darîr Nebtîtî ile berâberdi.
Hocam Ali Darîr, Hızır aleyhisselâma asrın âlimlerini ve benim onlardan olup
olmadığımı sorunca; “Evet onlardandır. Ama onda iyi olmayan bir husus var.”
dedi. Fakat bunu açıklamadı. Ben hocama, Hızır aleyhisselâmı bir dahaki sefer
gördüğünde, o bende bulunan hoş olmayan şeyin ne olduğunu sormasını, bundan
tövbe etmek istediğimi söyledim. Hızır aleyhisselâm hocamın yanına geldiği
zaman, hocam Hızır aleyhisselâma benim hoşa gitmeyen durumumu sorunca, o da
şöyle cevap vermiş: “Vâlilere bir husus için mektup yazdığında, mektubu götüren
şahsa, bu mektubun Şeyh Zekeriyyâ’dan geldiğini söyle diyor. Kendisine Şeyh
diyor.” Bunun üzerine o günden sonra bu kelimeyi ağzıma almadım. Vâlilere bir
mektup göndereceğim zaman mektubu götürene; “Vâliye, size bu mektubu fakirlerin
hizmetçisi Zekeriyyâ gönderdi.” demesini söylerdim.”
Zekeriyyâ Ensârî hazretleri gençlik yıllarını anlatırken şöyle buyurdu:
“Ben
uzak yerden Câmi-ül-Ezher’e bir zât tarafından getirilmiştim. Daha çok gençtim.
Burada dünyâ işlerinden uzak ve kalbimi mahlûkâttan hiç birine bağlamadan,
sâdece ilim ile meşgûl oluyordum. Çok defâ acıktığım zaman, bulduğum karpuz,
kavun artıklarını yıkayarak yerdim. Senelerce böyle devâm ettim. Sonra Allahü
teâlâ bana velî kullarından birisini gönderdi. O, benim, yiyecek, içecek ve
kitap gibi bütün ihtiyaçlarımı karşılıyordu. Bana; “Ey Zekeriyyâ! Benden hiçbir
şeyini gizleme!” derdi. Birkaç sene böyle devâm etti. Bir gece herkes uyurken
beni uyandırıp; “Kalk ve benimle gel!” dedi. Beni, Câmi-ül-Ezher’deki vikâde
merdivenine götürdü. Oraya vardığımız zaman bana; “Kürsüye çık!” dedi. Son
merdivene kadar çıkıp inmemi istedi. Ben onun isteğini yaptıktan sonra; “Senin
akranların vefât edecek, fakat sen yaşıyacaksın. Kadrin ve kıymetin çok yüksek
olacak. Kâdı’l-kudât’lık yapacaksın. Daha sen hayatta iken talebelerin
şeyhülislâm olacak. Sonunda gözlerin görmeyecek.” dedi. Ben ona; “Gözlerim
mutlakâ görmeyecek mi?” diye sorunca; “Evet görmeyecek.” diyerek ortadan
kayboldu. Bir daha o zâtı görmedim.”
Medrese-i Zeyniyye açıldığı gün, imâmlığı Zekeriyyâ Ensârî’ye teklif edildi.
Önce kabûl etmedi. Meşhûr âlim Kayâtî ile istişâre ettikten sonra bu görevi
kabûl etti. Sonra Sultan Zâhir Hoşkadem, Zekeriyyâ Ensârî’yi sahrada yaptırdığı
bir medreseye, ilk açıldığı gün müderris tâyin etti. İbn-i Mülakkın’ın
vefâtından sonra, Sâbikiyye Medresesinde fıkıh müderrisi oldu.
Zekeriyyâ Ensârî, ilimde akranları arasında yüksek mertebeye ulaştı.
Behce üzerine yaptığı şerhi, hocasının yanında elli yedi defâ okudu.
Vaktini ders okutmak, kitap mütâlaa etmek, fetvâ vermek, eser yazmak, kâdılık ve mühim
vazifelerle meşgûl olmak sûretiyle geçirdi. Faydasız işlerle hiç meşgûl olmazdı.
Vakar sâhibiydi.
Hadîs,
fıkıh, tefsîr gibi naklî ilimlerde ve aklî ilimlerde derin âlim olan Zekeriyyâ
Ensârî, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. İlmi ve güzel ahlâkıyla insanlara
faydalı olmaya başladı. Bu yüzden her beldeden ilim tâlipleri, ders almak için
onun yanına geldiler. Allahü teâlâ onun ömrünü uzun eyledi. Zekeriyyâ Ensârî’ye,
talebelerinin ve onların talebelerinin şeyhülislâm olduğunu görmek nasîb oldu.
Zekeriyyâ Ensârî’den ilim öğrenmiş olan büyük âlimlerden bâzıları şunlardır:
Cemâlüddîn Abdullah Sûfî, Nûreddîn Mahallî, İmâm Meclî, Fakih Ümeyre Berlisî,
Kemâlüddîn ibni Hamza Dımeşkî, Behâuddîn Fâsî, Haleb bölgesi müftîsi Bedrüddîn
ibni Süyûfî, Şihâbüddîn Hımsî, Bedreddîn Alâî el-Hanefî, Şemsüddîn Şiblî,
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Şihâbüddîn Remlî, Şemsüddîn Remlî, Şihâbüddîn ibni Hacer
Heytemî, Sâlih Cemâlüddîn Yûsuf, Şemsüddîn Hatîb Şirbînî el-Mısrî, Allâme
Nûreddîn Nesefî el-Mısrî ve başka birçok âlim.
İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâda ve âhirette
saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalışan Zekeriyyâ Ensârî hazretleri,
herkesle iyi geçinip hizmet etti.
Kâdı’l-kudât olmadan önce günlük kazancı üç bin dirhemdi. Çok kıymetli
kitaplar topladı. Sohbetlerinden ve sözlerinden çok istifâde edildi. Gece-gündüz
ilim ve amelle meşgûl oldu. Yaşı çok ilerlemiş olmasına rağmen Sahîh-i
Buhârî’yi şerh edip, daha önce yapılmış olan on şerhi de, kendi yazdığı
şerhde topladı. Beydâvî Tefsîri’ne hâşiye yazdı. Okudukları kitaplardan güzel ve mühim mevzûları yazıp
getirenlere mükâfât verirdi. Zekeriyyâ Ensârî çok hayır yapardı. Kendisinden
yaşça ve ilimce küçük birisi ona emr-i mârûfta bulunsa hemen kabûl ederdi.
Ömrünü aslâ zâyi etmedi. Her fazîlet sâhibi kimseyi hased eden olduğu gibi, onu
da hased edenler vardı. Zekeriyyâ Ensârî’nin, sâlih ve velî bir zât olarak
şöhret bulması, Sultan Hoşkadem zamânında olmuştur. Bir gün Sultan, Zekeriyyâ
Ensârî'yi ziyâret etti. Bundan sonra herkes Zekeriyyâ Ensârî’yi ziyârete koştu
ve onun şöhreti her tarafa yayıldı.
Sultan
Kayıtbay, Zekeriyyâ Ensârî’yi Kâdı’l-kudât yapmak istedi. O, bu görevi kabûl
etmedi. Lâkin fazla ısrarlara dayanamayarak, istemeye istemeye kabûl etti. Bir
süre sonra sultânın yaptığı bir haksızlığı, açıkça söylediği ve bundan menettiği
için bu vazifeden alındı. Zekeriyyâ Ensârî, Kâdı'l-kudât olduğu için çok
üzülürdü. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî bu durumu şöyle anlattı: Bir gün bana, Zekeriyyâ
Ensârî; “Hatâ ettim.” dedi. Ben nede hatâ ettiğini sorunca; “Kâdılığı kabûl
etmekde. Çünkü ben daha önce herkesin gözünden uzak, kendi hâlimde yaşıyordum."
dedi. Bunun üzerine ben; “Efendi! Evliyâdan olan bir zâttan işittim, şöyle
buyurmuştu: “Velî bir zâtın kâdılık vazîfesine tâyin edilmesi, insanlar arasında
iyiliği, zühdü, verâsı, keşf ve kerâmetleri yayılınca onun hâlini setreder, onu
perdeler.” dedim. Bunun üzerine Zekeriyyâ Ensârî; “Evlâdım! Elhamdülillah benim
bu husustaki üzüntümü hafiflettin.” buyurdu.
Avâmdan
olan halka vâz ve nasîhat eden, ilim okutup talebe yetiştirmekle meşgûl olan
Zekeriyyâ Ensârî hazretleri, sultanlara da emr-i mârûf yapıp nasîhat etti.
Sultan
Gavrî’nin yaptığı hatâlı bir iş sebebiyle, Zekeriyyâ Ensârî saraya gitmek için
yola çıktı. Bunu işiten Sultan Gavrî sarayın kapılarını iyice kapattı ve
zincirlerle bağlanmasını emretti. Zekeriyyâ Ensârî bineğine binmiş olarak geldi.
Elinde bulunan defteri kapının üzerinde bulunan zincire vurdu. Zincir
parçalanarak açıldı. Zekeriyyâ Ensârî yanındakilerle berâber saraya girdi.
Sultâna uzun uzun nasîhatta bulundu. Sultan yaptıklarına pişmân olarak tövbe
etti ve Zekeriyyâ Ensârî’den özür diledi.
Şöyle
anlatılır: “Ömer ibni Fârid hakkında, yalan yanlış değişik sözler söylendiği
günlerde, sultan bu hususta âlimlerin görüşlerini kendisine bildirmelerini
istedi. Zekeriyyâ Ensârî o sırada görüştüğü İstanbullu Şeyh Muhammed’e şöyle
dedi: “Tasavvuf büyüklerinin lehinde yaz. Onlara yardımcı ol. Tasavvuf
büyüklerinin söyledikleri kelimelerin, tasavvuf ilminde kullandıkları mânâları
tadarak bilen kimsenin, onların şânına yakışmayacak şekilde konuşmaları câiz
değildir. Çünkü velîlik dâiresi, keşf ve kerâmet üzerine kurulduğu için, akıl
sâhasının ötesindedir.”
İbn-i
Hacer-i Heytemî, onun hakkında Mu’cem adlı eserinde şöyle yazmaktadır:
“Zekeriyyâ Ensârî ilmi ile amel eden, Peygamberimize vâris ve kendisinden
rivâyette bulunduğum, istifâde ettiğim âlimlerin en büyüklerindendir. Zekeriyyâ
Ensârî, Allahü teâlânın insanlara bir lütfudur. Şâfiî mezhebinin en büyük
âlimlerinden olup, ortaya çıkan müşkilleri en iyi şekilde hâllederdi. O,
zamânının, kendisine mürâcaat edilme husûsunda bir tânesi idi. Asrında, gerek
şifâhî, gerek bir vâsıta ile ondan ilim almayan hiç kimse yoktur. Onun
talebeleri çoktu.”
Zekeriyyâ Ensârî hazretleri çok heybetliydi. Yaşı yüze yaklaştığı hâlde çok
namaz kılardı. “Hasta bile olsam nefsimi tenbelliğe alıştırmam.” derdi. Birisi
Zekeriyyâ Ensârî’ye bir mevzû anlatırken, lüzumsuz yere uzattığı zaman; “Acele
et, vaktimi zâyi ediyorsun.” derdi. Devamlı Allahü teâlânın zikri ile meşgûl
olurdu. Bir ekmeğin üçte birinden fazla yemezdi. Sâdece Sa’îd-üs-sü’adâ
dergâhında pişen ekmekten yerdi. “Orayı yaptıran sultan sâlih olduğu için,
orasının ekmeğini yiyorum” derdi. Çok sadaka verir ve sadakayı gizli vermeye çok
dikkat ederdi. Bu yüzden herkes onun az sadaka verdiğini sanırdı. Gözlerine
hastalık gelip kapandıktan sonra, birisi ondan bir şey istemeye geldiği zaman,
yanında kimse olup olmadığını sorar, yanında kimse yoksa sadaka verirdi.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlatır: “Bir gün şerîflerden bir zât Zekeriyyâ
Ensârî’ye geldi ve ona; “Ey Efendim! Başımdan sarığımı çaldılar. Bana sarık
parası ver.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî ona çok az para verdi. Şerîf zât bu parayı
almadı ve çıkıp gitti. Ben, Zekeriyyâ Ensârî’ye; “Bu para bir sarık almaya
yeterli değildi.” dedim. Zekeriyyâ Ensârî; “O, kalabalık bir mecliste iken gelip
benden istekte bulundu. Allahü teâlâ sadakalarımı gizli vermemi bana mâlûm etti.
Bunu kimseye söylemem ve belli etmem. Şâyet bu şerîf bana kimsenin olmadığı bir
vakitte gelmiş olsaydı, dedesi Resûl-i ekremin sallallahü aleyhi ve sellem
hatırı için, sarık parasıyla birlikte fazladan para da verirdim.” buyurdu. Ben
olaydan sonra fakir şerîf ile bir yerde karşılaştım. Zekeriyyâ Ensârî’nin
söylediklerini ona söyledim. Bunun üzerine o şerîf; “Şeyhülislâm Zekeriyyâ
hazretleri geceleyin bana bir sarık gönderdi, işte o da şimdi başımdadır.” dedi.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî yine şöyle anlatır: “Şeyhülislâm Zekeriyyâ ile birlikte
kitap okurken, bâzan başına bir ağrı gelirdi. O zaman gözlerini kapatıp şöyle
derdi: “İlimle şifâ bulmaya niyet ettim.” Gözünü açar, başındaki ağrı ve sızı
derhal geçerdi. Bana da bu duâyı okumamı tenbihledi. Ben de başım ağrıdığı
zaman; “İlimle şifâ bulmaya niyet ettim.” deyince, ânında başımın ağrısı
geçerdi.
Zekeriyyâ Ensârî’nin bir şiirinin tercümesi şöyledir: “İlâhî! Günahım çok. Senin
kapından başka gidecek kapım yok. İlâhî! Ben günahkâr kulunum, ne ilmim var, ne
amelim. Senden başka yardımcım yok. İlâhî! Hatâlarımı azaltmam için bana yardım
eyle. İlâhî! Ben hatâ ve kusurlarımdan dolayı senden çok hayâ ediyorum. İlâhî!
Günahlarım yedi deryâ gibi pekçoktur. Fakat senin affın yanında onlar azıcık bir
damla gibi kalır. İlâhî! Eğer senin affının genişliğine ve kerîm olduğuna dâir
ümîdim olmasaydı, benden meydana gelen hiçbir hatâya sabır ve tahammül
edemezdim. İlâhî, Hâşimî kabîlesinden olan habîbin Muhammed aleyhisselâmın
hürmeti için, beni azâbından kurtar! Çünkü ben senin azâbından çok korkuyorum.
Lütfunla ve güzel affın ile bana muâmele eyle. Son nefeste bana lütuf ve ihsân
eyle.”
Zekeriyyâ Ensârî çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki: “Hayâ iki
çeşittir: Dînî hayâ, Allahü teâlânın yapılmasını yasakladığı şeyleri yapmaktan
duyulan hayâ utançtır. Tabiî veya nefsî hayâ ise, yapılıp yapılmamasında kişinin
kendi reyine bırakılan hususlardır. Meselâ kişinin kendisine yakışmayan elbise
ile sokağa çıkması, şahsî ve nefsî arzûlara dayanan hayâ, bir çeşit utanç
duygusudur.”
“Kelimenin yerini hakkıyla vermeden, o kelimeyi kullanmamalısınız. Zîrâ söz,
yayından çıkan bir oka benzer. İnsandan yerinde olmayan bir söz çıkarsa, insan
ona mahkûm, söz insana hâkim olur.”
“Ey insan! Dilini tut ve
ona kement vur. Seni sokmasın. Çünkü o bir yılandır. Kabir, kendi dillerinin
kurbanlarıyla doludur. Bu kurbanlar öyle kimselerdi ki, babayiğitler bile
kendileriyle karşılaşmaktan çekinirlerdi.”
“Evliyânın sohbetlerine katılmayan ve gitmeyen bir fıkıh âlimi, yenen katıksız
ekmeğe benzer.”
“Beni
kınayan bir kimse, benim tattığım zevki ve aşkı tatmış olsaydı, benimle birlikte
âşık olurdu. Ne yazık ki, benim tattığımı tatmamıştır.”
Oğluna
nasîhat ederken de buyurdu ki:
“Ey
oğlum! Şunu bil ki, eski sâlih kişiler açlık yoluyla dillerine hâkim olurlardı.
Şimdi evliyâ olan fakirlerin elinde ve yolunda yetişmeyen kimseler, bu yolu da
bir çıkmaza soktular. Ey evlâdım! Bu yolu ehlinden öğrenmelisin.”
Zekeriyyâ Ensârî çeşitli konulara dâir birçok eser yazdı. Bunlardan
bâzıları şunlardır: 1) Şerhu Muhtasar-ül-Müzenî, 2) Hâşiyetün alâ Tefsîr-il-Beydâvî,
3) Ed-Dürer-üs-Seniyye, 4) Şerhu Minhâc-ül-Vusûl ilâ İlm-il-Usûl, 5) Şerhu
Sahîh-i Müslim.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
GÖREN
GÖZLER
Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Zekeriyyâ Ensârî Câmi-ül-Ezher’de îtikâfta
bulunurdu. Bu sırada Şamlı bir tüccar geldi. Zekeriyyâ Ensârî’ye; “Gözlerim
görmüyor, herkes, sen duâ edersen, Allahü teâlânın senin duânı kabûl edeceğini,
senin duân hürmetine gözlerimin açılacağını söylediler.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî,
Allahü teâlâya onun gözlerinin görmesi için duâ etti. O tüccara da; “Allahü
teâlâ duâmı kabûl etti. Fakat sen buradan ayrıldıktan bir süre sonra gözlerin
açılacak.” dedi. Tüccar kalmakta ısrar edince, Zekeriyyâ Ensârî; “Eğer
gözlerinin görmesini istiyorsan buradan gitmen gerekiyor.” dedi. Tüccar bunun
üzerine oradan ayrıldı. Gazze’ye gelince gözleri açıldı. Bir mektup yazarak
gözlerinin açıldığını Zekeriyyâ Ensarî’ye bildirdi. Zekeriyyâ Ensârî ona cevap
olarak; “Eğer Mısır’a gelirsen tekrar gözlerin kapanır.” diye bir mektup yazdı.
Tüccar vefât edinceye kadar Kudüs’te kaldı.”
RÜYÂYI
ANLAT
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlattı: “Bir gün ben Buhârî Şerhi'ni
mütâlaa ediyordum. O sırada Zekeriyyâ Ensârî; “Dur! Bana bu gece gördüğün rüyâyı
anlat bakalım.” dedi. Ben o gece rüyâmda bir gemide bulunuyordum. Geminin
yelkenleri, halatları, yaygıları ve koltukları ipektendi. İmâm-ı Şâfiî bir koltukta
oturuyordu. Zekeriyyâ Ensârî ise İmâm-ı Şâfiî’nin sol tarafında bulunuyordu.
İmâm-ı Şâfiî’nin elini öptüm. Gemi yoluna devâm ediyordu. Gemi nihâyet bir adada
durdu. Adadaki ağaçların meyveleri denize doğru sarkmıştı. Rüyâmı ona anlattığım
zaman; “Eğer rüyân doğru ise, ben İmâm-ı Şâfiî’nin kabrinin yakınında bir yerde
defnedilirim.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî vefât ettiği zaman Bâb-un-nasr denilen
yerde onun için kabir hazırlattılar ve oraya götürdüler. Benim bu rüyâmdan
haberi olan iki kişi bana rüyân doğru çıkmadı diyorlardı. Biz bu hâlde iken,
Mısır’da sultânın vekili Emin Hayri Beyin bir habercisi geldi.Emîrin rahatsız
olduğunu, buraya kadar gelemeyeceğini, Emîrin cenâze namazına iştirak edebilmesi
için, Zekeriyyâ Ensârî’nin cenâzesinin Remile denilen yere götürülmesini
emrettiğini söyledi. Emîrin isteği yerine getirildi.Cenâze namazı kılındıktan
sonra Emîr, Zekeriyâ Ensârî'nin Karâfe’de defnedilmesini emretti. Burada
Necmeddîn Cenüşânî’nin yanına defnedildi. Defnedildiği yer İmâm-ı Şâfiî’nin
kabrinin yakınındaydı ve onun yüzünün karşısına rastlıyordu.”
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.16
2)
Mu’cem-ül-Müellifîn; c.4, s.182
3)
Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.134
4)
Kevâkib-üs-Sâire; c.1, s.196
5)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.2, s.122
6)
Nûr-us-Sâfir; s.111
7)
Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.41, 156, 372, 626, c.2, s.1030, 1232, 1542
8)
Îzâh-ul-Meknûn; c.1, s.101, 175, 255, c.2, .144, 177, 190
9)
Ahlwardt, Verzeichniss der Arabischen Handschriften; c.2, s.170
10)
Brockelmann, Sup-2; s.117
11)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.101
|
|