VEYSEL KARÂNÎ
Peygamber efendimiz zamânında yaşamış büyük velî. İsmi Üveys bin Âmir
el-Karnî'dir. Yemen’in Karn köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 657
(H.37) târihinde şehîd edildi. Peygamber efendimizin sağlığında müslüman oldu.
Fakat görmediği için Sahâbî olamadı. Peygamber efendimiz zamânında Medîne’ye
gelmedi. Tâbiînin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfte bildirildi. Hazret-i
Ömer’in halîfeliği sırasında Medîne’ye geldi. Çok alâka ve hürmet gördü.
Önceleri kendi memleketi Yemen’de yaşadı. Sonra Basra'ya gitti.
Veysel
Karânî hazretleri, Yemen’de iken deve güder, geçimini onunla temin ederdi.
Geçimi, yaşaması pek sâdeydi. Hasta, âmâ ve ihtiyar annesinden başka kimsesi
yoktu. Güttüğü develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse kabul ederdi.
Fakir olanlardan hiç ücret almazdı. Aldığının yarısını sadaka olarak fakirlere
dağıtır, kalanını da kendi ihtiyaçlarına ve annesine harcardı.
Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile
yanıp tutuştu. Bir an bile Rabbini unutmadı. Kulluğunda o dereceye yükseldi ki,
her hâli, her hareketi ve her sözü insanlara ibret ve nasîhat oldu. Kimseden
incinmemiş ve kimseyi incitmemiştir. Onun en önemli vasfı; Peygamber efendimize
olan aşkı, ibâdete canla başla devâmı ve annesine saygısıdır. Annesine çok
hizmet edip, hayır duâsını aldı. Resûlullah efendimizi görmeği çok arzu
ediyordu. Defâlarca Peygamber efendimizi görmek için annesinden izin istedi.
Annesi, kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi.
Peygamber efendimiz;
"Üveys-i Karnî, ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu.
Resûlullah efendimiz, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve;
“Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu.
“Kıyâmette Allahü teâlâ Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i
onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği
(bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.”
“Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve Mudar kabîlelerinin koyunları
kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.” buyurdu.
Arabistan’da bu iki kabîlenin koyunları kadar kimsenin koyunu olmadığı
söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu kimdir?” dediler. Peygamber
efendimiz; “Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz hepimiz kullarız,
ismi nedir? dediler. “Üveys.” buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.”
buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile görmedi.” buyurdu.
Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin!
dediler. “İki sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime
bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri
görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar,
aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu
görür müyüz dediler. Hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında
göremezsin.” Ama hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye; “Siz onu görürsünüz.
Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık vardır. Bu baras
hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve ümmetime
duâ etmesini bildirin.” buyurdu.
Veysel
Karânî hazretleri gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirirdi. Kendini halktan
gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona dîvâne gözü ile bakıyordu. Sonradan onun
büyüklüğünü anladılar, çok ikrâm ve hürmet göstermeye başladılar. Bunun üzerine,
annesinin vefâtından sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti.
Peygamber efendimizin vefâtı
yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. “Üveys-i Karnî'ye verin.”
buyurdu. Resûlullah’ın vefâtından sonra hazret-i Ömer ile hazret-i Ali Kûfe’ye
geldiklerinde, Ömer (radıyallahü anh) hutbe esnasında; “Ey Necdliler, kalkınız!”
buyurdu. Kalktılar. Aranızda Karn’dan kimse var mıdır? buyurdu. Evet dediler ve
birkaç kişiyi ona gönderdiler. Hazret-i Ömer, onlardan Üveys’i sordu. Biliyoruz.
O, sizin bildiğinizden pek aşağı bir kimsedir. Dîvânedir, akılsızdır ve
insanlardan kaçar bir hâli vardır, dediler. “Onu arıyorum, nerededir?” buyurdu.
Arne vâdisinde develerimize çobanlık yapmaktadır, biz de karşılığında ona akşam
yiyeceği veririz, saçı-sakalı karışıktır, şehirlere gelmez, kimse ile sohbet
etmez, insanların yediğini yemez; üzüntü ve neşe bilmez. İnsanlar gülünce, o
ağlar; insanlar ağlayınca o güler dediler. “Onu arıyorum.” buyurdu. Sonra
hazret-i Ömer’le hazret-i Ali, onun olduğu yere gittiler. Onu namaz kılar
gördüler. Allahü teâlâ, develerini gütmesi için bir melek vazifelendirmişti.
Namazı bitirip selâm verince, hazret-i Ömer, kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı.
Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sordu. “Abdullah, yâni Allah’ın kulu.” dedi.
“Hepimiz Allah’ın kullarıyız; esas ismin nedir?” diye sordu. “Üveys” dedi. “Sağ
elini göster.” buyurdu. Gösterdi. Hazret-i Ömer; Peygamber efendimiz size selâm
etti. Mübârek hırkalarını size gönderip; “Alıp giysin, ümmetime de duâ
etsin.” diye
vasiyet buyurdu, dedi.
“Yâ
Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur, bu vasiyet başkasına
âid olmasın?” deyince; “Hayır yâ Üveys, aradığımız kimse sensin. Peygamber
efendimiz senin eşkâlini ve vasfını belirtti.” cevâbını verdi.
Bunun
üzerine, Hırka-i şerîfi hürmetle aldı, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü.
Sonra; “Siz burada bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrıldı. Biraz ileride hırkayı
yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâda bulundu:
“Yâ
Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben fakir, âciz kuluna hazret-i Ömer ve
hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş.” dedi. Günahkâr olan bütün
müslümanların affı için duâ etti. Bir çok günahkâr müslümanın affolduğu
bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi.
Veysel
Karânî hazretleri, kendisine hırka verildikten sonra Yemen’den Kûfe’ye gitti.
Kûfe’ye gittikten sonra çok az kimse onu görebildi. Görenlerden biri Harem bin
Hayyan’dır. Harem bin Hayyan anlatır: "Üveys’in şefâatinin ne derecede olduğunu
bildiren hadîsi işitince, onu görmek istedim. Kûfe’ye gidip, onu aradım. Nihâyet
Fırat Nehri kenarında abdest alırken buldum. Daha önce hakkında mâlûmâtım
olduğundan onu tanıdım. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı. Müsâfeha etmek
istedim, elini vermedi. “Allah sana merhamet eylesin, seni bağışlasın ey Üveys,
nasılsın?” dedim. Onu o kadar sevmiştim, ona o kadar acımıştım ki ağladım. Çünkü
çok zayıftı. O da ağladı ve; “Allah sana hayırlı ömür versin, ey Harem bin
Hayyan! Nasılsın ey kardeşim! Beni sana kim gösterdi?” dedi. İsmimi ve babamın
ismini nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl tanıdın? dedim. “Her şeyi bilen
ve her şeyden haberi olan bana bildirdi. Rûhum senin rûhunu tanıdı. Çünkü
müminlerin rûhları birbirlerini tanırlar, birbirlerini görmeseler de!” dedi."
Resûlullah efendimizden bana bir haber ver, dedim. “Ben onu görmedim, O’nun
haberini başkalarından işittim. Hadîs yolunu kendime açmayı istemem. Muhaddis,
müftü veya müzekkir olmayı istemem. Benim meşguliyetim vardır. Bunlarla
uğraşamam.” dedi. Bana bir âyet okuyun. Sizden duyayım dedim. Elimi tuttu. Eûzü
besmele okudu ve
çok ağladı. Sonra; “Cinleri ve insanları beni tanımaları, ibâdet etmeleri
için yarattım.” (Zâriyât sûresi: 56) “Gökü, yeri ve ikisi arasındakileri
oyun olsun diye yaratmadım.” (Enbiyâ sûresi: 16) meâlindeki âyet-i
kerîmeleri okudu. Sonra bir feryad etti. Aklının gittiğini sandım. Sonra; “Ey
Hayyân’ın oğlu, sen buraya niçin geldin?” dedi. Seni
tanımak, seninle sohbet etmek arzusu ile dedim. “Bir kimsenin Allahü teâlâyı
tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile ahbablık etmek istemesine hiçbir zaman
bir mânâ veremem.” dedi. Bana vasiyet, nasihat et dedim. “Yattığın zaman ölümü
yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günahın küçüklüğüne
değil, onunla âsî olmaklığının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan, onu yasak
eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük tutarsan, Rabbini büyük tutmuş
olursun.” dedi. Nereye yerleşmemi tavsiye edersin? dedim. “Şam’a” dedi. Orada
geçim nasıldır. dedim. “Şüphenin ağır bastığı şu kalbe yazıklar olsun, nasihat
kabul etmez.” dedi. Bana bir tavsiyede daha bulun? dedim. “Ey Hayyân’ın oğlu!
Baban öldü, Âdem aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed Resûlullah öldüler.
Halîfesi Ebû Bekir öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer!.. Ah Ömer!..” dedi. Allah
sana rahmet eylesin, hazret-i Ömer ölmemiştir dedim. “Allahü teâlâ, onun
öldüğünü bana bildirdi.” dedi. Salevât okuyup, kısa bir duâdan sonra şu vasiyeti
yaptı: “Ben ve sen, ölülerdeniz. Allah’ın kitabını ve onda bildirilen sırât-ı
mustakîmi, doğru yolu elden bırakma ve ölümü bir an unutma! Kavmine ve akrabâna
varınca onlara nasihat et ve Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i
sünnete uymaktan bir adım ayrılma ki, dînini kayıp edersin de haberin olmaz ve
Cehennem’e düşersin.” Birkaç duâ daha etti, sonra; “Git Harem bin Hayyan, bir
daha ne sen beni gör, ne de ben seni! Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile
anarım. Sen bu taraftan git, ben de şu taraftan gideyim.” dedi. Bir zaman onunla
gitmek istedim. Bırakmadı. Gitti, ağlıyordu. Ben de ağladım. Ardından baktım
durdum. Gözden kayboluncaya, şehre girinceye kadar baktım. Hâlâ ondan bir haber
alamadım.
Devamlı
ibâdet ve tefekkür hâlindeydi. Devamlı insanlardan uzak yaşar kimseyle
görüşmezdi. “Benimle en çok konuşan, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’dir.”
demiştir.
Veysel
Karânî hazretleri Mekke’de hac yapıp, Medîne’ye gidince, işte Resûlullah’ın
türbesi burasıdır diye kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı.
Ayılınca; “Beni buradan götürün. Resûlullah efendimizin medfûn bulunduğu bir
beldede benim için yaşamanın tadı olmaz.” buyurdu.
Rebî’
bin Haysem anlatır: Üveys'i görmeye gittim. Sabah namazında idi. Bitirdi,
tesbihlerin sonuna kadar bekleyeyim dedim. Kuşluğa kadar kalkmadı. Kalktı kuşluk
namazı kıldı. Öğle oldu, öğleyi kıldı. Velhâsıl üç gün namazdan kalkıp, dışarı
çıkmadı. Yemedi, uyumadı. Dördüncü gece ona kulak verdim. Gözüne uyku gelmişti.
Derhal münâcaâta başladı ve; “Yâ Rabbî, çok uyuyan gözden, çok yiyen karından
sana sığınırım.” dedi. Bana bu yeter dedim ve hâlini bozmadan kalkıp gittim.
Geceleri hiç uyumazdı. Bir gece; “Bu gece kıyâm gecesidir.” dedi. Diğer gece,
“Bu gece rükû gecesidir.” Öbür gece, “Bu gece secde gecesidir.” dedi. Bir geceyi
kıyâm, bir geceyi rükû, bir başka geceyi de secdeyle geçirdi. “Ey Üveys, bu
kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeye nasıl katlanıyorsun?” dediklerinde;
“Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem.
Halbuki üç tesbih sünnettir. Bunu yapamamamın sebebi, meleklerin ibâdetini
yapmak istememdir. Buna ise gücüm yetmemektedir.” dedi.
Kendisine, namazda huşû nedir? dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa, namazda
duymamaktır.” dedi. Kendisine nasılsın? dediler: “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ
çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur?” dedi. İş nasıldır? dediler. “Ah, yolun
uzaklığından azıksızlıktan, ah!” dedi.
Birisi
Veysel Karânî hazretlerini ziyârete gitti. Ona hitâben; "Ey Allahü teâlânın
sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun?" dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü
teâlâyı bilir misin?” Evet bilirim. “Öyle ise, Allahü teâlâdan gayri şeyleri
unut. Bu yetişir.” buyurdu.
Yâ
Üveys, bir nasihat daha söyle! “Allahü teâlâ seni bilir mi?” Evet bilir. “Öyle
ise, Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için
kâfidir.” dedi.
Veysel
Karânî hazretlerini çocuklar bâzan taşa tutardı. O ise çocuklara; “Yavrucaklar
mutlaka beni taşa tutmanız gerekiyorsa, hiç olmazsa küçük taş atın da ayaklarımı
kanatıp namaz kılmakta bana zorluk olmasın.” derdi.
Veysel
Karânî bir defasında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü gün sabahı dışarı
çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı.
Açlığını gidermeye çalışırken, bir koyunun kendisine doğru geldiğini gördü.
Koyun, ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü
çevirdi. Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın
rızkını Allah’ın kulundan al.” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline
bıraktı ve koyun kayboldu.
Buyurdu
ki:
“Allahü
teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.”
“Ey
insan bu fâni hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma! Kurtuluş çâresi O’na
itâattedir.”
“Yüksekliği aradım, tevâzuda buldum. Başkanlık aradım, halka nasihatta buldum.
Neseb aradım, takvâda buldum. Şeref aradım, kanâatte buldum. Rahatlık aradım,
zühdde buldum. Zenginlik aradım, tevekkülde buldum.”
Veysel
Karânî hazretlerine Peygamber efendimiz tarafından hediye edilen Hırka-i şerîf,
Van civârında İrisân Beylerine kadar gelmiş ve 1618 senesinde, Osmanlı
pâdişâhlarından Sultan İkinci Osman Hana getirilip hediye edilmiştir. Sultan
Abdülmecîd Han, bu Hırka-i şerîf için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmisini
yaptırmıştır. Günümüzde bu hırka, her sene Ramazan ayında camekân içinde halkın
ziyâretine açık tutulmaktadır.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
KEFEN
Veysel
Karânî hazretlerine; “Şuracıkta bir adam var. Otuz senedir, bir mezar kazdı,
kefenini giydi, o kabrin başında oturmuş ağlar, gecesi gündüzü yok” dediler.
“Beni oraya götürün.” buyurdu. Veysel Karânî’yi onun yanına götürdüler.
Sararmış, zayıflamış, kurumuş, gözleri ağlamaktan çukurlaşmış halde idi. “Ey
kişi, bu kabir ve kefen, seni otuz senedir, Allah’dan alıkoydu. Sen Allah’ı
düşünecek, zikredecek yerde, hep kefeni ve kabri düşündün.” buyurdu. O kişi,
onun nûruyla o tehlikeyi kendinde gördü. Feryâd ederek o kabre düşüp can verdi.
BEYİTLER
ÂŞIKTI
PEYGAMBERE
Tâbi’în-i kirâmdan, âşıktı Peygambere,
Her
hâli, bir ibret ve nasîhatti bizlere.
İhtiyar, gözü görmez, vardı ki bir annesi,
Yok idi
ondan başka, dünyâda bir kimsesi.
Yemen’de deve güder, ne verilse alırdı,
Yarısını fakîre, sadaka dağıtırdı.
Yanıp
tutuşuyordu, Resûl’ün aşkı ile,
Hâtırdan çıkarmazdı, Rabbini, bir an bile.
O yaşlı
annesine, yaparak her gün hizmet,
Çok
hayır duâsını, almıştı uzun müddet.
İzin
istediyse de, Resûlü görmek için,
Kimsesi
olmayınca, vermedi ona izin.
Peygamber Efendimiz, o mübârek yüzünü,
Yemen’e
çevirerek, buyurdu ki bir günü:
“Rahmet yeli esiyor, şu Yemen tarafından,
Orada, Üveys diye, vardır ki bir müslüman,
Kıyâmette o kişi, Allah'ın izni ile,
Şefâat edecektir, milyonlarca kişiye.”
Harem
bin Hayyân der ki, merak ettim Üveys’i,
Bir gün
onu gördüm ki, çok zâifti bünyesi.
Sordu
bana: “Ey Harem, niçin geldin buraya?”
Dedim
ki: “Zâtınızı, görüp de tanımaya.”
Buyurdu
ki: “Bir mümin, tanıyınca Rabbini,
Lüzum
yok tanımaya, O’ndan gayri birini.”
“Yine
söyle!” deyince, buyurdu: “Yattığında,
Bil ki
ölüm bekliyor, yastığının altında.
Günahın
küçüğü de, çok büyüktür muhakkak,
Zîrâ o
günahı da, nehyetti Cenâb-ı Hak.”
“Az
daha söyle” dedim, buyurdu ki: “Vallahî,
Baban
ve deden gibi, öleceksin sen dahî.”
Rebî’
der ki, ben Onu, gittiğimde görmeye,
Sabahı
kılıyordu, başladım beklemeye.
Tesbîhini bitirip, kuşluğa kalktı hemen,
Sonra
kıldı öğleyi, hiç aralık vermeden.
Bir
namazı bitirip, kalkardı diğerine,
Görüşmek ümîdiyle, bekliyordum ben yine.
Böyle,
üç gün üç gece, uyumadı, yemedi,
Sonunda
el kaldırıp, şöyle duâ eyledi:
“Sana
sığınıyorum, yâ Rabbî, şu şeylerden;
Çok
yiyen karın ile, çok uyuyan gözlerden.”
Ben
bunu işitince, dedim: “Yeter bu bana.
Bundan
ibret almazsam, lüzum yok gayrısına.”
Bir
dostu kendisini, ziyârete gelmişti,
“Nasılsınız?” deyince, şöyle cevap vermişti:
“Bir
insan ki, yârına, bilmez çıkacağını,
Tahmin
et, sen o kulun, nasıl olacağını.”
Dedi:
“Nasîhatınla, tenvîr et biraz beni.”
Buyurdu
ki: “Ey kişi, bilir misin Rabbini?”
“Biliyorum” deyince, buyurdu: “Öyle ise,
Bilme
başka birini, O kâfi gelir size.”
“Bir
nasîhat daha et”, deyince de Üveys’e,
Sordu
ki: “Rabbin seni, biliyor mu ey kimse?”
“Elbet
bilir” deyince, buyurdu ki bu sefer:
“Öyleyse başkaları, seni hiç bilmesinler.
Bir
kulu ki, Allah'ı, bilirse onu şâyet,
O’ndan
gayri birinin, bilmesine yok hâcet.”
Buyurdu
ki: “Yükseklik, istiyorsa bir insan,
Tevâzû
etmelidir, her kişiye, her zaman.
Şerefli
olmak için, takvâ ehli olunuz,
Râhatlık ararsanız, tevekkülde bulunuz.”
GİZLERDİ
KENDİSİNİ
Bir an
geri durmazdı, Rabbine ibâdetten,
Buna
rağmen kendini, gizler idi herkesten.
Kalbi
Resûlullah'ın, dolu idi aşkıyle,
Aslâ
unutmuyordu, Rabbini bir an bile.
Kimseyi
incitmedi, incinmedi kimseden,
Her
hâli insanlara, ibret oldu tamamen.
Resûlullah, vasiyet, etmişti sahâbeye,
(Bu
hırkamı götürüp, verin Veysel Karânî’ye.)
Alî bin
Ebî Tâlip, bir de hazret-i Ömer,
Bu
mübârek hırkayı, Kûfe’ye götürdüler.
Sorup
araştırdılar, onu Kûfelilerden,
Lâkin
tanımadılar, Üveys’i târiflerden.
Dediler: “Üveys diye, biri var bu beldede,
Lâkin
aradığınız, o değildir herhâlde.
Zîrâ
divânedir o, çok tuhaftır hâlleri,
Arne
denen vâdide, deve güder ekserî.
Kaçar
hep insanlardan, hiç gelmez aramıza,
Çok
zaman yalnız olur, sokulmaz yanımıza.
Halk
ağlasa o güler, herkes gülse o ağlar,
Böyle
garip biriyle, sizin ne işiniz var?”
Hazret-i Ömer Fârûk, buyurdu ki cevâben:
“Odur
aradığımız, gösterin bize hemen.”
Sonra
târif edilen, mahâle yürüdüler,
Yaklaşınca, Üveys'i, namaz kılar gördüler.
Bekledi
Ömer Fârûk, bitirdi namâzını,
İletti
hemen sonra, Resûl’ün selâmını.
Dedi:
“Resûlullah'ın, size selâmları var,
Şu
kendi hırkasını, size etti yâdigâr.”
Ve
buyurdu ki: “Üveys, giysin de bu hırkayı,
Günahkâr ümmetime, bol eylesin duâyı.”
Veysel
Karânî sevinçten, şaşkına döndü birden,
Resûl’ün hırkasını, alarak ellerinden,
Sevgi
ve saygı ile, öpüp sürdü yüzüne,
Üzerine
kapanıp, duâ etti Rabbine:
“Yâ
Rabbî, bu mübârek, hırkanın hürmetine,
Merhamet et günahkâr, Muhammed ümmetine.”
Lâkin
Veysel Karânî, kalkmadı yerden heman,
Onlar
başı ucunda, beklediler çok zaman.
Öyle
uzun sürdü ki, pekçok merak ettiler,
“Acabâ
emr-i Hak mı, vâki oldu?” dediler.
Hatta
endîşeleri, çoğaldı beklemekten,
Seslendi Ömer Fârûk, “Yâ Üveys!” diyerekten.
Başını
kaldırarak, buyurdu ki: “Yâ Ömer,
Az daha
bekleyip de, çağırsaydınız eğer,
Rabbim
affediyordu, bu ümmeti tamâmen,
Çağırdınız, bir kısmı, kaldı affedilmeden.”
Bu
Üveys-i Karânî’nin, hürmetine İlâhî,
Bu
sevgiden bir nebze, ihsân et bize dahî.
RABBİNİ BİLİR
MİSİN?
Üç gün
üstü üstüne, hiç yemek yememişti,
Dördüncü gün evinden, bir çıkayım demişti.
Yolda
altın bir para, ilişti gözlerine,
(Birinden düşmüş) diye, almadı onu yine.
Sonra
baktı bir koyun, geliyordu ilerden,
Ağzında
altın para, gelip durdu âniden.
“Başkasınındır” diye, ona ilişmemişti,
Koyun
dile gelerek, ona şöyle demişti:
“Senin
kulu olduğun, Allahın kuluyum ben,
Rabbinin gönderdiği, bu rızkını al hemen.”
Aldı
Veysel Karânî, o altını mecbûren,
Sonra
baktı o koyun, kayboldu göz önünden.
Buyurdu
ki: “Allah'ı, tanırsa biri şâyet,
Gizli
kalmaz dünyâda, hiçbir şey ona elbet.
Yüksekliği aradım, baktım tevâzûdadır,
Başkanlığı aradım, gördüm nasîhattedir.
Kim ki
şeref ararsa, sarılsın ibâdete,
Kim
zenginlik ararsa, tutunsun kanâate.”
Geldi
Veysel Karânî, Medîne beldesine,
Girdi
Resûlullah'ın, mübârek türbesine.
Görünce
o türbeyi, bayılıp düştü yere,
Kendine
geldiğinde, dedi ordakilere;
“Götürün burdan beni, bu yerde yaşıyamam,
Ben bu
yerde olursam, hayattan tad alamam.
Allah'ın Resûlünün, medfun olduğu yerde,
Benim
hayatta olmam, yakışır mı edebe?”
KAYNAKLAR
1)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.2, s.87
2)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.27
3)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.364
4)
Tezkiret-ül-Evliyâ; s.12
5) El-A’lâm;
c.2, s.32
6)
Tabakât-ı İbn-i Sa’d; c.6, s.161
7) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1160
8)
Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.405
9)
Mektûbât-ı Rabbânî; c.1, mektup, 222, 270
10)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.74
|