|
ÜFTÂDE
Osmanlı
pâdişâhlarından Kânûnî Sultan Süleymân Hân zamânında, Bursa'da yaşayan büyük
velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası
Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın çeşitli
câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) daBursa'da vefât
etti.
Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt
deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; "Oğlumuz
büyüyünce, inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak." diye tâbir etti.
Mehmed
Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir
tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat
bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim
yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc
olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa'daki medreselere
gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî
ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan
Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini
doğru yapmasına vesîle oldu. Muhammed Üftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir beyti,
câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:
"Yâ
câmi'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,
Tûbâ
limen yezûrüke fil-leyli vennehâr."
Mânâsı:
Ey Ulu
câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!
Seni
gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!
Bir gün
rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. "Bizim câmide vâz ve nasîhat
eyle!" emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.
Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir
zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin
takdîrine mazhâr olurdu. Kur'ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş
hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine
hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider,
yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı
geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek
evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.
Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçiren Muhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin
yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu
sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede
isminde bir velînin Bursa'ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini
öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek,
Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her
vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için,
nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle
kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde
hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun
vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden
istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp
vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından
çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar,
dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını
talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde topladı.
Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders
vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor,
hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.
Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac
mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna
nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu
üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü.
Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; "Eğer bu
sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım." dedi. Günler geçti. Kurban
bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş
olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı
bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu
anlattı. Muhammed Üftâde; "Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı
söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur." buyurdu. Fakir, sevinerek
huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkanına koştu. Mehmed Dede'ye
hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; "Ey fakir! Gözlerini
kapa. Aç demeden sakın açma!" dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini
Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet
göstererek Hicaz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat'a çıkmışlardı.
Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i
muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları
buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler.
Fakir, birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara
emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden
Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç
gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; "Sen beni boşamadın mı?
Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?" dedi. Kocası da; "Hanım ben
hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım." dediyse de, kadın;
"Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni
mahkemeye vereceğim." dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; "Nikâhımızın
feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu
sebeple haram işlemek istemiyorum." dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd
Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi.
Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri
gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini
iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi
şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; "Şeytan, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde,
bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl edilir de, bir velînin bir
andaKâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez?" dedi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi
diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti.
Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac
vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler.
Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı hanımın nikâhı feshetme isteğini
reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.
Kâdı
Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet
Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; "Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için
gelmiştim." deyince, o da; "Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna
giderek mürâcaatınızı bildirin." dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının
hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek,
hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek
üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki sokağa
geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü.
Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde
olduğu da söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin
dergâhına doğru yürüdü. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi
çapalayan Üftâde hazretlerini gördü. Üftâde, gelenleri görünce doğruldu ve; "Ey
Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de,
fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimiz bir
araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân
var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur." buyurdu. Bu
sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra
yaş döküldüğü hâlde; "Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk
eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim.
Her ne emrederseniz yapmaya hazırım." dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde
hazretleri tâne tâne buyurdu ki: "Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu
sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç
ciğer getireceksin!" Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz
veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri
Bursa sokaklarında; "Ciğerci! Ciğerciiii!" diye bağırarak satıyordu.
Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine
hiç aldırmıyordu. Onu görenler; "Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını
oynatmış, tımarhânelik olmuş!" diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, rûhunu
yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin
huzûruna geldiğinde, hocası; "Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi?" diye
soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni
talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta
helâ temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve
teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı.
Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini gördü. Üç
sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.
Osmanlı
Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde,
görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün
rengi, hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh,
âniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin
siyahlaştığını görünce; "Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya
başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir?" diye sordu. O da; "Sultânım!
Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu.
Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de
imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı.
Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk." buyurdu.
Üftâde
hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete
başladılar. Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; "Hocamız
müsâade etse de bir yemek yesek." diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu
düşüncelerini anlayan Üftâde; "Yâ Rabbî! Bu talebelerime bir sini yemek ihsân
eyle!" diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni görünmeyen bir sini
yemek kondu. Üftâde, talebelerine; "Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi yiyelim."
buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri
gelen talebelerinden Kemâl Dede; "Sini, suyun içine girdi!" diyerek sininin
peşinden suya girmeye başladı. Üftâde; "Suyun içine sakın girme!" diyene kadar,
Kemâl Dede suyun içinde eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini
gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp
kaldılar.
Bir
günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; "Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu
olmadığı hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak
kimsemiz yok. Ne olur bir duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın."
dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu
hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına
dönerek; "Evinize gidebilirsiniz." buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde,
oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp
gözlerinden öptü ve; "Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar?"
deyince, oğlu; "Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir
anda bir el beni evimize koydu. Şaşırıp kaldım." dedi. Kadın, bunun Üftâde
hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu anladı.
Üftâde
hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp,
borçlu olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu
veremediğini bildirdi. Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline
acıdı ve; "Kimseye söylemezsen borcunu vereyim." buyurdu. Adam söz verince,
Üftâde; "Şu taşı kaldır ve altındakileri al!" dedi. Adam taşı kaldırdı.
Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine doldurdu.
Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar
olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o
taşın yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı.
Bu işin, Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi
olup, sohbetiyle şereflendi.
Bir gün
Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada,
şiddetli bir rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya
başladı. Dalgaların vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o
tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor, devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne
yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına birikince, tehlike daha da
büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin yerinde oturmasını
tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği
günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu.
Yolcuların arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak,
hâsıl olan sevâbı; Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin
ve zamânın velîlerinden Üftâde hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti.
Sonra da; "Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyorum."
dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca, bunun bir insan
olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun
yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına
geldi ve gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye
başladı. Yürüdüğü yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden
kayboldu. Kaptan, o kimsenin su üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin
dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle sâhile vardılar. Herkes bu hâdise
karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı. Yolcular sâhile
çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; "Ey yolcular! Üftâde
hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler
diye bana emretti." dedi.
Bir kış
günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara;
"Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür?"
buyurdu.Talebeler içlerinden; "Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu?" diye
düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; "Mâdemki bu sözü hocam
söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır." diye düşünerek ayağa kalktı ve;
"Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim." dedi.Müsâade edilince sepeti
aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar altında idi.
Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler
gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete
koymaya başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu.
Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı
kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da
başaramadı.Çâresiz kalınca hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve
içinden; "İmdât! Yâ mübârek hocam!" der demez, çukurun başından bir ses; "Ey
Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim." dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat
tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak
elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna
alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm
ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde
hazretleri, yardım edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları
Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd
Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.
Bir gün
Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere,
çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde,
Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; "Evlâdım! Bütün
arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir
çiçek getirdin?" diye sordu. Hüdâyî de; "Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem
azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; Allahü teâlâyı
zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin zikredemediğini
görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim" dedi. Bu
cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır
duâlarda bulundu.
Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı.
Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i
şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine
defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu
şiir yazılıdır:
Bâğ-ı
aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.
Dertli
âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.
Vâsıl-ı
kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,
Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.
Eyleyen
rûhundan istimdâd erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.
Sıdkile
ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,
Bil
hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.
Üftâde'nin; Hutbe Mecmûası
ve Dîvân adlı iki eseri vardır.
Üftâde
hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:
Hakka
âşık olanlar,
Zikrullahtan kaçar mı?
Ârif
olan cevheri,
Boş
yerlere saçar mı?
Gelsin
mârifet olan,
Yoktur
sözümde yalan,
Emmâreye kul olan,
Hayr ü
şerri seçer mi?
Gerçek
bu söz yârenler,
Gördüm
demez görenler,
Kerâmete erenler,
Gizli
sırrın açar mı?
Üftâde
yanıp tüter,
Bülbüller gibi öter,
Dervişlere taş atan,
Îmân
ile göçer mi?
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
MESNEVÎ
OKUT
Üftâde
hazretleri, dergâhta talebelere ders verdiği zamanlarda, bir gece rüyâsında
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi gördü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî buyurdu ki:
"Talebelere bizim Mesnevî'den de okutunuz!" O da; "Farsçayı bilemiyorum."
deyince, Mevlânâ hazretleri; "Sen başla bir kere, Allahü teâlâ yardım eder."
buyurdu. Ertesi sabah, hiç Fârisî bilmediği hâlde, kırk yıldır Farsça tahsîli
görmüş gibi Mesnevî'den vâz ve nasîhat vermeye başladı.
BURSA'DAN
KÂBE'Yİ SEYRETTİ
Bir
ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde'nin yanına yaşlı bir kimse geldi. "Efendim! Bu
sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra,
maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para
bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse,
getirmenizi istirhâm edecektim." diye yalvardı. Üftâde de; "Sağlığımda kimseye
söylemezseniz getirelim." buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde
hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; "Şimdi bakınız! Kâbe-i
muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi?"
buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki
çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; "Annenizle
birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz!" buyurdu.
Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar.
Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa'ya doğru
sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir
zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler
söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; "Bunu sakın kimseye söyleme!" diye
tekrâr tenbih eyledi.
KAYNAKLAR
1)
Menâkıb-ı Üftâde (Selîmağa Kütüphânesi, Hüdâyî bölümü No: 982)
2)
Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.357
3)
Osmanlı Müellifleri; c.1, s.22
4)
Kitâb-ı Silsile-i İsmâil Hakkı; s.79
5)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.362
6)
Yâdigâr-ı Şemsî; s.27
7)
Vâkı'ât
8)
Lemezât; vr. 187 b
9)
Kâmûs-ul-A'lâm; c.2, s.999
10)
Güldeste-i Riyâz-ı İrfân; s.109
11) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (50. Baskı) s.1107
12)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.12
|
|